Bir festival daha gelip geçti. 24. Uluslararası İstanbul Film Festivali, toplam 166 filmiyle beklentileri yine boşa çıkartmadı. Eskiden daha çok filmkoliklerin ilgilendiği film festivali, son senelerde sponsorların tanıtımlarıyla birçok insan tarafından konuşuluyordu. Fakat bu sene daha festival başlamadan önce, açılış için gelmesi beklenen Emmanuelle Beart’ın son anda gelmekten vazgeçmesiyle sesler magazinsel basında bile yükseldi. Fransız aktrist gelmeme gerekçesi olarak 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde Türkiye’de dayak yiyen kadınların dünya medyasında gösterilen görüntülerini öne sürdü: “Kadınların dövüldüğü bir ülkenin film festivaline katılmam.” dedi. Festival komitesi aylar öncesinden geleceği garanti olan aktrist son anda gelmeyince, başta hafif telaşlansalar da, son anda ikna edilen ‘İtalyan diva’ Sophia Loren’in açılışa gelişiyle rahat bir nefes aldılar. Bu senenin davetlileri arasında göz kamaştıran isim Sophia Loren olsa da, İstanbul bir kez daha sinema dünyasının birçok devini ağırladı. Kimler mi, efendim, özellikle kadınların kült filmi Piyano’nun yönetmeni Jane Campion, yine usta bir kadın yönetmen Claire Denis vb.

 

Ben de bu sene festivale yirmi gün öncesinden çıkan film katalogunu her zamanki gibi çizip ezberleyerek katıldım. Katalogu elime aldığımda “buna gitmek istiyorum, buna da, ee buna da” derken adeta gözüm döndü. Bir baktım ki bu gidişle neredeyse otuz beş-kırk filme gitmem gerekecekti. Fakat festival boyunca her sene yaklaşık on-on iki filme gitme geleneğimi yine bozmadım. İlk tercihlerim ‘Ustalara Saygı’ bölümünden seçtiğim İrlandalı yazar-yönetmen Neil Jordan’ın iki filmi oldu. Biri ‘84 yapımı “Mona Lisa”, diğeri hep izlemek istediğim ‘92 yapımı “The Crying Game”di (Ağlatan Oyun). “Mona Lisa” filmi, fonda daha ilk kareden eşlik eden, unutulmaz Nat King Cole’un taze kahve kokusu gibi sıcacık sesiyle, sabah sabah içime işledi. Yıllar önce, çocukluğumda izlediğim ve pek bir şey anlamadığım bu filmden Beyoğlu Atlas Sineması’ndan epey etkilenerek ayrıldım. “The Crying Game” için fazla söze gerek yok gerçekten olağanüstüydü. Daha sonraki tercihlerim ise tabii ki sevdiğim yönetmen Roman Polanski filmleriydi. Hem de Polanski’nin ilk zamanlarına ait filmler festivalde gösteriliyordu, bu fırsat kesinlikle kaçmazdı. Dört filmini seçtim.

 

Polanski filmlerinden ilk olarak başrolünü sinemanın büyülü kadınlarından biri olan Catherine Deneuve’ün oynadığı ‘65 yapımı “Repulsion” (Tiksinti) adlı filmi seçtim. Filmde Carol adlı başkarakterin travmatik ruh durumunu izlerken aklıma 80’li yıllarda başarılı depresif kadın karakterlerini canlandıran Müjde Ar geldi. Filmden çıkınca kendi kendime bir fantezi yarattım ve dedim ki “Polanski eğer Müjde Ar’ı 80’li yıllarda izleseydi belki de Apartman Üçlemesi adlı serinin ilk filmi olan “Tiksinti”nin daha sonra çekilen devam filmlerinde ona rol verirdi.” Neyse efendim böyle düşüne düşüne İstiklal Caddesi’nde turladım.

 

İkinci Polanski filmim ise Shakespeare’in muhteşem “Macbeth”i oldu. Bu filme Çisel’le gittik. Fakat film umduğumuz gibi değildi, evet Shakespeare’in şahane şiirsel metnine sadık kalınmıştı ama ‘71 yapımı film bu devre göre bence geride kalmıştı ve film boyunca Çisel’le bunaldık, hatta filmin ilk yirmi dakikasında salondan ayrılan izleyiciler oldu. Sonradan Çisel anlattı da güldük; yanındaki adam bir ara bunalarak elleriyle yüzünü kapatıp ofluyormuş. Önümüzde ve arkamızda da bu tip görüntüler yaşandı.

 

Üçüncü Polanski filmim, ‘67 yapımı olan “Korkusuz Vampir Avcıları “adlı filmdi. Filmi çok beğendim. Dördüncü Polanski filmim ise muhteşem “Chinatown” (ÇİN MAHALLESİ) adlı film oldu. Jack Nicholson’un karizmatik oyunculuğuyla Faye Dunaway’in çekiciliği birleşince insan etkilenmeden edemiyor. Atlas Sineması’ndan yine kafamda binlerce hayalle çıktım.

 

Film festivalinin gala gösterimlerini de es geçemezdim, ben de tercihlerimi Çinli yönetmen Wong Kar Wai’nin son filmi “2046”yı seçerek kullandım. “2046” kurgusu, oyunculuklarıyla eğer sezonda oynarsa herkese tavsiye edeceğim bir sinema şaheseriydi. Film boyunca mistik, uçucu bir aşkın simgelendiği “2046”yla birçok yere gittim geldim. Galalardan ikinci tercihimse üç yönetmenin birlikte çektikleri EROS adlı film oldu. Bu üç yönetmen Steven Soderberg, Michelangelo Antonni ve Wong Kar Wai’ydi. Üç farklı anlatımıyla senaryosuyla yine sezonda oynarsa kesinlikle kaçırılmayacak bir filmdi.

 

Festivalin “Sinemanın Çılgın Yaratıcıları” bölümünden ise tercihim iki filmiyle deli, şahane John Waters oldu. Biri bu deli yönetmenin (yine Çisel’le gittik) son filmi “A Dirty Shame” (Kirli Utanç) adlı filmiydi. Film boyunca Çisel’le kahkahalarla güldük. İkinci John Waters imzalı filmim ise sinefillerce klasik sayılan ‘81 yapımı “Polyster” oldu. Amerikan toplumunu ve ailesini acımasızca karikatürize eden film gerçekten de iyiydi.

 

Benim seçtiklerim bunlardı ama benim listemde olmayan çok daha iyi filmler de mutlaka vardı. Hatta gitmek istediğim ama on beş gün öncesinden bile biletlerin tükendiği filmler vardı, mesela açılış filmi “Lavanta Kokulu Kadınlar” ve gala bölümünde yayınlanan “Vera Drake” gibi. İlk kez 1998 senesinde Akademi İstanbul’da okurken gitmeye başladığım Uluslarası İstanbul Film Festivali, yıllar sonra anlıyorum ki insanda alışkanlık yapıyor ya da ben gittikçe sinefil oluyorum, hatta olduğumu kabulleniyorum.

 

Bir festival daha geçti. Artık seneye 25. Uluslararası İstanbul Festivali’nde buluşmak üzere…

 

Herkese 35 mm. hayatlar…

Cüneyt Duru