Yavaş yavaş gün ağarıyor..
Oysa gece boyu öylesine serpilmiş simler gibi yanıp sönen mavi yıldızları, sarı-donuk hilali seyretmek nasıl da huzur vericiydi. Onları hafif bulanık gösteren, şu soğuk ve şeffaf örtünün ardından olsa bile.
Soğuk mu dedim az önce? Bakmayın siz bana, sözün gelişi söyledim onu, sırf dışarısıyla aramdaki o ince buz perdesi yüzünden, yoksa buradan o zehir zemberek ayazhissedilmiyor. Ama böyle bir gecede, dışarıda kalana acınır. Davar kalsa kurt kapar, çakal parçalar, insan olsa donar, buyuverir gariban. Bak, sabah güneşinin pembe-turuncuları da yüzüme yansımaya başladı. Gözümün feri olsa, gözümü ışık alırdı zahir.. Sahi, kaç yaşındaydım ben? Galiba on beş.. Bi de buçuğu var aslında. Köylük yerde on beş az mı? Dayımın kızı Salihaylan, Çerçi Yaşar’ın torunu Fadime de o yaşlarda gelin gitmedi mi? Ama onlar sevdiğine vardı, mutlu oldu.
Ya ben… benim ne günahım vardı ona sevdalanmaktan başka…
Artık içimdeki acı, yaşımdan fersah fersah öte. Madem başladım, gerisini de
anlatayım bari. Salih’di sebeb-i üzüntümün adı. Esmerdi, inceydi, upuzun boyu vardı dere boyunda yapraklı rüzgarda hışırdayan kavaklar gibi. Dibinden kestirmezdi o hiç saçlarını buranın köylüleri gibi, uzatır, tarar, bir şeyler sürerdi parlak görünsün diye. Allahı var güzel de görünürdü. Sanırsın suretin yansıyacak o ayna gibi parlayan simsiyah saçlardan. Bana öyle derin derin, içimi okur gibi bakardı ki, hakkında düşündüklerimi, ona olan arzularımı anlayacak diye aklım çıkardı. Ne de olsa şehir öğretmeniydi o. Misal; öyle yiyecek gibi, fırsatını bulsa altına alıverecek gibi bakmadan bakmasını bilirdi. Ya o sesi.. Konuştu mu kınalı kuzumun yününden, bahar yelinden yumuşak, yaz yağmurundan daha sıcak konuşurdu…
Bir akşam vakti, okulun bahçesine kaçan kınalı kuzumu bahçeden çıkarmaya çalışırken rastladıydım ona. Bizim köyün diğer kızları gibi, ilkokuldan sonra gitmez olmuştum okula… Kızlara pek lüzum görülmezdi fazla tahsil bizim orda. Elimize verdiler miydi bi tencere bi kaşık, bazen süpürge bazen çaput, daha ne isterdik ki. Bizi böyle mutlu böyle hoşnut sanırlardı. Hoş, diğer kızlar da pek ses çıkarmazdı ya! Ama ben pek sevmezdim gün boyu ev işi yapmayı; ne o öyle, tandırda ekmek pişir, hayatı süpür; çamaşır yıka. Allah’tan ev işlerini yapacak ablalarım vardı da, ben dışarıda koyun-keçi güderek geçirirdim zamanımı. Öyle çok değil, 5-6 keçi, koyun anca alırdım yanıma zaptedeyim diye. O gün ama, zaptedemedim işte. Benim kınalı kurtuldu elimden, doğru okulun bahçesine. Okulu kilitleyip eve dönmeye hazırlanan Salih Öğretmen’le burun buruna geliverdik. Beni görünce sordu;
“Akşam vakti, ne yapıyorsun bakalım burada, küçük kız?”
Köye tayin olalı pek zaman geçmemişti. Bir akşamüstüüzerinde soluk yeşil yeleği, altında pembe çiçekli basma entarisi ile dalıverdi okulun kapısında içeri alı al moru mor. Pembe, pürüzsüz yanaklarının üzeri boncuk boncuk terlemişti küçük kızın. Ben sorunca, ürkek bakışlarını yavaşça kaldırdı. Uzun kirpikleri arasında melek gibi bakan bal rengi gözleri, uzun başak sarısı saçları vardı.
“Benim kınalı.. kapının önünden geçerken elimden kurtulup okulun bahçesine kaçıverdi de birden.”
