Müzik olmasa sinema var olur muydu acaba? Soruları benim gibi iki yönlü sormayı sevenlerdenseniz; sinemasız müzik de olabilir miydi diye de sormanız gerekir. Ama bu defa cevabı hayır olan bir soru ile karşılaşırsınız. Ne de olsa müzik insanlığın şafağından bu yana var olabilmiş bir sanat. Daha ellerini sert bir cismin üzerine vurmasıyla ya da ellerini bir birine çarpmasıyla ses çıkarabildiğini fark eden insan oğlu, bilincini kazandığı günden bu yana müzik yapa geldi. Oysa sinema öyle mi ya? Bu satırların yazarına göre tüm sanatlar içinde mükemmele en yakın sanat formu olan sinemaya ulaşabilmek için insanın, bilimsel ve kültürel pek çok aşamadan geçmesi gerekti. O nedenle belki de “son” sanat sıfatını sadece kronolojik olarak değil, karakteristik olarak da hak ediyor sinema. Ama şunu da unutmamak gerek, unutamadığımız, belki hayatımızı değiştiren ya da en basitinden beğendiğimiz filmlerin hiç birisi eğer içlerinde müzik formlarını barındırmasalardı bu kadar başarılı olmazlardı. Sadece bu açıdan bile müzik ile sinema arasında kopmaz bir bağ olduğunu söylemek mümkün. Bir diğer bağ ise; bir hikaye anlatma sanatı olan sinemanın, müzisyenlerin hikayelerini anlatması ile kurulmuştu…
Ünlü besteci ya da müzisyenlerin biyografilerini beyaz perdeye uyarlamak hiç kuşkusuz hikaye arayışındaki sinemacılara her zaman kolaylık sağladı. Ne de olsa sıradan birer insan olmayan sanatçıları hayatları da sıradan olmuyor; sadece bu yönleriyle bile hem seyircilerin hem de yapımcıların ilgisini cezbediyordu. En büyük klasik müzik bestecilerinden Wolfgang Amadeus Mozart’ın yaşam öyküsü gibi. Sadece dünyada değil Türkiye’de de sahnelenen ve büyük ilgi gören Peter Schaffer’in tiyatro oyunundan sinemaya aktarılan Peter Schaffer’s Amadeus bu bahsettiğimiz öykülerden bir tanesi. Ünlü Çek yönetmen Milos Forman tarafından çekilen film, sadece ünlü bestecinin hayatını anlatmıyor bir yandan da görkemli bir dönem tasviri yapıyor ve sinemasal açıdan büyük bir başarıya imza atıyordu. Üstelik tiyatro oyununun ana temasına sadık kalarak bir yaşam öyküsü anlatmaktan çok, Mozart ve Salieri arasındaki ilişkiye eğilerek sanatçının kuşkulu ölümünün arkasında en büyük hayranının rolü olup olamayacağını tartışmaya açıyordu. Beethoven’in yaşam öyküsü ise Bernard Rose tarafından peliküle aktarıldı. Ünlü besteciyi büyük oyuncu Gary Oldman’ın canlandırdığı Immortal Beloved diğer oyuncu kadrosuyla da göz kamaştırır. Ancak film bir biyografi olmanın ötesinde bir dedektiflik öyküsü gibi işler. Beethoven’in ölümünün ardından bıraktığı gizemli sevgiliye ait mektubun peşinden koşan seyirci, kadınlara karşı resmen düşmanca tavırlar besleyen bestecinin gizemli aşkının kim olduğunu merak ederek takip eder filmi ve sürpriz finalde gerçekten büyük bir şoka uğrar. Çok büyük bir film olmasa da, ilginç kurulmuş öykü yapısı ve başarılı oyunculuklarla, bu konuda yazı yazarken akla gelecek ilk filmlerdendir Immortal Beloved. İngiliz ve çılgın yönetmen Ken Russel ise, 1975’de Lisztomania ile Franz Liszt’in yaşamına son derece özgün bir bakış açısı ile yaklaşır. Neredeyse sözlerin kullanılmadığı; müzik ve görüntünün birbirleri ile son derece uyumlu bir şekilde yer aldıkları orijinal bir üslup denemesidir bu film. Liszt’i The Who grubunun solisti Roger Daltrey’in canlandırdığı bu film gerçekten unutulmazdır. Aynı Ken Russell 1970’de ise bu defa Peter İlyiç Çaykovski’nin yaşamını anlatmaya soyunmuştur. The Music Lovers, sanatçıyı sıradan bir insan haline getiren tipik Hollywood yapımlarının aksine onun gerçek kişiliğini irdeler. Ünlü besteciyi Richard Cahmberlain’in canlandırdığı filmde, ayrıca bestecinin eşcinselliği de büyük bir yer tutar ve hatta yaratıcılığında bu yönünün etkisinin altı çizilir.
