Bütün dünyada yankılar uyandıran, ödüllü film “İbrahim bey ve Kuran’ın çiçekleri” nihayet Türkiye’de gösterime girdi. 11 Eylül ertesi, Batı Dünyası’nın tüm müslüman dünyayı barbarlıkla özdeş tuttuğu bir zamanda çekilen film özellikle Anadolu’nun Mevlevilik ekseninde yükselen hoşgörülü, tasavvufi müslümanlığına bir övgü niteliğinde. Film yaşlı bir Sufi Türk’le ile yeni yetme bir Yahudi çocuğun dostluğu üzerinden dünyaya barış, sevgi ve dostluk mesajları veriyor. Yeni aktüel kitabın ödüllü yazarı erıc-Emmanuel Schmıtt, yönetmeni Françoıse Dupeyron ve başrol oyuncusu Pierre Boulanger’le filmi ve Türkiye’yi konuştu.
2003 Venedik Film Festivali’nin açılış filmi olan “İbrahim Bey ve Kuran’ın Çiçekleri” bütün dünyada büyük ilgi gördü. Başrolde, yaşayan bir sinema efsanesi, unutulmaz ‘Dr. Jivago’ Ömer Şerif var. Şerif, filmle birlikte adeta sinemada yeniden doğuşunu kutladı ve bunu da “En İyi Erkek Oyuncu’ ödülüyle taçlandırdı. ‘Momo’ rolünde büyük bir başarı sağlayan ve Chicago Film Festivali’nde ‘En İyi Erkek Oyuncu’ ödülü alan Pierre Boulanger de bütün dünyada tanınır oldu.
Filmin oyunculuk açısından bir diğer sürprizi ise, küçük bir sahnede Brigitte Bardot rolünde izlediğimiz Isabella Adjani.
Filmin sinemasal yanını bir yana bırakırsak, bir bölümü İstanbul’da bir bölümü de Kapadokya’da geçen bu film Anadolu topraklarına çok sıcak bir selam çakıyor öncelikle. Özellikle Mevlevilik temelinde yükselen film yaşlı müslüman sufi bakkal İbrahim’in ağzından dünyaya barış, iyiniyet, sevgi mesajları veriyor. Batı’nın barbarlıkla özdeş tuttuğu İslam dünyasına farklı bir pencere açııyor. Binlerce yıllık bir tassavufi geleneğin penceresinden müslüman dünyanın başka bir yüzünü, başka bir yorumunu anlatmaya çalışıyor dünyaya. Filmin tam da 11 Eylül’den sonra çekilmesi aslında, Batı dünyasından bakarsak tam da bir cesaret örneği. Zaten filmin yönetmeni Françoise Dupeyron da bu gerçeğin altını çiziyor ve ikiye bölünmüş dünyaya karşı yapmalıydık bu filmi diyor. Aslında 60’ı yılların Paris’inde başlıyor film. Mavi Sokak denilen bir Yahudi mahallesinde ergenlik çağındaki Moiz (Momo) annesi tarafından terk edilmiş, avukat ve hayatından sürekli hoşnutsuz babası ile yaşamaktadır. Çevredeki genelevlerde fahişelerle arkadaşlık kurarak, mahallede Arap diye tanınan mahalle bakkalı İbrahim’le arkadaşlık kurar. Aslında İbrahim, bir Arap değil, yıllar önce Paris’e göçmüş Türk’tür ve Sufi’dir. Moiz’in babası intihar edince İbrahim küçük çocuğu evlat edinir ve bir yandan ona hayatı öğretirken, bir yandan da Kuran’dan yaşam, aşk ve mutlulukla ilgili öğütler verir. Sonunda bir gün bakkala kilidi vururlar ve kırmızı bir arabayla Türkiye’ye doğru yola çıkarlar. Burada Mevlevileri, şiiri, dindarlığı, hayatı tanımaya başlar. Yaşlı bakkal genç Yahudi çocuğa hayat hakkında öğütler verirken, sürekli “Kuran’ımda neler olduğunu biliyorum” diye sesleniyor. Bu seslenişte aslında kendi yorumladığı Kuran var. İçinde sevgi, barış ve çiçekler olan bir Kuran. Farklı kültürlerin, dinlerin pekala birarada yaşabileceğini sade iki insanın öyküsünden yola çıkaran anlatan film, aynı mesajı çok derin politik mesajlarla vermeye çalışan binlerce filme taş çıkartacak derecede derin ve etkileyici bir masal. Ama yine yönetmenin deyişiyle “Masallar unutulmaz ve uykuda bile devam eder.”
