Bu ay zaman makinesine bindirdim zihnimi. Hani bir dizi film vardı ”Quantum Lap” diye aynen onun gibi. Kıymetli editorüm Sonsuz-Can, göstergeleri 2020 yılına ayarla demişti. Ama benim huyumdur; ne zaman yabancı bir memlekete gitsem, tadını çıkartmak için özellikle sokaklarda kaybolur, sonra yolumu bulmaya çalışırken, belamla da, mevlamla da toslaşırım. Bu defa da aynı vagabondos modunun kapsama alanına girdim. Şöyle bir pencereden baktım 2020’den geçerken, manzara çok ilginç gelmedi. Binmişken alamete, kıyamete kadar olmasa da, fiziksel ömrümün vefa etmeyeceği kadar ileri gitmek istedi canım. Bastım gaza, 2120’ye kadar zıpladım!
Simülasyon manyağı yapacam sizi peşinen söyleyeyim! Hazırsanız başlıyorum;
Ağaçların altına yayılmış bir grup genç insanın ortasına armut gibi düştüm iniş sırasında. ”Şeyy ben, ağaçtaydım da, dengemi şaapamadım!” filan gibi bir yalan atıp fazla ilgi çekmeden sıvışmak istedim ama ne mümkün! ”Galiba eski model bir ışınlama sistemiyle geldin. Molekül yoğuşman biraz ani oldu.” filan gibi laflarla beni ‘dakka bir gol bir’ dumur ettiler. Meğer, bir tür eğitim merkezinin bahçesine mecburi iniş yapmışım. Zoraki karşılama heyetim, esasen yerel faunaların korunması üzerine araştırma geliştirme çalışmaları yapan bir grup akademisyenmiş. Molekül ışınlaması yoluyla zamanda ve mekanda yolculuk, herkesçe bilinen ve üzerinde çok fazla çalışılan bir konuymuş. ”Ben 2005’ten geldim” deyince pek bi sevindiler. Tabii ben hala beynelmilel dildir hesabı İngilizce konuşuyorum. Ama baktım bunlar bir tuhaf konuşuyorlar. Hani sanki sokak dili değil de, kitaptan öğrenmişler gibi. Hayır yani benim İngilizcem çok akıcıdır. Hemen anlarım bir terslik olduğunu! Meğer İngilizce bilinmesi gereken geçiş-öncesi dillerden biriymiş. Lakin artık Terralingu denilen ortak bir lisan konuşuluyormuş bütün dünyada. Haa bu arada Türkçe de biliyorlar! Bana yol gösterip, merakımı en efektif şekilde gidermeme yardımcı olmaya söz verdiler. Bunun için de beni her yerde hem havada gidebilen minik uzay kapsülü kılıklı bir taşıta bindirdiler ve ilgimi çekecek her konuda video chiplerinin olduğu görsel bibliyotek filan gibi bir mekana götürdüler. Olm Sonsuz, zıplarken biraz ileri gittim diye kızmış olabilirsin ama bak valla pişman olmayacaksın galiba!
Ecnebi memlekette kaybolmayı severim dedim ama, arada koordinatları belirlemeye de özen gösteririm ki işin tadı kaçmasın. Hemen coğrafi enformasyon sistemine başvurdum ve yine İstanbul’da hatta yekten Sarıyer sırtları civarında bir yerde olduğumu farkettim. Biraz bozuldum tabii. Lan sen 2005’ten kalk gel taa 2120′ ye. Hala, doğduğun şehrin Avrupa yakasının sınırları dışına taşama… Olacak iş değil!
