Aç ruhunu, izlediğin filmlere bak, oradaki insanları gör, onları hisset, onları yaşa. İzin ver Travis seni büyülesin, yazarı Paul Schrader’i büyülediği gibi. O karakteri yazan senaristten etkilen, oynayan oyuncudan, filmi çeken yönetmenden. Onlardan “öyle bir insan” oldukları için etkilen, hayranlık duyduğun eserleri, karakterlerinden ayrı değil ki

 Yürekten çıkmayan yüreği vurmaz.

Seyircinin aklına sesleniyorsan, zekan bilenmiş olmalı.

Kalbine sesleniyorsan, kalbin tutuşmuş olmalı.

Akla giden yol yürekten geçer: Anlamak zekanın işidir, “idrak etmek” yüreğin. Duygu uyandırmayan bilgi henüz kavranmamıştır. Bu yüzden akıllarına seslendiğini sansan da yüreklerinden anlarlar. Senin de anladığın gibi.

Ne anlayacaklarını tasa etme, ne anladığına bak; çünkü yazmak, bir şeyleri anlamanın senin için en uygun yolu, yüreğini ne kadar açarsan, yazdıklarından o kadar etkilenir, o kadar öğrenirsin.

Ne anlayacaklarını tasa etme, ne hissettiğine bak; ruhunu ne kadar açarsan o kadar duygulanırsın ve his, hissi doğurur.

Duyguyla ifade etmediğin bir şeyle duygu yaratamazsın.

Öyleyse bırak, yüreğinden çıksın, başka yürekleri vursun.

Senin yüreğini titreten, onlarınkini de titretecektir, seni düşündüren onları da düşündürecektir. Çünkü aynı dünyada yaşıyoruz, aynı hamurdan yoğrulduk, aynı fırında pişiyoruz.

Sanatçı, hayatın fırınında pişirdiği ekmekleri başkalarına sunar, bir annenin bebeğini emzirdiği gibi. Anımsa: Hayatın sütünü içiyorsun, hayata sütünü sunuyorsun.
Öyleyse izin ver, hayat seni yüreğinden vursun.

Aç ruhunu, izlediğin filmlere bak, oradaki insanları gör, onları hisset, onları yaşa. İzin ver Travis seni büyülesin, yazarı Paul Schrader’i büyülediği gibi. O karakteri yazan senaristten etkilen, oynayan oyuncudan, filmi çeken yönetmenden. Onlardan “öyle bir insan” oldukları için etkilen, hayranlık duyduğun eserleri, karakterlerinden ayrı değil ki…

Hayat Schrader’i döller, o Travis’i doğurur. Travis, Scorsese’yi büyüler, onu alır, Robert de Niro’yla işbirliği yapıp büyütür, hayata sunar. “Taxi Driver / Taksi Şoförü”nü incelemek, bu dört kişiyi anlamaya çalışmak demektir öncelikle.

Sor kendine: Travis neden bu kadar öfkeli? Saçlarını punk tarzı kestirmesinin anlamı ne? Küçük fahişeyi neden takıntı haline getiriyor? Nasıl oluyor da kızı kurtarmak için birkaç kişiyi öldürmeyi göze alabiliyor? Onun yaşadıklarını sadece bir dram biçimi olarak görme, “Bir insan bu durumu nasıl yaşar?” diye sor kendine.

Sor kendine: Travis’in yalnızlığını yazarken Schrader kaç kez ağladı? Şakağına kanlı parmağını dayadığında De Niro ne hissediyordu? Fahişe rolü yapmak küçük Jodie Foster’ın ruhunu nasıl etkiledi?

Sor kendine: “Bringing out the Dead / Yaşamın Kıyısında”nın şoförü neden Travis’ten bunca farklı? Schrader ve Scorsese’de ne değişti ki yeni kahramanları huzur arayan biri oldu? Yolculuklarını çok acayip bulmuyor musun, baksana, ilk yol arkadaşlarının ismi “Birini Kurtarmak İçin Birkaçını Öldüren”di, sonuncusunun adıysa “Insanları Kurtaramadığı İçin Acı Çeken”…

Sor kendine: “Taksi Şoförü”nden nasıl etkilenmiştin, “Yaşamın Kıyısında”dan nasıl? O iki karakterden hangisine daha yakınsın? Gerçek insanlar olsalar hangisiyle arkadaş olmak isterdin?

