Uzun zamandır hiçbir şey yazmak istemiyordum. Fena halde aram bozuktu iyi yeteneklerimle. Ne şarkı söyleyebiliyordum ne de yazabiliyordum.  Ama bugün “Babam ve Oğlum” filmini izledim. Hayatımda ilk defa kocaman bir salonda kocaman insanların yanında kocaman bir insan gibi ağladım. Evet… Belki şaşırılacak bir şey değil ama ben şaşkınım. Hem filmin güzelliğine hem de kendime. Çok konuşulan şeyleri okumayı, dinlemeyi ve izlemeyi sevmem ama ilk defa kulağımı tıkayıp çok konuşulan bir filme gittim. Cüneyt’le gitmiş olmam durumu daha da zora soktu. Bir gün önce yolda “filmde herkes ağlıyormuş Çisel” demişti.  Bende her zamanki “küstah ve kendinden emin” tavrımla “aman boşversene, ben hiçbir filmde ağlamadım, ağlamam kimsenin yanında” demiştim. Aramızdaki inatlaşma sonunda gittik file. Film başladı. Herkes ağlamaya fazlasıyla meyilliydi. Yaş ortalaması 40’ın üzerindeydi. Ne olur ne olmaz diye gözlüğümü unuttuğumu bahane ederek ön ve boş bir sıraya geçmeyi başardım. Evet, ağlamaktan ve hatta ağlamak düşüncesinden bile bu kadar utanıyorum. Derken bir anda film akmaya başladı. O ana kadar öyle emindim ki kendimden. Budala!!!

Filmi anlatmalı mıyım? Hayır! İzlemelisiniz. Sadece bir kaç kareyi anlatmam lazım. Açıkçası bir kadınım ve en çok korktuğum şey bir gün bir çocuk sahibi olmak. O kadar kendime aidim ki, başka bir canlının içimde büyümesi düşüncesi beni öldürüyor. Bu dünyaya canımın bir başka eşini getirmek, bu berbat dünyada büyümesini düşünmek canımı yakıyor. Bu filmde bir kez daha anladım. Tüm doğurganlığımı reddediyorum artık. Hepinizin çocuğunu sevmeye hazırım. Bu dünyaya çocuk getirecek kadar bencil değilim ben!!! İşte kadın doğum yaparken bunları düşündüm. Film boyunca o küçük ve başarılı çocuğun rolünü izlerken hep kendime aynı soruyu sordum durdum. “Film hiç iyi başlamadı, ya ağlarsam???”

Yanıma dönüp bakmadım bile… Arkama ya da önüme de… En kritik sahnelerde dahi bakmadım. Ağlayan insanları görüp ağlamanın insani bir şey olduğunu anlamamak için direndim durdum. Aslında hatayı başında yaptım. “Babam ve Oğlum” isimli bir film asla bana göre değildi. Benim; aşk melekleri, ölümcül ihanet, 101 dalmaçyalı gibi isimleri olan yüzeysel, derine inmeyen, içinde duyguyu kısıtlı bulunduran filmler izlemem gerekiyordu. Neden ille de duygusuz bir aptal gibi görünmek istediğimi bilmiyorum! Ama bu film bir ilk oldu hayatımda. Gerçekten özel oldu!