“İyi, sen burada bekle, ben sana yakalayıp getirivereyim kuzunu.”
Kuzusunun ipini uzatırken, güzel gözlerinden bir mutluluk pırıltısını geçiverdi.
“Hadi bakalım, sıkı tut ama bir daha kaçmasın!”
Belli belirsiz gülümseyerek gitmeye davrandı. Bu küçük karşılaşma anını biraz daha uzatmak istedim.
“Yalnız götürebilecek misin eve?”
Yüzüne düşen saçları geriye atıp:
“Götürürüm” dedi. “Evimiz zaten hemen şu yokuşun aşşasında!”
“Ama, adını söylemedin bana?”
“Zelha!”
Akşam rüzgarı, kızın sesini bir ezgi gibi taşıdı kulağıma; “Zelha!”
“Ben de bu okulun öğretmeni Salih”
“Ben biliyom ki zaten!..”
Zelha giderken durdu, geriye dönüp masumiyetinin tüm güzelliğiyle gülümsedi bana. Sonra…
Sonrası böyle olmamalıydı biliyorum. O küçük, küçücük kıza gönlüm akmamalıydı. Taze kekik kokan sarı saçlarının kokusuna tutulmamalıydım. Bal renkli güleç gözler süslememeliydi rüyalarımı. Dere suyunun ve türküler mırıldanarak yıkadığı keçe yatakların bile bozmaya kıyamadığı kınalı elleri, hayalimde uzanıp saçlarımı, göğsümün tüylerini okşamamalıydı. Az değil, tam iki yıl mücadele ettim nefsimle. “O senin çocuğun olacak yaşta Salih!” dedim, “Yapma! Gözünü seveyim ona farklı gözle bakma!”
Az zorlamadım kendimi bu utanılası düşüncelerden kurtulmak için. Ama ne zaman bir düğünde, köy bakkalında ya da dere boyunda karşılaşsak, o utangaç ama ışıltılı gülüş yüreğimi delip geçti, ta rüyalarıma uzandı. Hele iki yıl geçip göğsündeki iki tomurcuk, iki memeye dönüştüğünde iyice düşler oldum Zelha’yı. Sonunda kahrolası nefsime yenik düştüm, eninde sonunda erkek nefsiydi benimkisi de işte.
Belki o soğuk akşam, dağın ayazı inmemiş olsaydı köye.. Bakır tasta tarhana çorbası getiren minik elleri öylesine üşümemiş olsaydı, yine de nefsime yenilmezdim.
“Bunu anam gönderdi sana.” demişti, “Salih Örtmen dar vakitte yemek yapamamıştır, yesin içi ısınsın dedi.”
İçimi ısıtan tarhana çorbası değildi oysa. Çorbayı elinden alıp masaya koymuştum. Titriyordu elleri ama soğuktan değildi bu kez.
“Zelha, üşümüşsün sen!”
Güzel gözleri gözlerimin derinliklerinde, başını sallayarak onaylamıştı beni. O heyecandan yaprak gibi titrerken ellerini tutup, koca ellerimin arasında ısıtmış, soğuktan kızarmış burnunun ucunu öpmüştüm bir kelebeği öper gibi. O titredikçe onu sarıp sarmalamayı daha çok istemiştim. Göğsüme bastırdığımda şaşkınlıkla yüzüme bakmıştı önce, sonra da dayanamayıp başını usulcacık göğsüme koymuştu. Ve ben ilk kez o kadar yakından hissetmiştim bir genç kızın, insanı baştan çıkaran sıcacık ten kokusunu. Yavaşça kucağıma alıp taşırken bekar yatağıma, kolları hala sımsıkı boynumdaydı. Ve göğüs kafesini yırtacakmışçasına atıyordu o taze tomurcuk memenin altındaki tazecik yürek..
Ben boynunu usulcacık öperken o, titremeye devam ediyordu ama bu kez soğuktan değil. Çünkü birbirini sıkı sıkı saran bedenlerimizin ısısı, artık kulübemin saçaklarından sarkan buzları bile eritirdi. Gül desenli şalvarını çıkarırken yalvarır gibi;
“Dur! Yapma!” Demişti, “Yapma ne olursun!”
