-Merhaba Adora! Seninle uzun bir yolculuğa çıkıyoruz. Ben buralara çok yabancıyım, ama doğru Yol’u bulma konusunda ısrarcıyım ve bana yardım etmeni istiyorum.
Adora, dediklerimi sanki anlamış ve onaylamış gibi, birkaç kez başını yukarıdan aşağıya doğru salladı ve hırrş gibi derin bir sesin ardından sağ ayağını kaldırıp, hızla yere vurdu.
Bir süre gözlerimi kapadım ve derin bir nefes aldım. Burnuma taze çiçeklerin ve sabaha karşı yağan yağmurun ardında bıraktığı ıslak çimen kokusu geldi. Esen meltemle sağa sola hafifçe savrulan saçlarımın ensemden sırtıma uzanan dansını hissettim. Ayaklarımdaki açık kahve sandaletler benim için özel yapılmıştı ve o an bileklerime kadar uzanan bağlarını duyumsadım. Sağ elimle sol koluma dokunduğumda, sabah hizmetkarımın ısrarı sonunda bana sürülen sandal ağacı yağının tenimde bıraktığı yumuşaklığa tanık oldum. Huzurluydum. Rahattım.
Kısa bir zaman önce, “Eğer yaptığın”, demişti rüyamdaki Bilge Adam, “akla sahip olan sana yararlı bir şeyse, seçtiğin yoldan devam et. Ancak sana sadece bir canlı olduğun için yararlıysa, seçtiğin şeyi gözden geçir[1]”.
Eğer içimizdeki ses ile evren uyumluysa, olaylar o kadar keyifle gelişiyordu ki, olanaklı olan herşey ayaklarımızın altına seriliveriyordu. Ve o an bu uyumun huşusu içinde olan ben, amacıma ulaşmak üzere Yol’uma çıkıyordum. Karşılaşacağım herşeyin bir şekilde beni destekleyeceğini hissediyordum. Aslında Yol’a çıkmadan önce uzun bir hazırlık aşamasından geçmiştim. Çünkü derinliklerimde bir yerde, hiçbir şeye rast gele ve sanatın ilkelerine uymayacak şekilde başlayamayacağımı biliyordum; hele ki, Giade Dağı’nın zirvesine çıkmak gibi bir törene… Bu sebeple uzun bir çalışmalar bütünü geçirmiştim; okuyarak, gözlemleyerek, sorgulayarak, hatırlamaya çalışarak… O günkü yaşamıma kadar fark ettiğim şey, kader denilen döngünün, kendi isteğim ile Tanrısal isteğin bir örgüsü olmasıydı. İkisi birbirini var ediyordu. Sanki herşeyde görünmeyen bir zorunluluk vardı ve bu zorunluluk evrenin mutlak iyiliği içindi. O sebeple, aslında kötü dediğimiz şey yoktu, sadece kötü görünen şeyler vardı. Doğanın kendinde, kötü olan hiçbir şey yoktu. Ben özümdeki iyiyi ortaya çıkarmaya çalışıyordum. Lakin hayatımda yaşamımı devam ettirmeye özgü içgüdüsel bir korunma ve korku olduğu sürece, ilkel kalıyordum ve iyi yanım tam anlamıyla ortaya çıkamıyordu. Bunu da hazırlık aşamasında fark ettiğim şeylerden biriydi. Belki de gizliden savaşçılara duyduğum hayranlık bu yüzdendi: Onlar korku ve ölümü yeniyorlardı.
Evet, bu Yol aslında var oluşuma bir şükran borcu ödemek gibiydi. Her nedense insan, kendi-olmak isteyen ve bunu bir tür dinsel ödev ya da manevi olgunlaşma kısaca Arayış-Kurtuluş Yol’u sayan bir varlıktı. Bununla birlikte cevaplayamadığım bir başka sorum vardı: Acaba ben Arayış’ta mıydım yoksa Arayış’ın kendisi mi bana cazip geliyordu? Yaklaşmanın uzaklaştırdığı ve uzak olanın da arzulandığı bir durumda, Arayış’a olan arzum mu beni bu yolculuğa teşvik ediyordu? Ulaşıldıkça ulaşılamaz olan var mıydı? Arayışssız bir Arayış’ta mı ancak Arayış’ın kendisi olabilecektim? Bu durum çok karmaşık görünüyordu çünkü bir nevi görmeden görmek, duymadan duymak, konuşmadan konuşmak gibi bana imkansız görünen bir hal söz konusuydu. Öyle ise, ben acaba görünende gizlenen ve gizli olanda görünen miydim[2]? O halde, bir ben mi vardı benden içeri[3]?