Filmin başında ağlamaya başlayanlar vardı belki de. Ben hiç yüzlerine bakmadım. Meğer varmış gerçekten. Hahaha ben güçlüyüm. Ağlar mıyım hiç? Üstelik film çok komik bir film. Oyuncular harika. Kahkaha attığın bir filmin ilerisi ne kadar “acıklı” olabilir ki? Hem bu film, gerçek değil. Neden ağlatsın ki? Görüntüleri, mekanı, tüm prodüksiyonu dikkatle izliyorum. Filmin konusunu ve diyalogları anlamamak için o kadar çok dikkatimi dağıtmaya çalışıyorum ki bunu ancak ben olsanız anlarsınız. Kısacası filmle her saniyesinde savaştım. Hayatı kendine zorlaştırmak denilen bu olsa gerek! Oysa bir sahne çıkıveriyor aniden. Baba ve oğlunun yıllar öncesine dayanan hesaplaşması… Oğlunun herkesin başından beri anladığı ama kabul etmediği şeyi itiraf ettiği babasına yalvardığı sahne bir anda gözümün önüne dökülüveriyor. Bir tuz tadı! Çok garip, fena değil ama pek tanıdıkta değil. Ellerimi gözlerimi sildiğim belli olmasın diye oynatamıyorum. Gözyaşları dudağımdan içeri giriyor. İşte tuz tadı o! Dudaklarım fena halde titriyor ama çaktırmıyorum. “Yanıma” hala bakmıyorum. Derken yine filmde ya bir saksıya ya bir duvara ya da başka bir nesneye bakıyorum. Yeter ki anlamsız bir şey olsun. Yeter ki bir şey hissetmeyeyim. O sırada film akıyor. Diyalogları duysam da gözüm saksı türevi eşyalarda olduğu için kalbimin atışını kontrol edebiliyorum. Bu kendime ettiğim eziyetten başka bir şey değil. Derken film öyle bir noktada güldürüyor ki beni, kahkaha atıyorum. “Oh” diyorum kurtulduk. Bu arada unuttuğum bir ayrıntı daha var. Fikret Kuşkan’ın filmdeki adı daha en başından filmi beynime kazıyor. Garip bir öncelik hissediyorum. Oysa ki bu da gerçekteki kadar yüzeysel bir duygu benim için. Ama ismi beni rahatsız ediyor! Neden bilmiyorum! Devamında Binnur Kaya’nın ve Hümeyra’nın söz edilemez oyunculuklarıyla büyüleniyorum. Her hallerine gülüyorum. “Yanıma” hala bakmıyorum. Film artık kilitleniyor. Yine sahneler ağırlaşıyor, diyaloglar beynimde çınlıyor, salon dar geliyor. Hiç beklemediğim bir anda o sahneyle karşı karşıya kalıyorum. İşte yakalandım. Kollarını açan o adam benim son nefesim oluyor. Gözlerime engel olamıyorum artık. Elerim hala inatla kıpırdamıyor. Arka arkaya akar mı gözyaşı? Ağlamayacağımdan o kadar eminmişim ki yanımda mendil bile yok. Su yok, hiçbir şey yok. Her şey ağlamam için hazırlanmış sanki. İçimde olup bitenleri kabul edemiyorum. İnsan o sahnelere kendini yerleştiriyor. Kendini o rolün yerine koyuyor. Bu hiç adil değil. Rol çalmak işte! Kendimle savaşıyorum. Hani bildiğimiz bir yenilgiyi kabul etmeyip hep hakemi suçlarız ya… Çağan Irmak’a “hakem olsam daha iyi” diyebileceği kadar çok şey sayıyorum içimden. Aklımdan geçenler gözümden akıyor. Nefesimi tutuyorum, saçlarımı toplar gibi yapıyorum, çantamı düzeltiyorum, koltukta kıpırdayıp sanki ayağım uyuşmuş gibi “ahh” diye sesler çıkarıyorum, bluzumun kollarını ve yakasını düzeltiyorum, ellerimle bacağımı kaşır gibi yapıyorum, kafamı arkaya yaslıyorum, kaldırıyorum, gözlerimi hızlı kırpıyorum, elimi koltuğa dayayıp yanağıma yavaşça götürüyorum, parmak uçlarımı göz kenarlarıma sürüp ıslaklığı daha doğrusu durduramadığım akıntıyı siliyorum, sonra tekrar saçlarımı açıp topluyorum, kafamın arkasını kaşıyorum, hızlı nefes aldığım belli olmasın diye “öhö, öhö, öhö” gibi öksürük sesleri çıkarıyorum. Ve evet ya… Ağlıyorum! Tüm bu vücut hareketleri beni her koltuktan ve hatta makinistin kabininden bile belli ediyor. Oysa o salonda kimse böyle şeyler yapmıyor. İnsan gibi davranmayan bir tek ben varım! “Yanıma” hala bakmıyorum!