Kitabın yazarı Eric-Emmanuel Scmitt, yönetmen Françoise Dupeyron ve başrol oyuncusu Pierre Boulanger sorularımızı yanıtladı.
* Mösyö İbrahim ve Kuran’ın Çiçekleri öykü olarak yaşanmış bir olaya dayanıyor mu? Kitap otobiyografik öğeler taşıyor mu?
– Bu hikâye, bir parça benim Paris’te Rue Bleue’da (Mavi Sokak) yaşadıklarım, bir parça Yahudi bir arkadaşımın hayatından esinlenmem. Geri kalan kısmı da hayal gücümün ürünü. Bu kitabı, Müslüman ve Yahudiler’in arasında yaşananların sadece İsrail’de olanlarla sınırlı olmadığını göstermek için yazdım. Dünyanın birçok bölgesinde, Lübnan, Fas ve Tunus’ta, Avrupa’nın büyük kentlerinde Hıristiyan, Müslüman ve Yahudiler uyum içinde yaşıyor. Ben de bu değişik yerlerden gelmiş insanların bulunduğu karışık mahallelerde oturduğum için, oraların günlük yaşamındaki insanlık ve huzurundan bahsetmek istedim. Bana iltifat etmek için bir masal yazdığımı söyleyenlere karşı çıkıyorum, çünkü oldukça gerçekçi olduğumu düşünüyorum.
* Sufizm ve Tassavufla ilgili bilgi edinmek için hangi kaynaklara başvurdunuz? Sizi etkileyen ne oldu?
– Rumi’nin eserlerini keşfettiğimde çok etkilendim. O kadar güçlü ve ilham dolu mistik şiirler ki, sınırları aşıp bir Avrupalı’nın kalbine hitap ediyor. Önemini hafife almamanız lazım. Birçok İngiliz, Alman, Fransız entelektüel İslam’a, Rumi’nin aktardığı Sufizm vasıtasıyla hayran kalmışlardır. Dans ederek ibadet etmek, semazenler, benim çok ilgimi çekti. Ben ki bir dansçının oğluyum ve deneyimden çok izlemekten vücut üzerinde çalışmaların ruhu ne kadar rahatlattığını biliyorum.
* Dünya neredeyse bir dinler savaşına sürüklenecek gibi. Sizce sizin eserleriniz böyle bir dünyada neyi ifade ediyor?
– Bugünün dünyasının geçmişten daha karışık olduğunu düşünmüyorum. Her zaman kaotik bir durum vardı ve iyilik yapmak hep kişisel bir inisiyatife dayalıydı. İnsanlık gelişmiyor; ne iyiye doğru ne de kötüye. Bugünün insanı Coca Cola içiyor veya plastik bir taburenin üstüne oturuyor diye Platon’dan ne daha akıllı, ne de daha ahlâklı. Sadece içsel bir çalışma, düşünmek, meditasyon, gözlemcilik, merak bir insanın ilerlemesini daha iyi olmasını sağlar.
* Filmde “yavaşlamaya” bir övgü var, bu aynı zamanda bir tüketim toplumu, bir kapitalizm eleştirisi mi?
– “Yavaşlık, budur mutluluğun sırrı” diyor İbrahim Bey. Evet, küçük bir ticarethane işletmesine rağmen sürekli hareketlilikten uzak, keyiflerin ve maddelerin aşırı tüketiminden uzak tutmuş kendisini. Zengin olmayı değil, mutlu olmayı aramış. “Sahip olmak”’la “olmak”’ı karıştırmamış. İç huzurunun ve gülümsemesinin hiçbir zaman sahip olduğu eşyalara bağlı olduğunu düşünmemiş. O bir bilge, etrafımızda birçok örneği olan sessiz ve gizli bilgelerden.
* Olumsuz tepki aldınız mı?
– Bazı insanlar Momo’nun o kadar erken yaşta kadınları tanımasına şok oldular. Ama bu eleştiriler hikâye hakkında değil, o eleştiriyi yapan insanlar hakkında daha çok şey söylüyor.