Özel bir rituele hazırlanır gibi hazırlanmıştım; yarı tanrı olan insanlığımla, yarı kutsaldı yaptığım. O güne kadar çoğunlukla karşı çıkışlar arasında kalmıştım. Etrafımda bana yakın olan hiç kimse; ailem, arkadaşlarım, dostlarım, gerçekten hiç kimse bana destek olmamıştı. Uzun bir süre bu karşı çıkışlar sebebiyle üzüldüm. Lakin etrafta anlamsızca dolaşmaktansa, öğrenmek ve deneyimlemek bana daha anlamlı geliyordu. İnsan kendisine sorular sormadığı, hayrete kapılmadığı sürece hayatını, özgürlüğünü tam anlamıyla yaşayabilir miydi[4]? Yaşamaktan yorulmuş insanların arasında olmaktansa, kendimi amacıma yöneltmek daha akıllıca geliyordu. Hayattayken, uykuda gibi yaşanabilir miydi? Herkes beni anlamaya çalışırken, ben kimseyi anlamaya çalışmıyordum. Onları düşünce ve davranışlarıyla kabullenmek, bencilce de olsa, daha kolay gelmişti bana. Bu sebeple de herhangi mutsuzluk yaşamıyordum. Ama beni hüzünlere sürükleyen, kendi ruhumdaki dönüşüme cevap verememekti. Dephoi’de yazılan boş bir söz değildi; kendini bilmeyen insan, hayattaki en mutsuz insandı. Ve ancak kendimizi bilebildiğimizde, bilinebilirdik[5].
Gözlerim uzakta keyifle yükselen sessiz Giade Dağı’na takılı kaldı. Ne kadar da haşmetli bir dinginliği vardı. Ben kendimi hep, tiyatroda oyununu sergiledikten sonra sahneden ayrılan bir sanatcı gibi hissedebilmek istedim: Hiçbir yapmacıklığın ve bağımlılığın olmadığı, benim ben olduğum bir rolü oynamak! Etrafımdaki yaşlanan insanları gözlemledikçe fark ettiğim şey, yaşamın oluşturduğumuz bizi yüzümüze olduğu gibi yansıttığı idi. Dahası bunu, derin çizgilerle adeta suratımıza kazıyordu yaşam: İçinde ışığı olanın yüzünde aydınlık, kalbinde dehşet olanın gözlerinde karanlık, yüreğinde kibir ve kıskançlık olanın dudaklarında haset tüm yalınlıkları ile kendilerini gösteriyorlardı. Benim en büyük korkum, günün birinde yansıyan yüzümde ben olamamış bir Ben’e tanıklık etmekti. En büyük dileğim ise, rolümü hakkıyla oynadıktan sonra, evren sahnesini diğer oyunculara ve onların sergileyeceği hayatlara bırakmaktı. Evrenin özü de bumuydu acaba? Sürekli değişen ve bu değişimle varlığını sürdüren şey. İnsan olarak düşüncemle yaşamımı var ediyordum. O halde uyum denilen şey, değişken evren ile var ettiğim hayatımın birlikte akması sayesinde mümkün olabilirdi. Ama akıl bu kadar baskınken, evreni kavramak hiçte kolay değildi. Bir kez uyuma ulaşabilseydim, şeyler belki de bana beni gösterebilirlerdi. O zaman, yüzümdeki yansımam beni huzurlu kılabilirdi.
Uzun hazırlık dönemimde fark ettiğim şeylerden bir diğeri de, gerçekleşen herşeyin, doğru olan olmasıydı. Tuhaftı ama, herhangi biri herhangi şey yaşadığında, o şey o kişi için doğru olandı. Bir zaman bir yerlerde, o şeyin tohumu atılmıştı ve vakti geldiğinde, doğru olan gerçekleşiyordu. Böyle düşününce insan sonradan olan herşeyin öncekine bağlı ve yaşadıklarının da sonrakilerin sebebi olduğunu kavrıyordu. Tüm olup bitenler, kendi içlerinde mükemmel bir uyuma sahipti. Ve evren kesinlikle adaletliydi.
O sebeple, Yol’uma gidecektim. Bu yarı tanrısal insanlığıma şükran törenimdi! Başıma gelebilecek herşeye katlanma gücüm, elbette benimle olacaktı.
Hazır mıydım? Evet, hiç olmadığım kadar hazırdım.
Gözlerimi açtım ve biraz ileride talimatımı bekleyen hizmetkara dönüp, bana yardım etmesini istedim. Derhal yanıma gelerek, Adora ile aramda durdu. Sonra ayağımı koyup ata rahat binebilmem için iki elini çapraz şekilde birleştirdi. Bunun dışında hizmetkardan destek almadan, tek sıçrayışla Adora’nın üzerine bindim ve onun sağ kulağına fısıldadım:
-Evet Prenses, felsefe ile geçirdiğimiz üç günden sonra artık yola çıkma zamanı. Biz çok iyi bir ikili olacağız ve bu seyahati de, bizim için olması gerektiği gibi bitireceğiz.
