Çirkin ördek yavrusu masalını hatırlamayan yoktur. Bir ördek ailesine yanlışlıkla katılmış bir kuğu yavrusu diğerlerine benzemediğinden; “öteki” olduğundan sürekli dışlanır, çirkin bulunur… Sonunda güzeller güzeli bir kuğuya dönüşmesi için “büyümesi” gerekir…

Derin işlerin adamı Darren Aronofsky sinemasının perdelerimize son armağanı olan “Siyah Kuğu/Black Swan”, tüm sürükleyici alt meseleleri yanında aslında tam da bir “büyüme” hikayesi. Elbette bu aynı zamanda etkileyici bir metamorfoz öyküsü de. Sinemada metamorfoz denince kuşkusuz pelikül sevdalıların ilk aklına düşecek isim David Cronenberg olur. “Siyah Kuğu”da güzel Nina (ya da güzel Natalie Portman) sırtındaki tuhaf yarıklardan bir siyah tüy tutup çektiğinde Cronenberg’in “Sinek / The Fly” filminde sırtındaki yaradan sinek bacağı çekip aynı şaşkın ifadeyle bakan Jack net biçimde anımsanıyor. Aronofsky böylece Cronenberg’e bir selam veriyor ve “metamorfoz işinde ben de iyiyim” diyor sanki. Hakikaten de iyi! Filmin Altın Küre ve Oscar parıltılarından ötürü söylemiyorum bunu. Kendi izleme deneyimimin bende bıraktıklarından dolayı söylüyorum. Filmden çıktığımda sokaktaki dondurucu kar soğuğu, evdeki rutin, aklımdaki çözüm bekleyen sorular… Hiçbirşey aynı değildi! Yusuf Atılgan ustanın “Sinemadan çıkan adam” projesinde kullanılabilecek uygun filmler listeme koydum bile “Black Swan”i. (Atılgan, “Aylak Adam” romanında kentin bütün insanlarını alabilecek dev bir sinema salonu hayal eder ve seans bitiminde bütün insanların salıverilip dolduracağı sokakların düş dolu, bambaşka havasını hayal eder)

Dönüşmek; büyümek; tekamül etmek…

Metamorfoz kolay zanaat değil. Dünya üzerinde gözünü açan bizler, ömrümüz boyu irili ufaklı metamorfozlardan yani dönüşümlerden geçiyoruz. Yaşamın işleme şekli bu sanki; sürekli akan hayat nehrinin, her yeni gün hatta her yeni an yepyeni bambaşka bir damlasıyla yıkanıp değişmek. Değiştikçe, dönüşmek, dönüştükçe büyümek. Değişimle dönüşüm arasındaki ince fark da, hemen burada belli ediyor kendisini; yaşadığımız değişimleri içselleştirip kendimize kattıkça dönüşmüş olabiliyoruz ancak. Büyümeden dünyayı terk etmeye niyetli olanlar da olmuyor mu yaşam içinde? Elbet oluyor. Koşulları durumları buna elverişli ya da zorunlu olanlar ya da kendileri çeşitli sebeplerle zorlayanlar. Büyümenin çocukluk saflığını öldüreceğini düşünenler, büyükler dünyasından hoşlanmayanlar. Ama bu durum arada bir ergen olarak sıkışıp kalmayı ve iki tarafa da aiet olamamayı getiriyor kanımca. Oysa büyürken de içindeki çocuğun temiz bakışını korumak mümkün olsa gerek. Bunun bir kısmı da dünya ile barışmaktan geçiyor sanırım. Kendi içsel yargılarımızı, çocuk zihnimize kodladığımız kurallarımızı gözden geçirmek gerek.

Gerçekten hayat değiştirmeden, dönüştürmeden bırakıyor mu direnenleri? Sanmam. İlla ki bir şekilde her kulun elinden tutuyor değişim, en azından çocukluk masallarının bir kısmını “dönüştürüyor”. Bambaşka gerçekliklerle tanıştırıyor onları. Hepimizi. Büyümek istemeyen çocuklar direndikçe canları acıyor; akan nehre karşı koşmaya çalışınca nehir yoruyor, o vakit acıta acıta büyütüyor hayat onları. Seçimler belirliyor sınavları belki de bazen. Bu bir kraliyet ailesi mensubu için de böyle, varoşta yaşam savaşı veren ailenin ferdi için de. Sınavlar, deneyimler farklı ama yolculuk aslında hep aynı yöne: büyümeye.