Kim söyledi ki gerçek olmadıklarını?

Senarist hayattan alır malzemesini, ortaya kurmaca bir karakter çıkarır, seyirci filme gider, o karakteri gerçek biri gibi seyreder.

Sor kendine: Travis’in ne kadarı kurmaca? Yüzde kaçı Schrader, kaçı Scorsese, kaçı De Niro? “Suç ve Ceza” romanının kahramanı Raskolnikov’un ne kadar katkısı var Travis’e? Ve “kurtarıcı” karakterleri yazanlar üzerinde, Hıristiyanların “kurtarıcı” adıyla andıkları Hazreti Isa’nın etkisi ne kadar?

İzin ver, insanlar büyülesin seni. İsa çok ilginç biriydi, onu peygamber kimliğiyle anlaman zor oluyorsa, bir insan olarak bak, yaptıklarını sen yapar mıydın, bunu sor kendine.

Diğerleri de çok ilginçler: Muhammed, Gandhi, Atatürk, Buda, Hitler, Travis, Raskolnikov, Dostoyevski… Hepsi sanki birer sanat eseri. Sanatçının adını sen koy: Tanrı, Dünya, Hayat, Aile, Doğa, Toplum veya kişinin kendisi.

Belki de hepsi.

İnsanlara sanat eserleri gibi bak, bu gözle incele onları, yargıda bulunmadan önce anlamaya çalış: Neden öyleler? Neden şu şekilde davranıyorlar? Falanca özelliklerini nereden edinmiş olabilirler?

Karakterlerine bu gözle bak, annenin bazen sana bakıp düşündüğü gibi hisset: “Bu insanı ben mi var ettim?”

Her sanatçı eserine aşıktır, yarattığın karaktere aşık ol, onu doğurduğun için kendinle gurur duy. Sonra dön, seni doğurana bak.

Sor kendine: Anne(m) olmak nasıl bir şey?

“What’s Eating Gilbert Grape / Gilbert’ı Ne Yiyor?” filminin çok şişman annesi, düşük zekalı oğlu (Leonardo DiCaprio) nezarete atılınca onu kurtarmaya gider. Yıllardır evden ilk çıkışıdır bu, çünkü insanlardan utanmaktadır, kendi utancıyla oğlununki arasında bir seçim yapması gerektiğinde hiç tereddüt etmez.

İki utanç arasında seçim yapmak nasıl bir şey?

Nazi subayı Sophie’den (Meryl Streep) çocuklarından birini seçmesini ister, seçtiği onunla kalacak, öteki bir başka toplama kampına, büyük ihtimalle gaz odasına yollanacaktır. Kendisine tanınan kısacık sürede Sophie seçimini yapamaz, iki çocuğunu da alırlar.

Sor kendine: Çocuklarından birini seçebilir misin? Birini kurtarırken, ötekini ölüme yolladığını bilerek yaşayabilir misin?

Şimdi anlıyor musun Schindler’in gözyaşlarını? Biraz da eski bencil haline ağlamıyor mu dersin?

Yakandaki rozetle bir kişinin yaşamını kurtarabileceğini bilsen sen ne yapardın? “Kurtarırdım” diye atlama hemen, önce sor kendine: “Bir rozetin bir yaşam etmesi nasıl bir şey?” Bu soruyu yanıtlamadan Schindler’i anlayabilir misin?

Tabii ki anlarsın, ama kavrayamazsın. Anımsa: İdrak, yüreğin işidir.

Her insan bir sanat eseridir, Schindler de, rast gele seçtiği insanları dürbünlü tüfekle vuran komutan Amon da. Onun bunu nasıl yapabildiğini anlamak için kaç rozet verirdin?

İzin ver, Amon’un attığı mermiler senin de yüreğine saplansın, sadece orada öldürülenleri değil, tüm vurulanları anlarsın.

Izin ver kendine, o dürbündeki göz seninki olsun, az sonra canını alacağın birine, o balkondan, o tüfeğin arkasından bakmak nasıl bir şeydir acaba? Bu soruyu yanıtlamadan herhangi bir cinayeti yazabilir misin?

