Apar topar doldurdu valizine ıvır kıvır ne varsa Çisil o gece. Dışarıda vurdumduymaz bir fırtına vardı. Alt kattan gelen -ya da belki çatı katından- o ses yankılandı yine. “Nereye gidiyorsun şapşal? Kaçabilecek misin sanki benden?” Buz kesti yine genç kadının elleri, midesinde yine o ekşime… Üşüdüğü halde alnında biriken ter damlaları belli etti ne kadar stresli olduğunu. Duymak istemiyordu artık o sesi, sessizlik olunca yine aynı hızla devam etti yarım kalan işine. “Yazlık ayakkabıları ne yapacaksın sanki? Koy onları yerine!” Çisil dayanamadı:

 

-Kes artık şu bet sesini!

Eyvah, yine başlayacaktı o bitmek bilmeyen kavga!

-Beni uyandırmadan önce düşünecektin canım bunu (Güldü yine geceye karışan bir çığlık edasıyla).

Bir süre zaman hiç akmadı. Kendini valizinin önünde durmuş ayak parmaklarına bakarken buldu Çisil. “Ne kaldı” diye düşündü, almadığı bir tek şey kalmış mıydı acaba? Sanki yıllar boyunca hep bu günü düşünmüştü ve valizine neleri koyacağını hesap etmişti. Aksini düşünmek mümkün değildi ki! Aşağı yukarı bir yarım saat içerisinde hemen hemen tüm varlığını eksiksiz doldurmuştu valize.

Valizi kaptığı gibi koşmaya başladı. Merdivenlerden inerken eliyle korkuluğu tuttu. Şimdi düşmenin vakti değildi, tedbiri elden bırakmamalıydı.

-Acele et (yine o alaycı kahkaha) yoksa gecikeceksin!

Çisil bu defa bunu duymamış gibi yaptı, yeterince telaşesi vardı. Sonunda kapıya ulaştı, ama içindeki o çokbilmişlik dışına taşıyordu. Artık kendini tutamayacaktı!

-Bu eve o kadar çok bağlanmamaya bak sen. Döndüğümde bir daha gıkını çıkaramayacaksın!

Ve kapıyı hızla çekti arkasından, kilitlemeye gerek bile duymadan. Adımlarını güçlükle atıyordu genç kadın, rüzgar onu havada taşıyordu adeta. Nefes almakta bile zorlanıyordu, acaba şalı yok muydu hiç? Evlerden hiç ışık gelmiyordu, hani belki birinden birinde hayat belirtisi görse yetecekti orada kalması için. Ama iyi oldu böylesi, gitmeliydi, yaptığı o büyük hatayı düzeltmeliydi!

Bir gece lambasının altında beklemeye başladı. Artık üşüyordu, sinirleri bozulmuş olmalıydı tabii ki, titriyordu zavallı. Neden sonra valizinin üzerine oturmayı akıl etti, elleri ceplerini karıştırıyordu. Her defasında eline değen bir şeker vardı cebinde ama inatla yemiyordu onu, halbuki ağzına atıverse belki de iyi gelecekti duyumsadığı o paslı tada.

Sonunda karanlığı yaran bir ışık huzmesi belirdi, kırık dökük farıyla külüstür bir araba geliyordu. Gözü karaydı Çisil’in. Hiç düşünmeden attı kendini yolun ortasına. Araç öyle bir fren yaptı ki! Gözlerini refleks olarak kırptı genç kadın. Arabadaki, elini camdan dışarı sarkıttı; “gel” diye işaret ediyordu ona. Valizini aldı hemen, yerde sürüye sürüye götürdü arabanın yanına. Arka kapıyı zar zor açtı ve içine tıkıştırdı koca valizi. Ardından öne geçti ve oturdu, yanındakine bakmadı bir an bile.

-Beni taksi durağına götürebilir misin?

Yanındaki şaşırmıştı, bunu hissedebiliyordu. İlk defa yeni tanıştığı birine “sen” diye hitap ediyordu. Artık umurunda değildi bir şey!

-Karnım aç, yemek paramı vermek zorundasın öyleyse. Bir de şarap alacaksın yanında.

-Tamam hadi bas gaza!

Sessizlik içinde devam ettiler yola. Taksi durağı gözle görünüyordu artık. Hemen cüzdanını çıkarttı Çisil ve parayı attı vites kolunun yanında bir yerlere. Berbat bir sesle durdu yine araba, resmen dökülüyordu. Arka kapıyı açtı ve valizi tek hamleyle yere fırlattı. Hay aksi! Tırnağı kırılmıştı işte, en sevimsiz şeydi bu!