Ama o an, artık bir erkeğin geri dönemeyeceği andı. Gaz lambasının titrek ışığında, az sonra bekar odamın duvarına, çıplak bedenlerimizin silueti yansıyordu. Vücut kokularımız, ter ve gözyaşı birbirine karışmıştı. Haykırarak, inleyerek, ağlayarak, çığlık atarak ulaştık doruğa birlikte… Korkunç gerçeği de o an kavradım zaten. Yatağımda kıvrılmış yatan, minik bedeniyle küçük, küçücük bir kızdı daha. Burada, köyde değil belki ama benim geldiğim şehirde ona hala ”çocuk” derlerdi. Utanç, yüzümü bir alev gibi dağlarken ellerimle yüzümü kapadım.
…O akşama kadar Salih öğretmendi adı benim için.. Ama o akşam gönlümün erkeği oluverdi. Nasıl olduğunu anlamadım bile… O güne kadar elime el değmemişken, Salih öğretmenin kadını buluverdim kendimi. Ben ne bilirdim aşkı, sevmeyi, okşamayı. Adını anmak bile günahtı bizim için. Ama Salih öğretmen.. o başkaydı. Hiç benzemezdi köyün erkeklerine. O yokken adı geçse, yüreğim küt küt atardı. O varken de kolay kolay bakamazdım yüzüne, yanaklarım ateş gibi yanmaya başlardı. O akşam zaten çorbayı götürmeden önce elim ayağım kesilivermişti. Sıcak çorba kasesi bile elimi ısıtmaya yetmedi. Gözlerimi sıkı sıkı kapamışım, sanki açsam göğsümden fırlayacakmış gibi çarpan yüreğimi Salih öğretmen görüverecek diye öylesi korkmuşum. Belki o yüzden hatırlamıyorum beni nasıl kucakladı, alıp götürdü yatağa.İşte o anda basiretim bağlandı; “Yapma” derken bile “Ne olursun bırakma beni” der gibi sessiz çığlıklarını atıyordu yüreğim. Teslim olmak buydu, galiba aşk dedikleri buydu. Tüylerim diken diken, bir yandan teslim olurken bir yandan da ölesiye utanıyordum. Sonra… Biz cenneti yaşadık sanırken bakışları mahzunlaştı, omuzları çöküverdi birden. Yatakta doğrulup gömleğine uzanırken pişmanlık, gözlerinden ince bir sızıntı gibi akıyordu. Daracık yatağının üzerinde darmadağın olmuş mavi beyaz çizgili çarşafı hemen üzerime çektim. Örtünürsem, onun, iç parçalayıcı bakışlarından korunurum sandım. Salih öğretmen, kareli gömleğini üzerine geçirirken, gözleri, yatağın üzerinde bir yere kilitleniverdi. Neye baktığını anlamak için başımı yavaşça aşağı indirdim, mavi beyaz çarşafın ortasında kızıl bir leke vardı. Az önce çektiğim güçlü kalp çarpıntılarının, sevincin, teslimiyetin, acının, hezeyanın, hazzın kanıtı, parçalanmış yürek gibi serilmişti gözlerimizin önüne. Salih öğretmen sıkıntıyla iç çekti. Dokunsan ağlayacak gibiydi; “Ah Zelha! Bu hiç olmamalıydı, sana bunu nasıl yapabildim.”
Hemen toparlanıp çamaşırlarımı, yün hırkamı, güllü şalvarımı geçiriverdim üzerime. Ağlıyordum. Salih öğretmen arkasını dönmüş, bana bakamıyordu, ama biliyordum, o da ağlıyordu. Bu sefer dökülen yaşlar zevkten değil, pişmanlıktandı.
“Ben gidem artık, anam merak eder.” dedim boynum bükük.
Başını salladı sadece.
Koştum, hızlı, çok hızlı koşuyordum. Ne zamandır Salih Öğretmenin evindeydim bilmem. Akşam vakti, sütler çoktan sağılmış, tavuklar kümeslere sokulmuştu. Aklım o zaman geldi başıma. Anam sofrayı kurarken beni göremeyince kim bilir ne düşünmüştü. Tarlaların arasından, kestirmelerden koşuyor, sulanmış arklardaki çamurlara batıp çıkıyordum. İçimden kimse bir şey anlamasın diye durmadan dua ediyordum. Az önce başımı döndüren bir hazzı yaşarken, şimdi olacakları düşündükçe aklımı kaybediverecek gibi oluyordum. Göz yaşlarım kurumuştu yanaklarımda. Bizim evin avlusuna girdiğimde mutfak ve oturma odasının ışıklarını yanar gördüm. Kendimi hemen yan taraftaki ahıra attım. Saçımı başımı düzeltmeye, naylon pabuçlarımdaki çamurları temizlemeye koyuldum. Bir yandan da üstümü, başımı kontrol ediyordum, herhangi bir iz, bir eksiklik var mı diye.