* Neden Mösyö İbrahim sürekli “Benim Kuran’ım” diyor; burada anlatılmak istenen kendi içinde yorumladığı Kuran mı?
– Evet. Kuran’a olduğu kadar kendi okuyuşuna da gönderme yapıyor. Kitabın ismi “İbrahim Bey ve Kuran’ın Çiçekleri” aynı fikri anlatıyor: Kuran’ında olanlar ayrıca onun içine koydukları da. Kağıtlarının arasında kuruttuğu çiçekler onun hayatını ve metinleri yorumlamasını simgeliyor.
* Müslüman ve Yahudi çevrelerinden nasıl tepkiler aldınız?
– Yahudi çevrelerinden negatif tepkiler bekliyordum, çünkü Momo babasından tam bir Yahudi eğitimi almamış bir çocuk: “Yahudi olmak nedir tam bilemiyorum, sadece benim başka bir şey olmamı engelleyen bir şey” diyor. Şaşırtıcı olarak tam tersi çok pozitif, hâttâ coşkulu tepkiler aldım Yahudi çevrelerinden. Hikâyenin ne demek istediğini tamamıyla anlamışlardı. Kitap öğretmenlerin öğrencileriyle, Yahudi, Müslüman ve Hıristiyan öğrencileriyle hoşgörü üzerine konuşabilmeleri için bir zemin yarattı.
* Momo’nun babasının kitaplarını satıp, fahişelerle birlikte olması okumaya bir tepkisi mi?
– Bu hikâyede paradoksal olarak, bir kitabın dininden bahsediliyor (İslam) ve aynı anda tüm kitaplar için de bir güvensizlik ifade ediliyor. Neden? Çünkü bir kitap ve kitabı nasıl kullandığımız farklı şeylerdir. Aynı metin algılandığı şekle göre akıl verebilir, fanatik düşünce de… Arabulucu bunun için çok önemli, çocuğa kitaba ulaşım hakkı veren iyi niyetli adam.
* Momo neden annesine benim adım Muhammed diyor?
– Momo hayali bir kimlik değişikliği gerçekleştirir. Bu şekilde onu terk eden annesine onunla tek ilgilenen ve onu seven kişi İbrahim Bey’i seçtiğini anlatıyor. Bu dinsel bir tercihten ziyade duygusal bir tercih. Zaten sonunda Momo, İbrahim Bey’in bakkalını devralır ama hiçbir yerde Müslümanlığı seçtiğine dair bir şey yoktur. Momo’yu karşılıksız seven İbrahim Bey’in amacı o değildi.
* Kitabınız bir üçlemenin ikinci kitabı, üçlemenin diğer kitaplarından biri Budizm’e, diğeri de Hıristiyanlığa adanmış. Din ya da dinler sizin için ne ifade ediyor.
– Ben 80’li yıllarda üniversitedeyken Parisli entelektüeller Tanrı’nın öldüğünü ve dinlerin can çekiştiğini söylüyorlardı. Kendilerinden emin olarak, materyalistiklerini bir saniye olsun sorgulamıyorlardı. 20 sene sonra kendimi Allah’ın varlığını düşünmeye zorunlu hissediyorum, en azından soru şeklinde ve dinlerin milyonlarca insanın kalbini çarptırdığını ve hayatlarını düzenlediğini düşünüyorum. Dinlerle ilgilenmeliyiz, bu görüneni ayakta tutan görünmeyen mimari. Kaderleri yöneten de o samimi öğütler. Zor problemlerle karşı karşıya kalan çocukları anlattığım bu hikâyeleri yazarken bir dinden bahsediyorsam diğer dinlerden de bahsetmem gerektiğini düşündüm. Dinler, diller gibi, daha çok bildiğinizde daha iyi olursunuz, daha çok bildiğinizde kendinizinkini de daha iyi tanırsınız.
* Sizce Türkiye AB’nin bir parçası olmalı mı?
– Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesini destekliyorum. Hâttâ Avrupa’nın, Türkiye’den daha avantajlı olacağını düşünüyorum böylelikle. Çoğunluğu Müslüman olan bir ülkenin, milletlerin barış ve iyiliğine adanmış bir politik biriliğe girmesi muhteşem olur.