Hemen göz göze geldiği bir taksiciye el etti genç kadın. Yine yoldaydı işte, o uğursuz yere gidiyordu. Hayatının son zamanlarını cehenneme çeviren o korkunç yere. Akıllanmamış mıydı yoksa? İlgisi yoktu, o kadını hayatından çıkarmanın başka bir yolunu bulamamıştı!

Tarif ede ede götürdü taksiyi, uzun zaman yollarda geçtikten sonra geldi doğduğu eve. Kapkaranlıktı içerisi. Doğaldı öyle olması, kim vardı ki içinde? Hiç kimse! Herkes terk etmişti o evi, hiçbiri dayanamamıştı o sinir bozucu sessizliğe. Çantasını karıştırmaya başladı, anahtarı arıyordu besbelli. Durdu aniden, bu gece yapabilir miydi yoksa? Hazır kapkarayken ortalık hemen girişmeli miydi işe? Böylelikle o çirkin eve de girmeden dönerdi. Evet evet en iyisi buydu. Yalnız gücünü toparlaması için artık o şekeri atmalıydı ağzına. Cebine daldı parmakları, fakat şeker falan yoktu! Düşmesi imkansızdı oradan. Hoş o kekri tat da yoktu ya ağzında, yemişti belki de yolda kim bilir?

Ayaklarının altında ezilen yaprakların sesini duymazdan gelerek hızla arka bahçeye dolandı evin etrafından. İncir ağacıydı, öyle hatırlıyordu Çisil. Arkeoloji ekibinden bir arkadaşını arayıp rica etmişti genç kadın. Bunu tek başına yapamayacağını düşünmüştü çünkü. Arkadaşı Kaan bir anlam verememişti bu işe. Neden uzun zaman önce kazılara son veren bir arkeolog evinin arka bahçesini kazmak istiyordu ki? Sorgulamamıştı pek, Çisil’e karşı koymak nasılsa imkansızdı. Öyle eşsizdi ki tebessümü. Çocuk tatilini bırakıp geleceğini söylemişti. Keşke zorlamasaydı şansını, ne olurdu sanki bu kadar merak etmeseydi? Aklından çıkaramıyordu ama o manzarayı. Küçücüktü daha, gece gece mandalina istemişti canı. Pijamasının üstüne bir hırka geçirivermişti. İşte tam o anda duymuştu bahçeden gelen hıçkırıkları. Perdesini hafifçe aralayıp camdan dışarı göz atmıştı, atmaz olaydı. Bakakalmıştı sonrasında babasına. Elinde parlayan bir şey vardı ve incir ağacının önünde dizleri üzerine çökmüştü adamcağız. Ağlıyordu da ağlıyordu… Neden sonra kalkmaya yeltenmişti. Çisil ne kadar korktuğunu hala hatırlıyordu. Hemencecik çekmişti perdeyi babası kalkınca ve yatmıştı yatağına. Heyecandan tuvaleti de gelmişti aksi gibi! Tüm gece uyumamıştı, hem ağrıyla kıvranmıştı hem de merakla yanıp tutuşmuştu. O geceden sonra hiç aklından çıkmamıştı ama kimseyle de paylaşmamıştı bu sırrı, annesiyle bile…

Tekrar buradaydı işte. O kahrolası gecenin hatırına (gülmeye başladı Çisil, sinirleri hala çok bozuktu). Çıkarttı bütün malzemelerini ve kazmaya başladı yine aynı yeri. Art arda indirdi darbeleri toprağa ta ki o ses duyulana dek. Elindekini fırlattı hemen ve eğildi toprağa. Kazımaya başladı tırnaklarıyla, aman ne olacaktı yani yolda bir tırnağı zaten kırılmamış mıydı?

Sonunda iyice belirginleşti, çantasından feneri çıkarttı hemen. İşte oradaydı bütün görkemiyle. Bu ihtişamlı kutu ikinci defa gözlerinin önündeydi. Sinirleri yay gibi gerilmişti, aklında sadece o kadın vardı. Kim olduğunu bir türlü öğrenemediği o cadaloz! Çisil hemen çantasını oracıkta boşalttı.

Ne var ne yok dökülmüştü artık, çantayı fırlattı ve eliyle yokladı. İşte oradaydı, parıl parıl parlayan yeşim taşından yapılmış bir kolye. Kaptı hemen kolyeyi genç kadın, göz kamaştıran kutuya döndü.

Elindeki kolyeyi üzerine attı gelişigüzel.

-Al işte pis cadı! Geri getirdim kolyeni, memnun musun? Bana hayatı zindan etmekten vazgeçersin artık!?

Bir süre hiçbir ses duyulmadı civarda.