Ilık bir ilk bahar günüydü. Önümde, renkli çiçeklerle bezenmiş ve alabildiğine uzanan çayırlar, hemen arkamda ise muhteşem sütunlarıyla geride bırakacağım Polis vardı.
Son iki günümü geçirdiğim Polis ilginç bir yerdi. Büyük sayılmazdı. Nüfusu dediklerine göre, 300.000 idi. Bunun içinde 100.000 kadar köle vardı. Siyasi haklara sahip erkekler ise, kadın ve çocuk nüfusu çıktıktan sonra 30.000 kadardı. Kent bir dağ eteğine kurulmuştu. Kenti çevreleyen alan tarıma ayrılmıştı. Polis’in içinde ise çok canlı bir ticaret hayatı vardı. İkinci günüm sokaklarda gezerek tüm zanaatkarları ve gelen giden tüccarları izlemekle geçmişti. Hemen fark edilen şeylerden biri, ifade edilmeyen ama kişilerin duruşlarından, aralarındaki mesafelerden ve giyim tarzlarından anlaşılan statülerdi. Duyduğuma göre son yıllarda oldukça fazla göç almıştı kent. Kendi içinde son derece doğal bir yaşama ve işbirliğine sahipmiş gibi görünen Polis’te hayat, sanki normalden çok daha ağır hareket ediyordu. Hiç kimse ve hiç bir şeyde, telaş yok gibiydi.
Kente, girişindeki iki sütunun arasındaki muhteşem kapıdan giriliyordu. Kapının üzerindeki en belirgin kabartmalar, iç içe girmiş geometrik şekiller arasında yer alan tanrı figürleriydi. Sanki Hesiodos’un birkaç yüzyıl önce yazdığı Theogonia[6]’sı bu kapıda dile geliyordu! Uzunca bir yol hemen kentin ortasından geçiyor ve ticaret hayatını yönlendiren dükkanlara ev sahipliği yapıyordu. Her mağazanın önünde, oturmuş bir aslan heykeli vardı. Bu heykeller hem sağda ve hem de solda olmak üzere, otuz üçer taneydi. Benim en çok ilgimi çeken, siyah-kırmızı-turuncu tonlarda incecik ve zarif dekorlara sahip küpler, vazolar ve çanaklar satan dükkandı. Herakles, Aphrodite, Pandora, Prometheus en çok rastladığım vazo figürleriydi. Polis’ten ayrılmadan önce, buraya bir daha dönemeyebileceğimi düşünerek, kendime üzerinde Apollon figürü yer alan bir kalyks[7] aldım. Ola ki, önümdeki gerçeklikleri aşabilirsem, o zaman elimdeki bu testi bana hayal görmediğimi gösterecekti.
İki gün boyunca konakladığım ev, oldukça saygın, neredeyse seyyah sayılabilecek, bilge kabul edilmiş bir siyasetçinin eviydi. Dediklerine göre kimsenin cesaret edemeyeceği kadar Doğu’ya gitmişti. Tüm gençler onun etrafında toplanarak maceralarını dinlemek isterlermiş. Ama o, maceralarını anlatacağı gençleri özenle seçer ve sadece onlara ve sadece bazı şeyleri anlatırmış. Soru soranlara, herkes için öğrenmenin farklı zaman ve yöntemi olduğunu söylermiş. Kimileri, söylendiğine göre, ondan çok korkar, büyülü ve yarı tanrısal bir yanı olduğunu fısıldarlarmış. Bazı geceler Dephoi’ye gidermiş ve onu bu gecelerde görenler başının üzerinde yanan ışıklar olduğuna yemin etmişler. Ben onun tuhaf ama gerçek bir bilge olduğunu düşündüm. Evi, Polis’in en güzel meydanında yer alan ve muhteşem mozaiklerle süslenmiş bir yapıydı. Dekorasyonda kullanılan sayısız vazolar, bu eve gelen herkese adeta mitolojik dersler vermek ister gibiydi. Evin orta yerinde yer alan kocaman çeşme ve sürekli akan su sesi insana inanılmaz bir huzur getiriyordu. Hayatımın en lezzetli şaraplarını bu evde içtim ve yine en lezzetli yemeklerini bu evde tattım. Son akşamımda ise inanılmaz anlamlı sohbetlere daldım. O akşam evde oldukça büyük bir kalabalık vardı. Ev sahibim hararetli tartışmaları sonlandırdıktan sonra şarabını bana kaldırırken şöyle dedi:
Giade Dağı seyahatimin yedi gün süreceğini söyledikleri içindir ki ben, ne eksik ne de fazla; tam yedi günlük yemek aldım yanıma. İşte yukarıda anlatmaya çalıştığım o sabah itibariyle, Adora’nın sırtına binerken bu yedi günlük seyahatime başlıyordum: Hedefim Gerçekliğin Yolu ile Giade Dağı’nın zirvesine ulaşmaktı!