Anamın sesini uzaktan duyar duymaz, kendimi ahırdaki kınalı kuzumun, en sadık, en sessiz sırdaşımın boynuna atıverdim.. Aşkımızın tek tanığı olan kuzumu okşamaya başladım. Aynı anda ahırın kapısında anamın gölgesi belirdi.
“Naapıyon gız burada sen?”
“Kınalıyı sevip geliyodum ana!”
“Koyunun kuzunun sırası mı şimdi, herkes sofrada seni beklerken. Töbe töbe, yürü bakem.”
Tam giderken geri dönüp sordu;
“Bana bak, niye bu kadar geç kaldın sen?”
Başımdan kaynar sular indi o an. Allak bullak oldum, başım döndü, sendeledim, düşüyordum neredeyse. Anam benden cevap bekliyordu.
“Be-ben gittiğimde Salih örtmen gelmemişti daha, o gelene kadar çorba soğumasın diye Fadimelerde bekledim.”
Söylediğim yalan yüzünden yüzüm alev alev olmuş, önüme bakıyordum. Allahtan hava kararmıştı da, annem görmedi nasıl kızardığımı.
“Hadi yürü geç” dedi. “Açlıktan öldü herkes.”
Başım hafif öne eğik; gözlerim yerde; annemin önünden geçip ahır kapısından dışarı çıktım. Hava, kuruyan göz yaşlarım, soğuyan yüreğim gibi donuktu…
Aradan bir hafta geçmiş korku ve üzüntüden dal gibi zayıflamıştım. Biraz da beni arayıp sormadı diye içleniyordum galiba. O sabah anamla bahçede çamaşır kaynatırken kerpiç duvarın üzerinden başını uzatıp seslendi.
“Kolay gelsin!”
Yerimden öyle bir sıçradım ki, sıcak su dolu kazanı deviriyordum az daha. Anam başını kaldırıp baktı bizden yana. Sonra ellerini eteğine silip geldi yanımıza:
“Buyur öğretmen bey!”
“Çorba çok hora geçti. Ellerinize sağlık.”
“Afiyet olsun öğretmen bey. Arada yine göndeririz.”
Salih öğretmen arkasını döndü gidiyordu. Sonra bir şey unutmuş gibi geri döndü:
“Evden çıkarken yanıma almayı unuttum. Zelha, akşam üstü bir ara uğrayıver de kardeşin için şehirden getirttiğim okul dergisini vereyim. Bir iki de kurşun kalem var fazladan.”
Anama baktım. Başını güvenle salladı.
“O-Olur! Gelirim Salih Öğretmen.”
İkinci seferde korku ve arzuyla tutuşmuş bedenlerimiz ilkinden daha sıkı sarıldı birbirine ve daha aç. Biraz korkuyor, titriyor ama küçük yaşıma rağmen kadın olmanın o büyük hazzını yaşıyordum erkeğimin yanında. Terinin kokusunu uzun uzun içime çekiyordum bir sonraki buluşmamıza kadar oyalasın beni diye. Anam göndermese bile artık ya bir yün atkı örüp ya da bir bazlama pişirip götürüyordum evine. Ama başkaları görüp anama söyleyecek diye de korkudan ölüyordum.
Dalıp gittim size olanları anlatmaya. Bir süredir güneş ışıkları bu donuk ve soğuk pencereden daha güçlü giriyor içeri. Öğlen oldu zahir. Kulağıma bir yandan da şıp şıp erime sesleri geliyor. Her neyse, ne diyordum?
Ha, evet. O gün alev alev aşkımızı yaşamaya başladığımızın tam ikinci yılıydı. İki yaş daha büyümüştüm ve ona artık daha iyi kadınlık yapabiliyordum. Ben her şey böyle güzel sürüp gidecek sanırken yine bir kış öğlesinde babam erken döndü eve. Seslendi;
“Gülsüm! Kız Gülsüm nerdesin?”
