Olay bundan tam 43 yıl önce, Ankara Kalesi’nin içindeki, küçük, tek katlı ve bahçeli bir evde yaşandı. Yaşlı büyükanne, asırlık bir çınar gibi sürdürdüğü ömrünün son dakikalarını, başına toplanan çocuklarının arasında yaşar ve onlara son dileklerini sıralarken, fazlaca duygusal bir çocuk olan ben, yani en küçük torun, içerde solunan hüzünlü atmosferden biraz olsun sıyrılabilmek amacıyla bahçe duvarının üzerinde koşuşturan yavru kertenkeleleri seyrediyordum. Elbette içerde yaşananlardan haberdardım. Dışarıda olmamın tek nedeni, çok sevdiğim büyükannemi son nefesini verirken izliyor olmamaktı. Yaşamımın kalanında, onun güzel, kendinden sürmeli siyah gözlerini, ışığını kaybetmiş olarak hatırlamak istemiyordum o kadar. Az sonra babam dışarı çıkıp da beni içeri çağırdığında, her şeyin bittiğini düşündüm. Oysa yaşlı babaannem ölmemişti, beni görmek istemişti o kadar. Yanına ayak uçlarına basarak yürüyen yavru bir kedi gibi girdiğimde, odadakilerin de birer birer dışarı çıktığını görerek şaşırdım. Aslında böyle olmasını babaannem istemişti. Yanına kadar yürüyüp yatağın başucuna dizlerimin üzerine çöktüm. Büyükannem önce beni sevgi dolu bakışlarla süzdü, sonra parmağını güçlükle hareket ettirerek kulağımı yaklaştırmamı söyledi. Sesi fısıldar gibi çıkıyordu.
–Ben gidiyorum diye üzülüyor musun?
Ağlamamak için yanıt vermek yerine nemli gözlerle başımı salladım.
–Sakın üzülme, ben buradan çok daha güzel bir yere gidiyorum. Orada yaşlanmak yok, üzüntü yok, sıkıntı yok.
–Öyle ise ben de seninle geleyim!
–Bunun için çok erken yavrum. Oraya gitmek için benim kadar yaşlanman gerek.
–Ama sen gidince bir daha seni hiç göremeyeceğim.
–Sen beni göremesen bile ben seni hep izliyor olacağım. Sen iyi bir şey yaptığında yukarı bakarak gülümse, ben de sana oradan gülümserim. Kötü bir şey yapacağın zaman da beni hatırla ve buna çok üzüleceğimi düşünerek onu yapmaktan vazgeç.
Burnumu çekerek yeniden başımla onayladım onu.
–Benim güzel torunum, şu sandığı benim için açıver.
Odanın köşesinde duran ve kendisinin gelinlik zamanlarından kalma ceviz sandığı işaret ediyordu.
–Dibinde tülbende sarılı bir paket var, gördün mü? Beyaz bir tülbent olacak.
Elimi, çocuk kolumun yettiğince derinlere sokup sandığın dibini karıştırdım. Birkaç saniye sonra elime havlular, seccadeler, dantel masa örtüleri arasında, tülbendin kenar pulları geldi. Çıkardım, gerçekten beyaz renkli bir tülbent, el büyüklüğünde bir paketin üzerine özenle sarılmıştı.
–Bu mu babaanne?
Bu kez babaannem başıyla onayladı.
–Getir onu yanıma bakayım.
Yanına götürdüm. Tülbende sarılı pakete en sevdiği varlığa bakar gibi bakıyordu. Ama onu açacak takati kalmadığı belliydi.
–Sen açıver yavrum!
Tülbendin kanatlarını ellerim titreyerek açtım. İçinden, neredeyse on katketene sarmalanmış, üzeri anlamadığım işaretlerle dolu, kil bir kutu çıktı. Babaannemin bakışlarından onu da açmam gerektiğini anladım. Kutuyu açtığımda, üzeri mor taşlı metal halkanın pırıltısı, zayıfoda ışığında bile gözümü kamaştırmıştı.
–Babaanne bu ne?
–Yavrum.. o, senin bilemeyeceğin kadar değerli bir yüzüktür. Bize çok ama çok eskilerde yaşamış atalarımızdan yadigardır. Ben onu.. doksan beş yıl önce, senin kadar bir çocukken teslim aldım.. bugüne kadar da gözüm gibi sakladım. Şimdi sen bu yüzüğü alacak -Allah uzun ömürler versin-, benim gibi.. yaşadığın sürece saklayacaksın. Sonra çok yaşlandığında.. sen de benim gibi onu saklaması için.. en küçük torununa emanet edeceksin. Anladın mı beni güzel torunum?
