1972 yılında vizyona giren bir film önce gişede büyük başarılara imza atıyor, ardından da aynı yıl gösterime giren Baba’nın (The Godfather, Francis Ford Coppola) hemen ardından Akademi ödüllerine damgasını vuran diğer film oluyordu. Poseidon Macerası (The Poseidon Adventure, Ronald Neame) adını taşıyan film aslında Wendell Mayes’in aynı adlı romanından uyarlanmıştı. Üzerinden yıllar geçtiği halde hala beğeniyle izlenen hatta belirli açılardan ve dahil olduğu janr içerisinde kült mertebesine bile yükselebilen filmi asıl önemli kılan unsur ise sinemada açacağı felaket filmleri dönemi olacaktı. Filmin bir tür devamı sayılabilecek nitelikteki Beyond The Poseidon Adventure (Irwin Allen, 1979) ile, yine aynı konu bu defa sadece ilk filmdeki felaket ile değil yaşananların ardından gemide olduğu iddia edilen bir hazinenin peşine düşen bir grup insanın öyküsü ile taşınıyordu beyaz perdeye. Seyircinin bu tür felaket filmlerine olan ilgisi daha sonra yine bu türün önemli örnekleri ile devam etti. Felaket kavramının bir gökdelene taşındığı The Towering Inferno (Irwin Allen, 1974) ve maalesef bizlere pek de yabancı gelemeyen depremin başrole oturduğu Deprem (Earthquake, Mark Robson, 1974) gibi filmler bu tür filmlere olan ilginin sonuçları olarak çıktılar sahneye. Yine başka örnekler olaraksa hava limanında yaşanan felaketleri anlatan ve yine aynı janra dâhil olan filmler de bu pastadan pay kapmaya çalışıyorlardı. İşte ilk akla gelenler: Airport 1975 (Jack Smight, 1975) ve Airport’77 (Jerry Jameson, 1977)… Üstelik tüm bu filmler bir başka ortak noktada daha buluşuyorlardı: Eskinin artık yaşlanmış büyük yıldız oyuncularını başrolde oynatmak. Örneğin Charlton Heston, Jack Lemmon, Ava Gardner…vs.

 