Tchaikovsky’nin “Kuğu Gölü Balesi”nin konusu da Aşkın dönüştürücü gücü üzerinedir zaten. Aşk ile büyüyen, fedakarlık ile büyüleri bozan ve kendini (ve eşini) bulan bir kuğu-prensesin öyküsünü anlatır.

Natalie Portman’ın tam da kendi büyüme çağına; anne olma arifesine denk gelen filmdeki performansı son derece etkileyici ve inandırıcı. Film izlediğinizi unutturan türde filmlerden “Siyah Kuğu”. (Sinemanın büyüsü biraz da burada değil mi?) Portman’ın bir balerini canlandırmaktaki pratik ustalığını bir kenara koyarak, skalanın iki ayrı ucundaki duygulanımları veren oyunculuğunu ayakta alkışlamak gerek. Bu kızın, daha “Léon”un küçük Matilda’sı olduğundan beri özel bir hayran kitlesini etkileyen ışığı hiç sönmeden, sislenmeden yanıyor, daim olsun. (Star Wars incisi Prenses Padme Amidala’ya da selam olsun)

Kuğu gölü temsili: Hayat

Beyaz ile Siyah arasında kendi dönüşümünü – büyüme serüvenini- yaşayıp tamamlayan bir genç kadın Nina. Parantez içlerini alt satır okumaları olarak alalım: Kuğu Gölünün temsilinin (hayatın) başrolünde (ömründe) Beyaz Kuğu ile Siyah Kuğu’yu aynı bedende canlandırması gerektiğinde bütün hayatı değişiyor. Eski bir balerin olan annesinin kurallarla ördüğü steril dünyası, kırılgan, çekingen kimliği paramparça oluyor. Bu arada yalnız ruhunu değil bedenini de yani tüm varlığını parçalıyor bu dönüşüm serüveni. Sonunda dönüşüm tamamlanıp Nina, sahnede (kendi içinde) hem Beyaz’ı hem de Siyah’ı hakkıyla oynadığında (yaşadığında) dönüşümü (tekamülü) tamamlanıyor ve o da sahneden (hayattan) ayrılıyor.

Hürmüz ile Ehrimen’in ya da ışık ile karanlığın büyük mücadelesi nasıl bitiyordu hatırlarsınız; Aşk’ın araya girmesi ve her ikisini de selamlamasıyla. Aslında ikisi de Tanrının gözünde BİRdi. İkisi de bütünün bütünleyen parçaları. Gece olmasa gündüz bilinir mi, kötü olmasa iyi, siyah olmasa beyaz, ölüm olmasa yaşam… Karanlığı yok saydıkça gizli mahzenlerimize kilitledikçe, sadece ışıktan mürekkep olduğumuzu savundukça kendi diyalektiğimizi ketlemiyor muyuz? Göğün bile yedi rengi varken biz kendi renklerimizin bir kısmını çeşitli yargısal sebeplerden kilit altında tutmuyor muyuz? Kendi adıma, filmden çıktığımda kimi renklerimi özlediğimi fark ettim!

Nina gibi sarsıntılı bir dönüşümle “büyümemek” için siyah ve beyaz kuğularımızı barıştıralım, ondan sonra hayat sahnesinde hangisini oynayacağımıza karar veririz. Kendini bilme yolculuğunda önemli bir durak karanlığımızla barışmak. Yoksa Yin Yang’ımızın bir tarafı hep eksik kalıp, yolculuğumuz da Nina’nınki gibi sert bir düşüşle sonlanabilir. Hepimize içimizdeki tüm renklerle barışmak, kendimizi olduğumuz gibi kabul etmek yolunda başarılar; güzel bir temsil ol’sun…

Mia Pelin Özdoğru