Artık bitkinlikten kesik kesik konuşuyordu.
–iyi ama babaanne ben onu nerede saklayacağım? Bahçe duvarında yerini sadece benim bildiğim bir kovuk var ama mahallenin çocukları yerini bulur diye korkuyorum.
–Baban.. baban sana onu nerede saklayacağını söyler sen merak etme.. ama sorumluluk senin.. Çok yoruldum, hadi çık bahçede oyna biraz. Çıkarken de söyle büyük halan.. yanıma gelsin.
Kutuyu gömleğimin içine sokup, babaannemi buruşuk yanağından öptüm, sonra da odadan çıktım. O yorgun gözlerinde gurur, çıkarken arkamdan beni izliyordu.
Yaşlı babaanne, ben yanından çıktıktan on dakika sonra huzura erdi..
Çocukluğum boyunca bana verilen o çok özel emaneti gözüm gibi sakladım. Tabii, babamın kutuyu özenle sakladığı yeri sadece onunla ben biliyorduk. Her görmek istediğimde -özellikle başlarda çok sık oluyordu bu- babam hiç itiraz etmeden kutuyu çıkarıp içindeki o harika yüzüğü, uzun uzun incelememe izin veriyordu. Ama nedense yüzüğün geçmişiyle ilgili sorularıma hep kaçamak yanıtlar alıyordum. Böyle konuşmaların son sözü hep şu oluyordu;
–Bir gün sorularının yanıtını, sen kendin bulacaksın oğlum!
O yanıt aslında yanımda, hem de çok yakınımdaydı ama benim onu bulmam tam yirmi sekiz yılımı aldı. Bir öğle sonrası, küçük oğluma, Anadolu Medeniyetleri Müzesini gezdirirken, beni şok eden bir şeyle karşılaştım. Bana emanet edilen yüzüğün ikizi, sergilendiği camekanın arkasından bana bakıyordu. Yürek çarpıntıları arasında, gözümü bile kırpmadan dakikalar boyu yüzüğü inceledim. Hayır, yanılmama imkan yoktu. Oydu, pırıltıları göz kamaştıran, üzerindeki mor taşıyla aynı harika yüzük. Altında yazılanlar ise kafamı karıştırmaktan başka işe yaramamıştı. Yüzüğe ait pirinç plakette, yüzüğün SÜMER uygarlığına ait bir buluntu olduğu, tahminen milattan önce 1850 yılları civarında bir SÜMER soylusu tarafından takıldığı yazılıydı.
Önce olanlar bana garip bir şaka, ilginç bir tesadüf gibi geldi. Ama iki yüzük arasındaki benzerlik öyle şaşırtıcıydı ki. Bu yüzden cam vitrindeki yüzüğü, -tüm detaylarını belleğime kazımak ister gibi- uzun uzun inceledim. Sonra da evime dönüp, benim koruyuculuğuma emanet edilmiş yüzüğü çıkardım. Olacak şey değildi. İki yüzük, en küçük detaylarına kadar birbirinin kopyasıydı. Sadece bendeki yüzük, boyut olarak biraz daha küçüktü o kadar. Sonra düşününce bunun nedenini kavradım, müzedeki erkek yüzüğü, bendeki ise bir kadın yüzüğüydü. Allak bullak bir halde ve kafamın içinde dans eden yüzlerce soruyla yanına gittiğimde babamı evinin bahçesindeki çiçekleri sularken buldum. Bakışlarımdan, bir şeyler öğrendiğimi anlamıştı.
–Müzeden geliyorum baba.
–İfadenden anlaşılıyor oğlum.
–Bana emanet edilenle, müzedeki yüzüğün eş yüzükler olduğu doğru mu?
Babam, sadece başını olumlu anlamda salladı. Ona inanmaz gözlerle bakıyordum.
–Orada, müzede, koruyuculuğuma verilen yüzüğün bir eşi sergileniyor ve ben bunu ancak şimdi, üstelik de tesadüfen öğrenebiliyorum öyle mi!
–Bu bir süreçtir oğlum. On yıl önce ya da on yıl sonra da öğrenebilirdin, ama sonuçta gerçeği, bir emek sarf ederek kendin öğrenmek zorundaydın.. kural bu!
–Kural mı, neyin kuralı? Kimin kuralı?
Babam gözlerimin içine bakıp sessiz kaldı.
–Bu, hikayenin gerisini de kendim bulmak zorundayım anlamına geliyor değil mi! Yani bana hiç bir şey anlatmayacaksın.