Bu filmler o dönemin Amerikan toplumunun birer yansıması olarak görülebilirler. Bir felaketin ardından sağ kalan bir grup insan bu filmlerin karakter yapısını oluşturan öğeler olarak karşımıza çıkarlar. Her biri farklı kesimlerden hatta belki de farklı etnik kökenlerden gelen bu kişiler aynı hedef uğruna yani hayatta kalabilme ve güvenli bir yere ulaşabilme adına belli zorlukları aşarlar. Bu yol boyunca çeşitli kayıplar da verilecektir kuşkusuz. Ancak sonuçta bir araya gelen ve işbirliği/dayanışma içerisinde hareket etmelerinin ödülü olarak da hayatta kalacak ve felaketin yarattığı dayanılmaz ortamdan çıkacaklardır. Burada asıl önem taşıyan nokta filme konu olan kişilerin bir araya gelmeleri, bir hedef için bir bütün olmaları ve çatışmaya mahal vermemeleridir. Dayanışma kilit kavram olarak senaryoya yedirilir. Bireysellik değil bir gruba aidiyet öne çıkar. Herkesin bir noktada işe yarayacağı ya da kahramanlık göstereceği anlar bulunur. Bu şekilde farklı özellikteki farklı seyircilerin kendilerini özdeşleştirebileceği bir kahramanın varlığı bir avantaj olarak kullanılır… 1980’lerde uykuya çekilen bu felaket filmleri 1990’lı yıllarda yeniden görülmeye başlandı. Günışığı (Daylight, Rob Cohen, 1996) ve Kurtuluş Günü (Independence Day, Roland Emmerich, 1996) gibi filmler bu bahsettiğim hayatta kalma çabası içindeki insanları anlatan ama bunu özellikle farklı etnik kökenli insanlarla yapan filmler olarak öncüllerinden ayrıldılar. 1990’lı yıllar Clinton yönetiminin daha liberal politikaları sonucu eski muhafazakâr yapılanmaların çok ufak da olsa çözülmeye başladığı yıllardı ve artık bu filmlerde siyah kahramanlar da bu gruplar içerisinde kendilerine yer bulabiliyorlardı. Bağımsızlık Günü örneğinde kurtuluşu sağlayan WASP başkan, siyah pilot ve Yahudi matematikçi olurken Günışığı’nda grubumuz çok daha kalabalık bir yapıya sahipti. Üstelik bu ikinci film, herkesin içindeki kahramanı göstermesi açısından önemli bir noktaya parmak basıyordu: Medyanın yıldız yaptığı ve herkesin kahraman olarak gösterdiği karakter filmde başarısız olurken sıradan insanlardan kurulu grubumuz ve filmin başında daha önceden yanlış kararları ve başarısızlıkları olduğunu öğrendiğimiz Sylvester Stallone’nin canlandırdığı karakter bu zorlu sınavı geçebiliyordu. Gemide geçen en ünlü felaket filmi olan Titanik (Titanic, James Cameron, 1997) ise ana karakterler olarak iki sevgiliyi alıyor, diğer insanları ise geri plana iterek ait olduğu janra değişik bir boyut katıyor, felaketi ana izlek değil ama aşk filmleri janrının bir parçası haline getiriyordu. Grup halinde yaşam savaşı veren insanlarla ilgili bu filmlerin artık yeni bir boyuta ve seyirci nezrinde farklı nedenlerle yaratılmış bir talebe ihtiyacı vardı. Bunu karşılayacak olan kaderin cilvesi ise gecikmeyecekti…