Anamın sesi ahırdan geldi;
“Geldim, geldim patlama!”
Mutfaktaydım ben. Annem yel yepelek koşturup dikildi babamın karşısına.
“Ne var? Niye erken bıraktın odun kesmeyi?”
“Gel hele buraya! Sana diyeceklerim var.”
Mutfaktan konuşulanlara kulak kabarttım. Adım geçtiği anda korkudan ölecek gibi oldum. Acaba babam olanları öğrenmiş miydi? Ama öğrense doğru buraya gelir üzerime bir karakuş gibi çökerdi. Küt küt vuran kalbimin sesi neredeyse karşı köyden duyulacaktı.
“Zelha Kız!”
“N’olasıymış Zelha’ya.”
“N’olacak bir talibi var.”
Bir talibim varmış! Aman yarabbim bir talibim varmış. Salih öğretmen.. Salih’im! Canımın içi, güzel gözlü, kavak boylu erkeğim benim. Demek açmıştı konuyu sonunda babama.
“Ne!? Aman Ökkeş, kız daha küçük!”
“Küçük mü? Ne küçüğü be! Onun yaşındakiler çoktan bebe beliğe karıştı bile.”
“O benim elim ayağım Ökkeş, giderse ben üç küçük bebeyle ne edecem.”
“Bu sene ürün az Gülsüm. Damadın vereceği iki davara benim daha çok ihtiyacım var. Hem, ben olur dedim bile.”
“Olur mu dedin? Kim? Kim istiyor kızımı?”
“Sarıcaların Bekir.”
“Bekir’ mi!? Dul değilmliydi o?”
“Ne fark eder be kadın! Ha dul ha bekar!”
“Benim bildiğim, Bekir’in yaşı en az senin kadar.”
“Ne biliyon? Doğumuna mı girdin ebe diye? Töbe töbe! Her neyse. Bi tas sıcak çorba hazırla, ben oduna geri dönecem. Haberin olsun diye geldim.”
Babama çorbayı götürürken üzüntüden ölecek gibiyidim. Babam ellerimin titremesini görmesin diye, çorbayı bırakıp kaçarcasına döndüm mutfağa.
O gece çok ağladım. Hem de sabahın ilk ışıklarına kadar.
Sabah ise kararımı vermiştim. Konuşacaktım Salihle. “Al beni Salihim!” diyecektim. “Al beni, karın yap! Yoksa..”
Biliyordum.. Salihim bana hayır demezdi. Zaten iki yıldır karısı, eşi, yoldaşı olmamış mıydım onun. Soğuk gecelerde sıcak yatağını paylaşmamış mıydım?
Kısa bir mektubu kardeşimle yolladım ona. “Akşam üstü ormanda, kara suyun kenarında buluşalım dedim. O saatte kimsecikler olmazdı.
Geldi Salih.. İlk işi beni sıkı sıkı sarmak oldu gelince de.
“Ne oldu? Titriyorsun sen.”
“Korkuyorum da ondan.”
“Korkma bu saatte burada kimse olmaz.”
“Korkum o değil Salih! Beni korkutan başka bir şey.”
“Başka bir şey mi.. yoksa..”
Elini korkuyla karnıma uzattı. İlk defa üzüldüm yaptığına.
“Yo!.. Sandığın şey değil.. Ama belki daha kötüsü!”
“Meraklandırma beni Zelha! Hadi söyle ne söyleyeceksen.”
“Önce sen söyle, beni seviyo musun?”
Yüzü asıldı hafifçe, sanki “Şimdi sırası mı?” der gibi. Yüreğim bir daha büzüştü kendi içine.
“Elbette Zelha, elbette.. Hadi konuş artık.”
Pek içten olmasa bile söylemişti işte sevdiğini. Ondan cesaret alıp konuştum;
“Beni istemeye gelecekler Salih!”
“N-Ne!? Seni istemeye mi gelecekler?”
“He ya! Babam, dün anama söylerken duydum.”
“Kimmiş seni isteyen?”
“Sarıcaların Bekir.”
“Bekir mi!? İyi de o herif..”
“Yaşlı mı diyecektin.. Yaşlı ya, babam kadar.”
Salih öğretmen sözün gerisinden korkar gibi baktı yüzüme.