Önce mekandan başlayayım anlatmaya. Mekanlar süper güzel. Binalar fazla yüksek değil. Üstüste üflenmiş baloncuklar gibi kubbelerden oluşuyorlar. Glasid denilen bir garip alaşım kullanıyorlar. Cam gibi şeffaf, ama çok hafif ve çok dayanıklı. Dışarıdan bakınca içerisi görünmüyor. Top top bulutlu mayıs-göğü veya deniz gibi canlı hissi veren simülasyonlar koymuşlar binaların dışına. Ama sen içerden dışarı doğru bakınca hiç bir duvar yokmuş gibi hissediyorsun. Ha düştüm ha düşücem tarzı bir tuhaf his geliyor karnına. Benim gibi salak-sakarsan da kafayı glaside donklatıyorsun tabii! Hayır bir nevi göz alışması meselesi. Yani zamanla insan alışıyor, alışır galiba, herhalde, sanırsam… Bunların mekan içi davranış adabı, Shibumi’ deki Nikolai Hel hesabı görmeye değil algıya dayanıyor galiba!
Ne diyordum, evet, yeni yapılmış bütün binalar böyle. Çünkü bu depreme dayanıklı ve zararlı ışınımlara karşı minimum geçirgen bir sistemmiş. Anladığım kadarıyla şehirlerin eski bölümleri de var. Onların doğal felaket ve savaşlardan kalan önemli binaları restore edilmiş ve korumak için binaların dışına özel alaşımlı şeffaf kubbeler yerleştirilmiş.
Şimdi biraz aradaki 115 yılda neler olmuş konusuna değinmekte fayda var, yoksa siz koordinatları kaybedeceksiniz. Birkaç tane irili ufaklı savaş yaşamış dünyacik. Şimdi varolan monopolist eğilimli gücün ciddi ilerleme kaydettiği bir dönem olmuş. Ardından çok önemli doğal afetler meydana gelmiş. Uygarlık ve güç merkezi sayılan birçok yer ciddi hasarlar almış. Doğanın bozulması ile de birleşince ciddi kaynak sıkıntıları yaşanır olmuş. Dünya nüfusunda önemli bir azalma meydana gelmiş. Güç odakları keşmekeş yüzünden dağılınca, eski askerler, çapulcu ordular oluşturarak kaynakları hala iyi durumda olan yerleri yağmalamaya başlamışlar. Aynen Glasnost sonrası bütün KGB ajanlarının mafya olması gibi. Bu gruplara karşı, dünyanın heryerinde, alternatif yaklaşıma sahip kişilerin oluşturduğu bir birleşik barış güçleri ordusu kurulmuş. Bu insanlar, yağmacı ve kaynakları tek elde toplayıcı zihniyetin insanlığın sonunu getirdiğine, ayakta kalmak isteniyorsa, dünyayı tek bir ülke gibi düşünüp, üzerinde yaşayan herkesin kaynakları ortak kullandığı ve özenle koruduğu bir yer haline getirmeye mecbur olduklarına inanıyorlarmış. Sonuçta bunlar galip gelmişler. Dünyada Barışı ve Yaşamı Koruma Komitesi gibi birşey kurmuş amcalarla, teyzeler. Veee birleşik dünya anayasası hazırlanmışşşş.
Amcalar ve teyzeler diye özellikle belirttim. Çin işi Japon işi, dünyayı kurtaranlar hem erkek hem dişi durumu yani… Cinsiyet ayrımı filan denilince, ”Haa, evet eski kayıtlarda öyle yıkıcı uygulamalar olduğunu gözledik ama biz yin ve yang presibine çok bağlıyız” diyorlar. Hade bakalım!
Seyrettikçe hayrete düşüyorum Sayın Okuyucum. Adamlar accayip bir dünya kurmuşlar. Birleşik dünya kanunlarına göre, sınır, ülke gibi kavramlar yok. Dünya korumaya alınmış bir sit alanı gibi algılanıyor. Bölgesel sorumlular var. Bunlardan oluşan bir bilirkişi konseyi bütün dünyayı yönetiyor. Ama kararlar bölgelerin çıkarlarına ve ağırlıklarına göre alınmıyor. Dünyanın toplam çıkarına göre alınıyor. Her bölgenin sahip olduğu kaynaklar ve yaşanılır halde tutulması için saptanan belli ihtiyaçlar var. Söylememe gerek yok anlamışsınızdır, en önem verilen şeylerden biri hayvan ve bitki topluluklarının korunması. Bunun için özel programlar uygulanıyor. Belli hayvan ve bitki toplulukları, daha iyi gelişebilecekleri ortamlara ya da doğal denge açısından gerekli oldukları ortamlara nakledilip orada çoğalmaları sağlanıyor. ‘Okyanusun Acı Çeken Yüreği’, yok efendim ‘Yokolan Kunduzları Rüyamda Gördüm’ filan gibi isimleri olan ve eski İrlanda halk ezgilerine benzeyen türküler çığrıp, dertleniyorlar. Haa bu arada, enerji elde etmek için yan etkiye yol açan hiçbir kaynak kullanılmıyor. Su molekülleri ve güneş enerjisi en yaygın kullanılan kaynaklar.