Film yine kurtarıyor beni. Yine gülüyorum bir şeylere. Kahkaha atarak hem de! En iyi yaptığım şeyi yapıyorum. Ağladığım duyulmasın diye ve herkes “ay ne şen kahkahalı kız” desin diye en yüksek tonlu ve cilveli kahkahamı fırlatıveriyorum ve hatta dahası öne eğilip ellerimi dizlerime vuruyorum. Artık sona yaklaşıyoruz. Öykü gitgide kendini gösteriyor. “Tamam” diyorum. Daha ne kadar ağlayabilirim ki. Filmi anlatamıyorum. Anlatmak istemiyorum. Gidip göresiniz diye, filme haksızlık olmasın diye. Ben sahneleri gözümün önüne getirdikçe hala tamamlanamayan bir ağlamanın devamını yaşamakla burun burunayım şu an. Ama direniyorum merak etmeyin. Tuhaf görüntülerle bağdaşan tuhaf sözler var filmin içinde. “GİTMEK İSTEDİKTEN SONRA KİMSEYE ENGEL OLAMAZSIN!” diyor mesela. O sahneyi görünce ağlamazsanız bende “sulu gözlünün” tekiyim. Hadi bakalım!  

Bir söz daha… “ne gidebildim ne kalabildim. En kötüsü bu işte arada kalmak”.

Bir oda var filmin başından beri hep kilitli. Bana benzetiyorum o odayı. Hep kilitli! Herkes tahmin ediyor içinde ne olabileceğini… Kabul etmiyor oysa! Gerçeklerden kaçmak hep kolaydır ya belki de ondan. Ama açılıyor oda! Ben de… Salon da… Yanımda oturan adam da… Herkes ağlıyor belli. Artık saçımla oynamıyorum. Ama kendimi çok fazla sıktığımı hatırlıyorum. Filmin son sahneleri hiç adil değil. Belli ki insanlar ağlasın diye yapılmış. Ama hayır. O kadar gerçek ki… her an yaşanabilir, her an! O sona yakın sahnede odadaki sahnede artık iyice akıyor gözyaşlarım. Son sahnede yapılacak pek bir şey yok. Zaten gözlerinizdeki aptal yaşlar görmenizi engelliyor. Sadece hissedebiliyorsunuz. “Bırak kızım kendini” dediğim sahnede şu söz vardı. “İnsanlar büyüdükçe hayaller küçülür mü baba?” Evet dedim kendi kendime. Küçülür…

Çocuk her baba dediğinde ben daha da çok ağladım. Çok aptal görünüyor olmalıydım. İnsan olmak aptallık mıydı? Ne bileyim ben…

İlk defa birilerinin yanında bir film için ağladım. Film bitti. Yanıma baktım. “Aaaa sen de ağlamışsın, bak ağladın işte” diyen bir ses. fark ettirmemekte ne kadar başarılıyım baksanıza. Filmin ortasından itibaren iç çekiyorum oysa… O da bunu söylediği anda artık ben ben değildim. Ya da beni fark ettim. Bir ara “ay halimize bak” diyip kahkahayla hıçkırığımın birbirine karıştığını fark ettim. Bu da bir ilkti. Gülerken ağlamak! Çok iyiydi!…