FRANÇOISE DUPEYRON (Yönetmen)
* Bu filmi yapmaya nasıl karar verdiniz? Ne sizi böyle bir filmi çekmeye itti?
– Filmin uyarlandığı kitabı yeni okumuştum ve hemen prodüktöre bu hikâyeden bir film yapmak istediğimi bahsettim. Tam o sırada 11 Eylül olayı patlak verdi. Toronto’da savaş sırasında yüzü deforme olmuş bir askerin hikâyesi olan “La Chambre des Officiers” adlı filmimin tanıtımı için bulunuyordum. Savaşı suçlayan, acılarıyla insanı yüzleştiren bir filmdi. Toronto’da televizyonlarda 11 Eylül’le ilgili inanılmaz görüntüler vardı, ülkeden ayrılabilecek hiçbir uçak yoktu, kapanıp kalmıştık ve hepimizin aklına aynı soru geliyordu: “Böyle bir film yapmak için doğru bir zaman mı?” Cevabımız çok net oldu; evet! Dünya gözümüzün önünde ikiye ayrılıyordu, daha kötüsü, her geçen gün biraz daha ayrılacaktı. Bu apaçık ortadaydı! O zaman tam tersine geri çekilmek yerine, değişik dinden, ırktan, kültürden insanların beraber yaşayabileceği tekrar tekrar vurgulanmalıydı. İnsanların birbirlerini yok etmek yerine birbirleriyle mutlu olabileceğini, yardımlaşabileceğini söylemek lazımdı. Hoşuma giden yazarın doğru tonu bulmuş olmasıydı, gerçekçilik ve ütopya arasındaki doğru yolu, bir masalla anlatmıştı. Masal, anlatının en eski formlarından biridir, hep açık, sessiz bir düşünceye yönlendiren, sonrasında uykuda devam ettirebileceğimiz, konseptlerden çok resimlerle oluşan bir şeydir.
* Bu film sizin için ne ifade ediyor?
– Benim için bu film belli bir olgunluğa erişmiş bir adamın düşüncesini yansıtıyor. Bu kelimeyi “bilgeliğe” tercih ediyorum. Bilgelik bu dünyaya ait değilmiş gibi geliyor bana! E.E. Schmitt daha henüz genç ama bana bu kitabında az kimsenin erişebileceği derinliklere gelmiş gibi geldi. Büyükbabanızın bir kış akşamı veya yıldızlı bir yaz gecesi size bir hikâye anlattığını hayal edin, hayatınız boyunca bir hazine gibi saklayacağınız bir hikâye; her üzüntülü olduğunuzda, her hayatın gözlerinizi kapatacak kadar karanlık olduğunda, düşeneceğiniz. Belki de benim büyükbabam olmadığı için istedim bu hikâyeyi!
* Müslüman dünyadan nasıl tepkiler aldınız filmle ilgili?
– Tepkiler ülkelere göre değişiyor. Fransa’da film çok orta düzeyde gitti. Zannedersem filmin en yanlış anlaşıldığı ülke oldu. Dünyanın her yerinde İtalya’da, İspanya’da, Almanya’da, çok iyi iş yaptı ve çok iyi karşılandı… ABD’de bile, birkaç seansa katıldım.
* Türkiye’de nasıl bir mekan araştırması yaptınız?
– 15 senedir Türkiye’ye geliyorum. Kapadokya’da doğanın ve havanın eşssiz sihirli ve saf ortamı var. Semazenler ve Nail Kesova’yı filme çektiğim Tekke’yi tekrar ziyaret etmek isterim. O odaya ilk girdiğimde tek başımaydım ve gözlerim doldu hiç nedensiz… Saklanmak zorunda kaldım birisi görmesin diye. Çok şiddetli bir duygunun şokunu yaşıyordum. Birkaç adım sonra başka bir odada buldum kendimi. Orada hâlâ etrafında öğrencilerinin sardığı bir azizin huzurla yattığını gördüm. Burada çekmem gerektiğini anladım. Bu mekan kutsal çok güçlü bir gizemle dolu… Sadece oraya girmemi sağlayan bu filmi yapmamı sağladığı için Tanrı’ya teşekkür ediyorum.