Tabii ki yazılır, ama etkisi az olur. Anımsa: Yürekten çıkmayan, yüreği vurmaz.

Yüreğinden çıkabilmesi için önce senin hissetmen gerekir. Hissedebilmek içinse ya yaşayacaksın, ya da yaşayan birine bakıp onunla bağ kuracaksın. Televizyonda, gazetelerde gördüğün katillerin gözlerine bak, ruhlarını okumaya çalış. Onları düşün, sorular sor, her sorunun cevabını mutlaka alırsın. Tabii açık olursan. Senin içinde de bir Amon ya da Travis olduğunu kabul edebilirsen. İçinde bir katil yoksa zaten cinayetleri yazamazsın ki.

Anımsa: Aynı hamurdan yoğrulduk, aynı fırında pişiyoruz. Bir başkasının yaşadığını sen de yaşayabilirsin, hissettiklerini anlayabilirsin. Bağ kurmaya çalışman yeter.
Bir başka ruhu anlamak için, kendi ruhu bak.

Sor kendine: Bir yolcu uçağını gökdelene bilerek çarptırmak nasıl bir şey?

Kendine izin verirsen Amon’un gözü olabilirsin, bir başka dürbünlü tüfeği Kennedy’ye doğrultabilirsin, bir başka namlunun ucunda Taksim Meydanı’nda 1 Mayıs’ı kutlayan kalabalık da olabilir.

Bir meydanda vurulmak nasıl bir şey?

Bir kalabalığa ateş etmek nasıl bir şey?

Bir kalabalığa hitap etmek nasıl bir şey? Onlara müziğini çalmak. Şarkı söylemek…

Sor kendine: Mozart olsan neler hissederdin? Salieri olsan Tanrı’ya isyan eder miydin, o yeteneği sana değil de Mozart’a verdiği için? Hayran olduğun bestecinin eserlerini engellemeye çalışır mıydın?

Bunları yaparsan aynada kendine bakabilir misin?

Bu soruları samimiyetle cevaplarsan Salieri’yi anlarsın, anlamak kabulü getirir, anladığın an, artık yargılayamazsın.

Sor kendine: Beethoven olsan bestelediğin müziği duyamamaya katlanabilir miydin? Çok acayip değil mi, duymadığın bir orkestrayı yönetmek? Çaldığı piyanonun üstüne kulağını dayayan besteciyi oynamak nasıl bir şey?

Koy kulağını masaya, Beethoven ol, melodiyi duy, notalar dans etsin ruhunda.

Daya kulağını, ruhunu aç ve sor kendine: İçinde hiç nota duymamış bir senarist bir besteciyi yazabilir mi?

Beethoven’ın müziği seni büyülüyor olabilir, küçümsediğin bir sanatçıyı, örneğin Ed Wood’u yazabilir miydin? Tim Burton olsan, “Ed Wood”u çekmeyi kolay mı bulurdun? O büyüleyici sahnede, Orson Welles’le kafede sohbet ederken Ed neler hissetmiştir dersin? Hadi yap seçimini, imkan tanınsa hangisi olmak isterdin?

Ed Wood da çok ilginç bir insan, o da aynı fırında pişiyor, onu anlamak da, ötekini anlamak kadar değerli, çünkü her birimizin içinde bir Orson Welles’e karşılık bir de Ed Wood var, aynada Şeytan’ı oynayan De Niro’nun gözlerini de görebilirsin, İsa’yı canlandıran Willem Dafoe’nunkileri de.

Bir göğsünden Mozart emiyor, ötekinden Salieri.

Sadece Mozart olduğunu sanırsan, Salieri seni içinden vurur.

Barış onunla, onu da kutsa, ondan da büyülen. Ancak böyle anlarsın ikisinin aynı kişi olduğunu, ikisinin “bir” olduğunu.

Hem Mozart’sın, hem Salieri… Kendinle barış, kendini kutsa, kendinden büyülen.

Onlara kendini anlat; en çok bundan etkilenirler.

Onlara kendilerini anlat; en çok bunu isterler.

Onlara aynı olduğumuzu anlat; en çok buna ihtiyaçları var.

(İlk yayın: http://tamerbaran.blogspot.com/2011/07/insanlardan-buyulen.html)

Tamer Baran