Beni uğurlamaya gelen herkese son bir kez teşekkür ettikten sonra, Adora’ya gitmemizi söyledim. Önce yavaştan ve sonra hızlanarak uzaklaştık Polis’ten. Çok güzel bir kısraktı gerçekten; koşmasının hayatla dans eden bir tavrı vardı. Sanki her adımında Adora, bastığı çimenler ve toprak, soluduğu hava, bedenindeki kaslar ve üzerindeki ben ile, bir gibiydi.
Hayat, yaşanılan anlarla bir olunabilindiğinde, kişi An’ın Çocuğu olabildiğinde ne kadar da güzeldi!
Lakin Polis’ten ayrılmak, iyi dostlardan ayrılmak yüreğimi burkmuştu. Bu hüzün duygusuyla düşüncelerim bir gece önceki konuşmalara kaydı. Felsefeyi, insanın kendisini tanıması ve hayatını anlaması konusunda yaşam sanatı [8] olarak adlandıran bir konuk geldi gözlerimin önüne. Sanki söylediği şeye herkesten çok kendini inandırmaya çalışıyor gibiydi. Bir başkası hak verdi o konuğa çünkü ancak kendisini bilen, evreni bilebilirdi. O halde kendini bilmek, ne demekti?
Bir sonraki tartışma bu konuya yoğunlaştı ve konuklardan bir diğeri, kendini bilmenin aslında pratikte hayatı yaşamak olduğunu söyledi. Felsefe bu şekliyle, hayretle etrafı , olan biteni izleme ve bu şekilde bakmanın ötesinde görmeyi başarmaktı.
Çok ateşli bir konuşmacı, felsefe yapmanın geçmişte yaşamış insanların sorulara verdiği cevapları yorumlamanın ötesinde, o sorulara kendi cevaplarını bulabilmesi[9] olarak tarifledi; bir nevi kendi kendine düşünme[10] çalışmasıydı. Uzun süre bu konu tartışıldıktan sonra bir başkası, denilen her şeyin doğru olduğunu, kendimizi tanımaya araç olan her şeyle kendimizi tanırken, bu sayede başkalarını da tanıyabileceğimizi ve böylelikle yaşama bütüncül bakabilmeyi öğrenebileceğimizi ifade etti. Felsefe bu bütüncül bakışı yakalayabilmeydi.
Ama son tartışma her şeyin bir devinim içinde olduğu ve bu şekliyle de, bir anın bir diğerine benzememesi üzerineydi. Ve hatta hiçbir insan da, bir diğerine benzemiyordu. Bizi biz yapan bu farklılıklar ve hayatı da anlamlı kılan bu sürekli oluş durumuydu. O halde, bütüncül yaklaşım, sürekli devinimde nasıl sağlanabilirdi?
Uzayan ve zaman zaman sertleşen konuşmalara son noktayı ev sahibim koydu:
– Bu ancak bir Mediatör Bilginin işidir. Bir sonraki toplantıda, Mediatör Bilgini tartışabiliriz.
Ev sahibim yüzümdeki şaşkın ifade sebebiyle olsa gerek, yavaşça yanıma gelerek şunları ekledi sözlerine:
-Bilgin, anlam belirsizliğini ortadan kaldırarak kuşkuyu gideren kişidir. İnsanın ve geleceğin bilgisi bilgeliğe aittir. Sözde, tanrının bilgeliği insana kendini gösterir ve sözcüklerin ortaya koyduğu biçim, düzenleme ve bağlam, insani sözün değil, tanrısal sözün söz konusu olduğunu açığa vurur. Tanrı olacağı bilir ve onu insana gösterir[11]. İyilerin en iyileri, tanrısal bir armağan olarak bağışlanan çılgınlıkla çıkarlar karşımıza[12] ve diğerlerine (aslında onlara bu çılgınca gelen) söz, eylem veya herhangi ifade edişle bütüncül olanı anlatmaya çalışırlar. Mediatör Bilgin’e gelince, bunu senin bana anlatacağın günü bekleyeceğim.
Ve sonra kadehini bana kaldırarak şöyle dedi:
– Gerçekliğin Yol’unu aydınlatması için Apollon[13] korusun seni!
Bu yazi, gecen ay Giris: Mitos bolumunu yayınlamaya basladigim Filozof Mediatorun Farkındalıklar Kitabı: İnisiye Dairesi isimli kitabımin bir sonraki kısmıdır.