Kendimizi toplayabilmek için oturduk salonda. Daha fazla açık vermemek için ekranda akan prodüksiyon cast’ına bakıp bakıp sanki isimleri bir bir tanıyor muşum gibi “aaa bak şu da varmış” gibi laflar ettim. Müziği Cihan Okan seslendiriyordu. Cüneyt’te çaktırmadan hem bu “Cihan Okan” diyordu hem de gözlerini siliyordu. Kimse kalkamıyordu yerinden. Herkesin çıkmasını bekledik. Kendimize geldiğimizde meşhur aynama ve rujuma sarıldığımı hatırlıyorum. Gözyaşından tek bir iz kalmamalıydı. Kapıdan çıkarken insanların gözleri sanki bendeymiş gibi hissediyordum. Ağlamak ayıpmış gibi. Bakıyorlardı ama. Bok var, bakın! Sizi de göreceğim. Kafamı öne eğip çıktım salondan. Bu sırada devamlı konuşuyor ve kahkaha atıyordum filmin en komik sahnelerini anımsamaya çalışarak. Bence bu çok aciz bir davranıştı. Ama bu benim için ilkti. Tekrarını istemediğim bir ilk! Zevk almadığım bir ilk. Merdivenlerden çıkarken bana bakan insanlar duysun diye “ay sinirim bozuldu, kötü ya işler bu aralar, ondan ağladım ya” diye bağırarak gidiyordum. Kimi kandırıyorsun aptal. Filmin her saniyesinde tüm insani yönümü fark ettim oysa. Hep kaçtığın bir gerçekle karşılaştım. Babamla ve ölümle! Benim için hayatımın tek anlamı olan adamla ve yokoluşuyla! Film çıkışında Cüneyt “İnsan aslında babanın ne demek olduğunu, aslında bizi ne kadar çok sevdiklerini bilmiyor” dedi. Doğruydu. Erkekler hep bir şeyleri söylemekte geç kaldılar. Hele de babalar! Ben geç kalmak istemiyorum. Bu film bana bunu öğretti.

 

“Baba, sana çok benziyorum. Biliyorum yine anlatmakta zorlanacağım bir şeyleri ama bir gün bir filmde seni düşünüp ağlayacağıma asla inanmazdım. Sana çok benziyorum ve içimi dışıma açıklayamıyorum. Sevgiyi göstermekte hep çok geç kalıyorum. Duygularımı kabul edemiyorum. Seni nasıl sevdiğimi sana ya da başkasına ya da kendime anlatamıyorum. Sen benim en özel parçamsın! Büyüdükçe hayaller küçülüyor evet ama ben hep benden çok yaşamanı hayal ediyorum. Hep! Bunun için dua ediyorum. Sensiz kalmanın bana ne kadar acı vereceğini ve bana neler yapabileceğini asala anlamayacaksın. İçtiğin her sigarada içimden kopan gideni de…

Sen hayatta kalmamın tek sebebisin. Bizim aramızdakini kimse anlayamaz biliyorum. Bu çok farklı! Çok da zor! Gerçekten zor! Öyle çok yaşamalısın ki masallara inancım hiç bitmemeli. Sırf dede ol diye çocuk doğurabilmeliyim, istemediğin, tipini beğenmediğin, tek kızına yakıştırmadığın, deli gibi kıskandığın bir adamla evlenebilmeliyim, her tartışmamızda artık beni sevmiyor diye deliler gibi üzülüp ağlayabilmeliyim. Sırf sana inat böyle şişko kalabilmeliyim. Sıkılıp bunalınca koşup yanına gelebilmeliyim, hiç büyümemeliyim baba! Bundan daha fazla büyümemeliyim. “Artık uzatmaları oynuyorum kızım” dememelisin! Bu sözle beni her defasında nasıl mahvettiğini ve hayallerimi küçülttüğünü bilmelisin artık. Hayattaki en büyük şansımsın. Bunu artık anlamalısın. Kaybettiğim asla sen olmamalısın. Kalmalısın! Daha çok vaktimiz var. Seni özlemek istemiyorum!”

Bu film çok şeyi değiştirdi. Ya da kilitli kalan birçok şeyi bana açıkça gösterdi. Artık eskisi gibi değilim. Artık bir filmde ağlamış biriyim. İlk kan gibi ilk gözyaşı! Büyüdüm mü ne? Büyümek de değil yaşlanıyorum artık. Yönetmeni gördüğüm yerde boğabilirim. Tacizine karşı koyamadım. Bir ilki yaşadım. Pişman de değilim. Ama hala karışık ve şaşkınım. Sevişmekten utanan biri gibi yine ağlamaktan utanacağım ama ilki oldu işte. Ne kadar inkar etsem de duygularımı tanıdım bugün. Biraz babamın kızıyım, biraz büyüdüm, biraz ağladım, biraz güldüm, biraz utandım, biraz kadınım, biraz insanım. Filmi sevdim… Babamı sevmekte haklıyım!!!

Çok haklıyım!

Çisel Onat