“Salih? Ne olur al beni.. Al, yaşlı akbabalara yem etme.”
“Zelha!? Sen ne söylediğinin farkında mısın?”
Salih’in korkmuş ifadesi karşısında ellerim birden buz kesti.
“Ben zaten iki yıldır senin helallığın değil miyim! Eğer beni almazsan..”
“Ne olur seni almazsam?”
“Salih sana ne oldu? Sesin buz gibi, bakışların yabancı yabancı. Sadece körpe bedenim için miydi onca güzel sözler”
Boğazıma susuz ayva gibi takıldı bir acı topağı, yine de konuşmaya çalıştım, anlatmaya çalıştım olacakları.
“Madem sordun söyleyim.. Alır beni Bekir.. sonra..”
Sonrasını söyleyemedim.
“Bak Zelha, yaptığımız zaten yanlıştı, bunu sen de biliyorsun.”
“Bunu şimdi mi söylüyorsun? Bekaretimi, masumiyetimi aldıktan tam iki yıl sonra.”
“Anla beni Zelha hem..”
“Hem ne Salih?”
“Şehirde bekleyenim var benim Zelha!”
İşte o an yüreğime kurşun yemiş gibi oldum.
“Nişanlıyım ben.. İki sene sonra, mecburi hizmetim bitip döndüğümde evleneceğiz.”
Yüzümü bir alev kapladı önce. Acı topağı boğazımdan yırta yırta aşağılara, önce yüreğime sonra da mideme indi. Ağu gibi yaktı kavurdu uğradığı her yeri.
“Anladım!” dedim, ağlamamak için dudaklarımı ısırırken, “Anladım!”
“Affet beni Zelha! Sana haksızlık oldu bu biliyorum ama…”
Gözlerimden süzülen yaşları saklamak için arkamı döndüm ona.
“Anladım Salih.. anladım.. hem de öyle iyi anladım ki!”
“Haydi dönelim köye, merak ederler seni.”
“Sen dön.. ikimizi birden ormandan çıkarken görmesinler.”
Dünden hazırdı gitmeye Salih öğretmen.
“Allahaısmarladık Zelha!”
Ona güle güle demedim. Diyemedim.Kar üzerindeki pat pat ayak seslerinden uzaklaştığı belli oluyordu, hem de acele adımlarla, kaçarcasına.
Az önce sorduğunda ona söyleyemediğimi kendi kendime mırıldandım ardından ;
“Ne mi olur Salih.. Ne olacak, alır beni Bekir, sonra bakire çıkmadığımı, kirlendiğimi görüp kirli bir çamaşır gibi atar geri babamın evine. Kimin yaptığını sorarlar önce söylemem. Ölsem vermem adını.. Sonra zavallı küçük kara gözlü kardeşime verirler görevi, küçüktür fazla ceza almaz diye. Sadece on iki yaşında, nasıl kıyarım ona.. ben büyüttüm onu, beşiğini salladım, altını değiştirdim.. nasıl kıyarım Osman’ıma… nasıl hapis damlarına gönderirim kara gözlü kuzumu…”
Halil başçavuş, nemli gözlerini saklamak için nehre bakıp öyle konuştu asteğmenle;
“Bu sabah buradan geçen avcılar bulmuş küçük kızı komutanım. Boğuşma izi falan yok. Kendini buzlu suya bırakmış, sonra suyun soğukluğuna, akıntısına karşı koyamamış. Belli ki isteyerek yapmış bunu… Yüzü yukarı dönük, güzel gözleri açık. Pencere camına benzeyen buz tabakasının ardından gökyüzünü seyreder gibiydi biz geldiğimizde. Sanki konuşuyor gibiydi. Sanki sorsak anlatacaktı başından geçenleri.”
“Zavallı. Yaşı da öyle küçük ki.. Ailesine haber verdiniz mi Halil Başçavuş?”
“İsmail’i gönderdim komutanım.. birazdan gelirler.”
“Seni daha önce hiç böyle görmedim be Halil Başçavuş.”
“Geçer komutanım.. Geçer birazdan. Kusura bakmayın, sarsıldım biraz. Aynı yaşta bir kızım var da…
***
Bütün Zelha Kızlara adanmıştır.
Katkısı nedeniyle öykü yazarı Sevgili Zehra Sözer’e teşekkürlerimle.