Dünyanın tüm kaynakları, dünyanın öncelikli ihtiyaçlarına göre bölgelere dağıtılıyor dedik ya, insanlar da bu kaynaklara dahil! İnsan için değil, yaşanan alanı daha iyi yaşanılır bir yer yapmak için tasarlanmış bir dünya… Ana, ne garip! Kapital birikiminin daha fazlasını kontrol eden insanların çıkarlarına göre gezegen kaynaklarının sömürülmesine dayalı bir sistemden, insan dahil sistem içindeki tüm kaynaklarının, gezegende yaşamın korunması ve iyileştirilmesine yönelik olarak kullanılmasına dayalı bir sisteme geçmiş bir dünya gerçekten tahayyül-ü fersah bir durum 2005 yılı için. (Heh heh benim tahayyülümü sizinkilerden ayrı tutuyorum tabii!) Ama 2120’nin dünyasında durum aynen bu.
Bölgelere insan yerleşimi o bölge koşullarının taşıyabileceği kapasiteye göre yapılmış. Üstelik her bölgeye o bölgedeki yaşam şartlarının iyileştirilmesi için en fazla katkıda bulunabilecek kalifikasyonda insanlar gönderilmiş. Yani insan toplulukları bir iskambil destesi gibi karılıp, yeniden konuşlandırılmışlar. Herkes dünya vatandaşı olmuş. Ve herkes tabiri caizse amme hizmeti için yaşıyor. Suç oranı inanılmaz düşük. Suçlular rehabilitasyon programlarına alınıyor ve ruhsal ve bedensel terapilerle topluma kazandırılıyorlar. Ayrıca suça neden olan tüm şartlar incelenip, ortadan kaldırılması için ne gerekirse yapılıyor.
Ağlamak istiyorum sayın okuyucular!
Uzay yolculukları yapılıyor. Yeni gezegen topluluklarına gidiliyor. Çok açık ifade edilmiyor ama anladığım kadarıyla bir takım gelişmiş uygarlıklarla kurulmuş bağlantılar da var ve bunların bilgilerinden yararlanılıyor. Hani işin orası biraz karanlık!
En önemli bilim dallarından biri genetik. Bütün insanların genetik özellikleri daha anne rahmindeyken saptanıyor ve sürekli takip ediliyor. Belli genetik yapıların farklı coğrafya, iklim ve beslenme koşullarında nasıl tepki verdiği, nasıl değişim gösterdiği, hangi konularda başarılı olduğu uzun yıllardır inceleniyor ve bu konuda ciddi bir bilgi birikimi oluşturulmuş. Hatta eğitimin ve sosyal ortamların benzer genetik yapılarda nasıl sonuçlara yol açtığı gözleniyor. Dolayısıyla insanlar doğduklarından itibaren genetik olarak taşıdıkları eğilimler yönünde eğitim görerek destekleniyorlar. Böylece özel kapasitelerinin ortaya çıkması ve toplum yararına kullanılması sağlanıyor. Tabii taşıdıkları olumsuz potansiyeller de uygun eğitim, yaşam, beslenme v.b. koşullar sağlanarak giderilmeye çalışılıyor. Yani genetik bilimine dayalı bir toplum mühendisliği yapılıyor diyebiliriz. Ve en önemlisi her iş kutsal. Yani en iyi neyi yapabiliyorsan onu yapman, hem kendin hem diğer insanlar için yapabileceğin en iyi şey olarak algılanıyor. Kimse gelecek korkusuyla iş seçimi yapmıyor. Kendin olman, ihtiyacın olan herşeyin sana sağlanması için yeterli! Çünkü toplum seni en faydalı olacağın ve en iyi uyum sağlayacağın yaşama alanlarına yönlendiriyor.