Babam, başını iki yana sallarken gülümsedi. Demek ki bir nedenden dolayı bu işi yardımsız yapmak zorundaydım. Evime dönüp yüzüğü sakladığım kil muhafazayı yerinden çıkardım. Küçüklüğümde, hiçbir şeye benzetemediğim muhafazanın üzerindeki anlamsız şekil ve motifler, şimdi biraz daha anlamlı gelmeye başlamıştı. Yazı ve sembolleri bir kağıda kusursuz bir şekilde aktardıktan sonra, soluğu Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde aldım. Çeşitli görüşmeler ve bir ayı bulan yazışmalar sonunda elimdeki yazının, konunun en değerli uzmanı, sayın Muazzez İlmiye Çığ tarafından yapılmış, harika tercümesini heyecandan ellerim titreyerek okuyordum.
Tercümede kelimesi kelimesine şunlar yazılıydı;
“Ben (ki) Nippur kenti yüce kralı Ur-Ninurta soyu(ndan) gelme prens Lugal-Apindu, beşbin şegel ile bu yüzüğü evlilik hediye(si) olarak sevgili eşim ve güneşim Nin-Dada’ya hediye ettim. Onun gelişi hatırına Tanrı Ningirsu’nun öküzleri Lugal_Apindu’nun soğan tarlalarını sürdü. Tarla(lara) bereket geldi. Bütün koyunlar(ı) yavruladı. Kuyularından soğuk su(lar) fışkırdı.”
Okuduklarımdan şoke olmuştum. Böyle bir şey gerçek olabilir miydi. Daha akla yatkın olan, çok eskilerde babamın babasının, belki de onun babasının doğuda yaşamış veya görevi nedeniyle orada bulunduğu zamanlarda bu yüzüğü bulmuş olması, kıymetli yüzüğün de bir aile yadigarı olarak kuşaktan kuşağa aktarılarak saklanıyor olmasıydı. Ya da daha çılgınca bir yaklaşımla, bu yüzük yaklaşık üç bin sekiz yüz elli yıldır kuşaktan kuşağa aktarılarak bana kadar ulaşmıştı. Bu ikinci varsayım -eğer doğruysa- neden soyadımızın “Sümer” olduğunu ve neden ailemizdeki tüm fertlerin (annem, babam, dayılarım, teyzelerim, halalarım, hatta tüm kuzenlerim), normal isimlerinin dışında, sadece evde, aile arasında kullanılan, “Nin, Nanna, Nirtu, Eluti ve Enlil” gibi hiç duyulmadık isimler taşıdığını açıklıyordu.
Yeniden ziyaret ettiğimde babam divanda uzanmış dinleniyordu. Tercümeyi uzattım, alıp okudu sonra hafifçe gülümseyerek geri uzattı.
–Peki neden baba? Neden bunları kendim öğrenmek zorunda kaldım ve neden bunları öğrenmek için tam yirmi sekiz yıl bekledim?
–Çünkü oğlum..
Diye konuştu babam sakince,
–..bu geçmişimizden gelen kesin bir kuraldır. Eğer sana bunları çok önce anlatsaydım bütün bunları nasıl algılardın bir düşünsene. Küçücük bir çocuk, böylesi bir farklılığı kaldırabilir miydi sence?
–Peki ya bendeki yüzüğün, müzede rastlantı eseri gördüğüm eşini hiç görmeseydim?
–Başka bir yol bulurdun evlat, ama mutlaka köklerine dair gerçekleri öğrenirdin, buna adım gibi eminim. Şimdi her şeyi öğrendiğine göre sana düşen, bu bilgiler ışığında soyumuzu temsil eden bu yüzüğü gelecek kuşaklara aktarmaktır.
–Ben yüzüğü artık ait olduğu yere, müzeye devretmek taraftarıyım baba. İkizine ulaşamayacağımıza göre, bence koruyuculuğunu yaptığım yüzük eşinin yanında sergilenmeli. Böylesi çok daha anlamlı geliyor bana.
–Yüzüğün koruyucusu sen olduğuna göre, bizlere de senin kararına saygı göstermek düşüyor yavrum. Nasıl istiyorsan öyle davran. Sonuçta yüzüğün anlamını ve geçmişi artık biliyorsun…
Birbirinin kopyası, o iki muhteşem yüzük, aradan geçen binlerce yılın ardından müzede yan yana sergileniyorlar artık. Eminim ki kararım kendimi olduğu kadar yüzüklerin sahibi olan atalarım Lugal-Alpindu ile sevgili eşi Nin-Dada’yı da mutlu etmiştir. Yolunuz düşerse, Anadolu Medeniyetleri Müzesine uğrayıp Sümerler bölümünde yüzükleri görmemezlik etmeyin..