Tam ayağa kalkmaya yeltenmişti ki…

-Komiksin kız çocuğu, komik! Beni mi suçlayacaksın yoksa şimdi?

-Elbette! Tam üç haftadır beni canımdan bezdirdin. Ama al işte senden korkmuyorum! Ben… Şey, ben… Sadece…

-Benim kim olduğumu öğrenmek istedin, yanlış mı?

-Babamla…

-Komik kız çocuğu (işte Çisil’i çılgına döndüren o kahkaha, yine…)! Babanla ilişkim olduğunu bilmiyor muydun yoksa? Sanki o gece bizi gözetliyordun…

-Hayır, asla! Ben sadece çok merak etmiştim. Babamı ağlarken görmemiştim hiç… Hala da merak ediyorum…

-İşte bunu sana en güzel açıklayacak insan babandı. Onu kaçırdın madem, şimdi anlatma sırası bende. Babanla ilişkim olduğunu söyledim, aslında bu doğru değil. O çok sevdi beni, bense bir başkasına aşıktım, hiçbir zaman onun olmayı düşünmüyordum da… O ise bunu asla kabullenmedi, aklında sadece bana sahip olmak vardı. O gece, annenle evlendiklerinden tam dört buçuk ay sonra beni bu eve getirdi. Enfes bir akşam yemeği hazırlamıştı, şampanya ve mumlar masadaki yerlerini almıştı. Daha kapıdan girer girmez “Keşke gelmeseydim!” dedim kendi kendime ama artık çok geçti.

-Madem birlikte olmayı istemiyordun da neden kabul ettin davetini en başında?

-Küçük kız seni! Baban öyle bir gülümserdi ki insana, aynı senin gibi… Karşı koymak, hayır demek imkan dışıydı! Güzelce yemek yedik. Babanın her halinden belliydi, bana aşıktı işte! İkinci kadehi koymamasını söyledim, içemeyecektim. Ama ısrar etti, bırakmadı beni. İlerleyen saatlerde daha da ısrarcı bir tavır takındı, bunalmaya başladım. Ne desem anlamıyordu. Ona evli olduğunu, artık beni unutmasını söyledim durdum! Dinlemedi…

-Bunları duymak istemiyorum! Yalan söylüyorsun çünkü. Babam annemi deliler gibi severdi…

-Sus da dinle beni! O da öyle söylüyordu zaten, tek derdi annenin hamile oluşuydu biliyordum. Ona saçma gelmeye başlamıştı çocuk sahibi olmak, kendini son derece çaresiz hissediyordu ve benimle avutuyordu kendini. Adeta saplantı haline gelmiştim onun için, şimdiki halime bakma sen. Göz kamaştırırdım (kahkahası artık Çisil’in kulaklarını çınlatıyordu). O gece çok zorladı beni, kulaklarını bana kapatmıştı sanki, duyamıyordu. Saatler ilerledikçe ve evime gitmeme izin vermedikçe enikonu kavga etmeye başladık. Öyle ağır konuştum ki… Beni tutmak istedikçe çektim kendimi, dokunmasına asla izin vermeyecektim. Adımlarım beni balkona kadar getirdi ve sonunda artık arkamda adım atabileceğim sadece bir boşluk kalmıştı. Sonsuz bir boşluk…

Çisil duydukları karşısında titriyordu. Bu kadını hiç sevmemişti zaten, başından beri tiksinmişti sadece. Ama böylesi bir trajedi… İnanamıyordu!

– Neden peki bu incir ağacının altındasın?

– Baban saatlerce başımda ağladı. Neden sonra fark etti yaptığını ve eli ayağına dolaştı. Daima yakınında olmamı sağlayacak tek bir şey vardı. Küllerimi bana hediye etmeyi düşündüğü bu kutunun içine doldurdu. Sonra da beni bu ağacın altına hapsetti… O gece boynumda bu harikulade kolye vardı, aşık olduğum yakışıklı adam hediye etmişti. Sense sahip olduğum en değerli varlığımı elimden aldın. O gün bu gündür de sana cehennem azabı yaşattım, doğru!

-Artık rahat ettiğine göre, beni de bırak!

Çisil küllerle ve o eşsiz kolyeyle dolu kutunun üzerini toprakla örttü. Gözünden akan yaşlara rağmen döküntüleri alelacele tıktı çantasına ve valizine doğru yol aldı. Tekrar valizin üstüne oturdu ve ellerini önünde kavuşturup sessizce Kaan’ın gelmesini beklemeye başladı. Aklında sadece geri döneceği sıcacık evi vardı. Koltuğuna oturup sütlü bir kahve içmeyi nasıl da özlemişti şöyle huzurla…

Gamze Çetinel