Takvimler 11 Eylül 2001 tarihini gösterdiğinde sadece Amerikan değil tüm dünya tarihi gerçekten önemli bir kırılma noktası yaşadı. Sırça köşklerinde dünyanın diğer köşelerindeki tehlikelerden(!) uzakta, güven ve huzur içinde yaşadığını zanneden Amerikan halkı bu tehlikenin en can alıcı ve kendilerine en yakın noktalarını vurabileceğini gördüğü an, hayata yeniden eskisi gibi bakamamaya başladı. Bunun yansımalarını daha yeni yeni bazı filmlerde görmeye başladık. Spike Lee gibi yönetmenler bu psikolojiyi filmlerinde yüksek sesle telaffuz ediyorlar artık. Konumuz felaket filmleri olduğuna göre, yakında vizyona girecek ve ileriki yıllarda suyunun çıkarılacağını düşündüğüm 11 Eylül günü saldırı ardından Dünya Ticaret Merkezinde ve o ünlü uçaklarda yaşananları anlatan filmlerin de beyaz perdede arzı endam etmeleri ile bu tarih kelimenin doğru anlamı ile sinemada karşılığını bulmuş olacak. Oysa ticari açıdan bakıldığında asıl parsayı da bu felaket filmleri toplayacak. 11 Eylül sonrası Amerikan halkı, istese de istemese de kolektif bir bilinçaltı oluşturmaya başladı. Bu yıllardır birikmiş bazı anıların, tecrübelerin, fikirlerin oluşturduğu bir bilinçaltı değil. Aksine tüm bunların üzerine eklemlenen biraz yapay bir durum bu. Büyük saldırının gerçekleşmesinin ardından, komik olacak derecede muhafazakâr Bush yönetiminin “dış düşmanlar” tehlikesinin altını gereğinden fazla çizmesi nedeniyle tipik Amerikan halkı, başkanlarının deyimiyle “bizden olmayan bizim düşmanımızdır” demeye başladı. Hal böyle olunca da, orta sınıf Amerikalı, bizim muhafazakârların “Türk’e Türk’ten başka dost yok” veciz sözüne benzer biçimde yapay da olsa kendini halkı(!) ile kenetlenmesi gereken bir noktada buldu. Artık siyah, beyaz, Yahudi, hispanik, Asyalı… vs. fark etmeden bir amaç için yani Amerikalılık ruhu için tek vücut olunmalıydı. Bu hissiyat ve bunun toplumsal bilinçaltındaki yansıması işte bu ay son örneğini göreceğimiz Poseidon’dan Kaçış (Poseidon, 2006) ile cisimleşmiş oluyor. Deniz deyince ilk akla gelen isimlerden sayılabilen Wolfgang Petersen’in filmi ’72 yapımı atasının izinden gitse de, bu defa öyküye bir gay çift de ekleyerek kendisini günümüz koşullarına uyduruyor. Benzer eğilimli yakın dönem filmlerden Dünyalar Savaşı (War of The Worlds, Steven Spielberg, 2005) ve Yarından Sonraki Gün de (The Day After Tomorrow, Roland Emmerich, 2004) benzer eğilimlerin ve taleplerin ortaya koyduğu filmler olarak karşımıza çıkmakta. Özellikle Dünyalar Savaşı ana kahramanlarını tipik bir Amerikan kasabasının tipik orta sınıf bireyleri olarak çizmekte ve alttan alta uzaylıların aslında global (ya da neo-con lügatine göre Müslüman) teröristler olduklarını ima etmekte bir beis görmüyor. Çünkü bu 11 Eylül sonrası bir felaket filmi ve en azından tehdidin ne olduğunu ima edebilecek kadar da kendinden emin. Çünkü Poseidon’dan Kaçış ve benzeri felaket filmleri tehdit altındaki Amerikan halkının bu zorlu dönemden çıkmak için yapması gerekeni yani birlik ve dayanışma içinde olmalarını söyler. Poseidon’dan Kaçış bir son değil kuşkusuz. Yakın tarihte “American Hero” kavramının altını çizen felaket filmleriyle karşılaşacağız. Örümcek Adam 2 gibi filmler dahi bu mesajı vermek için didinirken, seyirciye daha doğrudan ulaşabilmeyi sağlayan felaket filmleri bir “melting pot” olan Amerika’yı ve Amerikalılığı yüceltmeye devam edecek. Amerikan halkının bu ruh hali bu tarz filmlerin artık daha sık karşımıza çıkmalarını sağlayacak. Üstelik bu filmlerin bazıları doğrudan 11 Eylül gününü anlatan yapımlar olacak. Bunu tahminlemek için kâhin olmaya gerek yok kuşkusuz ki! Ancak bu filmlerin nitelikleri ne olur, işte bu sorunun zor kısmı da bu…

Poseidon 2006

Wendell Mayes’in aynı adlı romanından uyarlanan Poseidon’dan Kaçış romanın ilk uyarlaması olan Poseidon Macerasından en başta karakterleri ile ayrılıyor. Yeni film tamamen yeni kahramanlarla çıkacak seyircinin karşısına. Bu aynı zamanda olay örgüsünde de değişiklikler olacağını haber veriyor. Daha önce sadece Tarsem filmi Hücre (The Cell, 1997) dışında senaryosu olmayan Mark Protosevich öyküyü 2006 yılına uygun karakterle yeniden yazmış olsa gerek. Filmin yönetmen koltuğunda ise daha önce Das boot (1981), ve Mükemmel Fırtına (The Perfect Storm, 2000) gibi hep denizde geçen filmlere imza atan ve başarılı işler çıkaran Alman yönetmen Wolfgang Petersen var. Filmin tamamı için bir şey söyleyemeyiz ama felakete neden olan dev dalganın gemiye çarptığı sahne sinemaseverlerin ağızlarını sulandıracak türden. Ortaya bir başyapıt çıkmasa da, izlemesi keyif veren bir seyirlik bizi bekliyor, orası kesin…