Sinemanın müzisyene olan ilgisi bu kadarla sınırlı değildir elbette. 1988 yılında Clint Eastwood, yönetmen sıfatıyla Bird adlı film ile çıkar seyircinin karşısına. Ünlü caz sanatçısı Charlie Parker’ın hayatını anlatan film, Eastwood filmografisinde en tepelerde yer almasa da gerçekten başarılı bir filmdir. Hele hele Forest Whitaker’ın oyunculuğunun tadı bambaşkadır. Yakın zaman önce sinemalara gelen ve Oscar, Bafta, Altın Küre, Avrupa Film Ödülleri, Altın Palmiye derken neredeyse tüm ödülleri toplamayı başaran Roman Polanski2nin şimdilik son filmi The Pianist ise Yahudi soykırımını ünlü piyanist Wladimir Spilzmann’ın gözlerinden aktarır. Her ne kadar başarılı yapım tasarımı ve oyunculuğa sahip olsa da, klasik anlatım yapılarının dışına taşamayan, bu nedenle de bizce yönetmenin en iyilerinden olmayan ve hadi söyleyelim abartılmış bir başarıya sahip olan bu film; nazi zulmünden kaçarak yalnız başına mezalimini bitmesini bekleyen sanatçının gözünden soykırımı lanetlerken bir yandan da sanatçı kişiliğini bu denli zor bir durumda neler yapabileceğini gözler önüne serer. Oysa benzer bir temayı Istan Zsabo Taking Sides filminde yine aykırı klasik yapı içinde anlatmışsa da, söylemiyle sanatçı kişiliğine çok daha özgün bir perspektiften yaklaşarak daha olgun bir yerde durduğunu kanıtlamıştır.
Madem piyanist dedik, bir başka piyanistli filme geçelim şimdi: Avusturyalı yönetmen Michael Haneke’nin La Pianiste’ine. Baş rolünde sadece Fransız sinemasının değil, günümüzün en iyilerinden olan Isabelle Huppert’in oynadığı film başarılı bir piyanist ve piyano hocası olan bir kadının sanatçı yönünden çok iç dünyasına eğilmiş olsa da, gerek orta sınıf ahlakına gerekse bastırılmış cinselliğe bakışı ile gerçekten baş yapıt sıfatını hak eden bir filmdir. Tam manası ile grafik bir cinsellik ya da şiddet içermese de, filmden çıkanların “hayatımda bu kadar sapık bir film görmedim” dediği (!) bu film, ger.eklerin bir tokat gibi yüzümüze çarptığı filmlerdendir, ve Haneke’den de daha azı beklenmemelidir… Polonyalı deha Krzystof Lieslowski’nin ünlü Üç Renk Üçlemesinin ilk filmi olan Mavi’de, kocası Partice ve kızı Anna’yı bir trafik kazasında kaybeden Julie yeni bir hayata başlamak ister. Ama gerçek özgürlüğü, geçmişini unutmadan yaşayamayacağını anlar. Sonuçta eski evine taşınır, kocasının bitiremediği bestesini tamamlar ve hayatına geçmişine tamamen sünger çekmeden devam ederek, gerçek özgürlüğüne kavuşur. Cameron Crowe’un her nedense ülkemizde gösterilmeyen filmi Almost Famous, yönetmenin oto biyografik bir yapıtıdır. Daha 15 yaşında olmasına rağmen Rolling Stone dergisine yolladığı yazının beğenilmesi sonucu bir rock grubunun turnesini izlemesi için görevlendirilen genç kahramanımız hayatı tanırken, biz de bir rock grubunun iç dünyasına gireriz ve sex, uyuşturucu ve rock and roll sloganının iç yüzünü görürüz…
Müzik ve sinema birlikteliğine elbetteki bu kadar az filmle girmek olası değil. Bu sadece bir başlangıç. Bu iki sanat var olmaya devam ettiği sürece bu birliktelik de devam edecek gibi görünüyor… En iyisi tadını çıkarmak!