Önleyici hekimlik olağanüstü gelişmiş. Her kişiye özel beslenme programları tavsiye ediliyor ve ihtiyacı olan özel besinler varsa bunlar sağlanıyor. Her insan ihtiyacı olan besin gruplarından yeterli kadar alabilmesi için elindeki raporlarla beslenme dağıtım merkezlerine gidiyor ve kendi istikhakını alıyor. Para mara vermiyor. Eşitlik değil ihtiyaç zemininde şekillenen bir dağılım yapılması ve herkesin buna rıza göstermesi beni yine gözlerimden yaşarttı! Ama herkes bunu çok doğal karşılıyor. Neymiş, o insan bu topluma gerekliymiş ve ihtiyaçları karşılanırsa, o da başkalarına iyi hizmet edermiş. Marx görse, O’ nun gözleri benden beter yaşarırdı.
Şimdi cici kızlarımızın aklında belirmeye başlayan soruları duyar gibi oluyorum. Bu gezegen de aşk yok mu aşk? Ayyy olmaz mı, var! Aşk var ve aşkın önünde hiçbir engel yok. İki insan arasında doğan çekimlere herkes saygı gösteriyor. Evlilik diye bir müessese yok. Bir insanla bir ömür mü, birkaç saat mi geçirmek istediğin sana kalmış. Kimsenin ekonomik ve sosyal yaşamını garantiye almak için bir eşe ihtiyacı yok. Ama eş olarak yaşamayı seçenler tabii ki var. Yani ilişkiler gönüllülük zemininde sürüyor. Çocuklara gelince, onları seven ve onları topluma kazandırmaya gönüllü olan anne babaları ile birlikte yaşamaları toplum tarafından destekleniyor. Çocuğa bakan kişiler, toplumsal kurumlar tarafından, çocuklarının potansiyelleri ve bu doğrultudaki özel ihtiyaçları konusunda her türlü yardım ve yönlendirmeyi görüyorlar. Çocuklar da herşey gibi toplumun malı. Hiç kimse çocuğunun geleceğini düşünmek zorunda filan değil. Zaten toplum onları kendi kaynağı olarak görüp en iyisini düşünüyor.
Şaşırtıcı birşey ama bu toplumda bir tür görücü usulü birliktelik müessesesi de var! Haydaa dediğinizi duyar gibiyim. Ama durun, hiddet buyurmayın, ön yargılı olmayın. Genetik bilimi çok gelişmiş demiştim ya, işte dünyanın belli özelliklere sahip insan nesillerine ihtiyacı olduğu önceden saptanıyor ve bu konuda birbirini destekleyici genetik özellikleri olan insanların birliktelikleri ve çocuk sahibi olmaları teşvik ediliyor. Yanlış anlamayın, suni döllenme veya üretme çiftliği hayvanı misali kuluçkaya yatar gibi yatağa girme filan yok. Haa bu arada günümüzde başlamış olan klonlama, genetik müdahale yapma filan gibi tekniklerin, zaman içinde kötü kullanılması ve doğurduğu sakıncaların gözlenmesi nedeniyle, doğal olmayan hiçbir genetik iyileştirme sürecine sıcak bakılmıyor. Birleştirilmesi tavsiye edilen genetik özelliklere sahip insanlar saptanıyor. Bunların yaş, psikolojik ve ruhsal uygunluk gibi bir takım kriterleri de değerlendirmeye alınıyor ve bu bilgiler, bu kişilere duyuruluyor. Bu insanların bir araya gelip birbirlerini tanımaları teşvik ediliyor. Bu amaçla ayarlanmış tanışma partileri, kıtalararası buluşma düzenekleri filan var. Ama insanların tercihlerine saygı gösteriliyor. Yani içim almadı dersen kimse seni zorlamıyor. Yine de toplumsal görev olarak kabul edip bazı özel genetik bileşkeleri elde etmek üzere birliktelik kuran ve bunu saygı ve insani sevgi çerçevesinde yapanlar filan varmış. Ayyy, ne acayip filan demeyin! Parası ya da mevkii yüzünden bir erkekle evlenmekten daha kötü değil. Ve bu toplumsal anlayış içinde saygın kabul edilen bir yaklaşım.