* Günümüzün dinler çatışmaları yaşanan dünyasında filminiz barış için ne ifade ediyor. Laik ve Müslüman bir ülke olarak Türkiye için ne düşünüyorsunuz?
– Film çekileli 2 sene oldu; politik durum o kadar dramatikleşti ki dünyanın başka şekilde yürüyebileceğini unutur hale geldik. Bunun bir hayal veya ütopya olmadığını, gerçekleşmiş olduğunu düşünüyorum ve yine olacağını! Çünkü hiçbir şey sonsuz değildir, sistemler yıkılıp yerine yenileri gelir. Bulutların arkasında her zaman güneşin olduğunu asla unutmayanlardanım. Benim için Türkiye ne ifade ediyor? Sinema yapmamın nedeni belki de orada sınırların, limitlerin olmaması… Sadece kadınlar, erkekler, duygular, gülüşmeler ve gözyaşları. Ülkenizdeyken kendimi evde hissetmek hoşuma gidiyor. Birçok kez Türkçe bir şeyler sordular bana ve sadece bir gülümsemeyle cevap verebilmiş olmaya üzüldüm. Ama bu da birşeydir ve çoğunlukla karşılığında başka bir gülücük alıyorum. Senaryoların en kötüsü bugün bize oynatmak istedikleri senaryodur. İkiye bölünmüş bir dünya, birbirlerine doldurulumuş insanlar. Sadece bir çocukla gözgöze gelmek yetiyor İbrahim’in haklı olduğunu bilmek için, “Önemli olan gülümsemektir!”
PIERRE BOULANGER (Başrol oyuncusu – Momo)
* Momo karakterini nasıl yarattınız?
– Çekimlere başlamadan önce François gerçek replikler üzerinde değil senaryoya uygun doğaçlama diyaloglarla benim karakterime yakınlaşmamı sağladı. François benim! Yeni Dalga havasını daha iyi verebilmem için, Belmondo’nun “Serseri Aşıklar” filmindeki rolünden ilham almamı istiyordu.
* Ülkemizle ile ilgili izlenimiz nedir?
– Türkiye çok özel bir ülke. Birkaç sene önce ailemle Bodrum’a bir tatil köyüne gitmiştim. O bölgenin turistik yönü beni biraz hayal kırıklığına uğrattı çünkü Türkler’le hiçbir iletişimim olmadı. Neyse ki film gözlerimi açtı ve Momo’nun aydınlanma yolculuğu bir bakıma benimki de oldu. İlk Türkçe kelimelerimi Momo’yu takip eden küçük çocuktan öğrendim. Kelimeleri bir taşın üzerine kazıyor ve anlamlarını el kol hareketleriyle anlatmaya çalışıyordu. Filmde rol aldığı iki gün boyunca birbirimizden ayrılmadık. Bana değişik böcekleri tanıttı, bazı bitkilerin yendiğini, inanılmaz derecede uzağa taş atmayı öğretti. Türkiye’deki günlerimin belki rüya gibi ama Türkiye’yi düşündüğüm zaman aklıma gelen; ufukta güneş kaybolurken Boğaziçi’nin kıyılarında yükselen minarelerden gelen ezan sesleri, Kapadokya Vadisi’nin muhteşem görüntüleri, bilinçlerini kaybeden, ruhlarını Allah’a yükselten, durmadan “kalplerinin etrafında” dönen Semazenler ve küçük çocukların sürüleri çıplak ayakla koşturarak sürdükleri dağların eteklerindeki dünyadan tamamıyla kopuk küçük köyler. Bütün bu resimlerden aklımda kalan şey barış hissi. Türkiye’yi seviyorum, Türkiye’de kendimi iyi hissediyorum.
* Filmden sonra nasıl tepkiler aldınız?
– Venedik muhteşemdi. Gazeteci ve fotoğrafçı ordusu tarafından takip ediliyorduk. Ömer Şerif’i gerçekten hakettiği bir ödülü alırken görmek güzeldi. O zamana kadar bir film için bu kadar promosyon çalışması yapıldığını bilmiyordum. Fakat röportajlarda biraz hayal kırıklığına uğradım. Tek sorulan soru “Ömer Şerif’le oynamak nasıldı?” olmuştu. Açıkçası rolümle ilgili daha çok soru bekliyordum.
(İlk Yayın: Yeni Aktüel)