Peki inanç konusu ne durumda diye düşünenleriniz olabilir. Tabii hizmette zaman ve mekan sınırı tanımayan derKi muhabiriniz Medihası Gramos, bu konuyu da yerinde müşahade ederek, sizler için inceliyor. Efendim, herkes evrensel bir uyum mekanizmasının doğal bir parçası olduğuna ve bu mekanizmanın içinde belli bir geçiş aşamasının deneylenmesine aracı olduğuna inanıyor. Yani inanç konusunda da, görev bilinci ve evolüsyoner bir yaklaşım hakim. Yani de diyim. Bundan iyisi Malatya’ da kayısı.
Ayy işte süper bi yer yani dünya… Ve bizim böyle günler görebilmemiz için daha çoook çalışmamız lazım çoook!
Ama sigara yok. İçki yok. Beyin en değerli kaynak. Beynin doğal çalışma akışına zarar verebilecek hiçbir madde kullanılmıyor. Zararlı gıdalar yenmiyor. Kahve filan eser miktarda, ilaç niyetine tüketiliyor. Malum, sen bir kaynaksın ve topluma aitsin. Maksimum fayda sağlaman için uzun ve sağlıklı yaşaman gerekiyor. İnsan ömrü ciddi uzamış. Yani galiba ortalama 130-140 yıl yaşıyorlar ve kendilerine iyi baktıkları için çok da genç görünüyorlar. Tabii bu kadar disiplin, düzen beni biraz bozuyor. Canım namütenahi iskender kebap, mantı felan çekmeye, duble espressolar gözümde tütmeye başlıyor. Günde bir-iki tane içtiğim sigaraya, gözü dönmüş tiryakiler gibi aş ermeye başlıyorum. Adamlar küfür nedir bilmiyor! Stres diz boyu yani…
Haa bir de zihinsel iletişime kafayı takmışlar. Bayağı da beceriyorlar. Benim aklımı da okuyacaklar diye korkuyorum ve bunu yapıp yapamadıklarını soruyorum onlara. ”Senin auranda çok fazla atık madde var. Bunları temizlemeden zihnine erişmek zor” diyorlar. İyi aman kalsın diyorum. Neme lazım şimdi! Hayır yani içimde kötülük yok, yok emme, alışmamışız tabak gibi ortada olmaya biliyonuz mu…
Birkaç gün içinde kendimi o dünya için fazla cahil, fazla tembel, fazla tombul, fazla sağlıksız, fazla düzensiz, fazla kararsız, yani fena halde uygunsuz hissetmeye başlıyorum. Ben annemi özledim, evimi özledim, iskender kebabını ve bunu seven insanları özledim filan diye dır dır etmeye başlıyorum. Bana acıyorlar. Son model bir moleküler ışınlama makinesine bağlayıp, bıraktığım yerden devam etmem için ofisimdeki çalışma masamın başına geri ışınlıyorlar.
Kendimi alıştığım mekan ve zamanda bulunca bir hoş oluyor içim. İşte diyorum, olmam gereken yerdeyim. Evrenin bir parçası olarak görevim bu zaman ve bu mekandaki gelişime elimde olan kaynaklarla en iyi şekilde hizmet etmek. (Bozdu beni bu kuantum yolculuğu az da olsa galiba!) İlk iş olarak sert bir kahve yapıp, bir de Camel yakıyorum. Vee başlıyorum bu yazıyı yazmaya…