Öykümüz burada bitiyor. Bu öyküyü sizinle paylaşmama neden olan ise eski bir gazete haberiydi. Haberde; “Dünyanın en önemli müzeleri arasında yer alan” ve “1997 yılında, Avrupa’da yılın müzesi seçilen Anadolu Medeniyetleri Müzesi” nin yenileneceği yazıyordu. Habere göre müze, elinde yüz seksen bin eser barındırmasına karşın, sadece altı binini sergileyebiliyormuş. Kültür Bakanlığı ve Büyükşehir Belediyesi arasında imzalanan protokolle müze binalarının restorasyonu yanı sıra, sergileme alanı genişletilecek, çevresi de yeniden düzenlenecekmiş. Akıl eden ve emeği geçen herkese teşekkür ediyor, kendi adıma tüm okurlarımı, övünç kaynağımız bu muhteşem müzeye destek vermeye, çocuklarımızı ziyarete götürmeye davet ediyorum. Kim bilir belki bu ziyaretlerin birinde belki siz de ailenizde kuşaktan kuşağa devreden bir yüzüğün, bir bileziğin ya da gerdanlığın ikizini görür, gerçeklerin peşine düşersiniz..
Söz çok mu uzadı? Öyle de olsa, ilave etmek istediğim son bir şey daha var. 2004 yılında eski Kültür Bakanımız sayın Erkan Mumcu’nun, Kapalıçarşı’yı ziyareti esnasında, ziyaretçileri, Truva savaşçısı giysileri içerisinde karşılayan bazı çarşı esnafına; “Truva’nın bizim kültürümüzü yansıtmadığı” yönünde tepki gösterdiğini duymuş ama buna inanmayı hiç istememiştim. Bu açıdan bakınca bizim kültürümüz, sadece Türklerin Anadolu’ya gelişiyle mi başlıyor? Yani bizler, bir anlamda tarihimizin, bizim o topraklara gelişimizle başladığını ileri süren istilacılar mıyız? Bizden öncesini yok mu sayacağız. Kaş açıklarında yatan “Dünyanın en eski batığına”, Yassıhöyük civarında bulunan “Dünyanın en eski ekmek fırınına” sahip çıkmayacak mıyız? İyi ama Anadolu’ya geldikten sonra antik kültürle yoğrulup, harika bir kültür sentezi yaratan yine bizler değil miyiz? Bugün hala Anadolu’nun çeşitli köşelerinde insanlarımız üç-beş bin yıl öncesinin alışkanlıklarını sürdürmüyorlar mı? Kanıt isteyenler lütfen değerli hocamız, rahmetli Ekrem Akurgal’ın “Anadolu Kültür Tarihi” isimli kitabının kapağına baksın. Orada, M.Ö. 1600 yıllarından kalma bir kabartma fotoğrafı göreceksiniz; damat, tıpkı bugün olduğu gibi, yüzgörümü esnasında gelinin duvağını açmaktadır. Kültürlerin armonisini bundan daha sıcak, daha kesin anlatan bir kanıta gerek var mı?
Anadolu’da tarihin bizimle başladığını savunmak, aynı zamanda dev bir imparatorluğun içinde bizden önceki kültürlerin, değişik dinlerin barınmasını, özgürce yaşamasını sağlayan büyük Fatih Sultan Mehmet Han ve diğer Osmanlı Sultanlarına saygısızlık anlamına gelmez mi? Bir düşüncemi tekrar ediyorum; “Tarihine sahip çıkmayan, geleceğini kuramaz. Ama üzerinde yaşadığımız toprakların tarihi de bir bütündür, Anadolu’daki ilk uygarlıkla başlar, şanlı Cumhuriyet tarihimizin bu gününe kadar uzanır. Aynı toprak üzerinde yaşanan tarih, senin tarihin ya da benim tarihim diye ayıklanamaz.”
Bir sonraki buluşmamıza kadar sevgi ve sağlıkla kalın ve bana yazmayı sakın unutmayın..
HRANT DİNK’İN ÖLÜMÜ ÜZERİNE
Acı tarih tekerrür etti, bir aydınımızı daha yitirdik.
Adı Hrant’dı.Ermeniydi. Belki çok hoşlanmadığımız şeyler söylüyordu. Dinlemek, tartışmak, anlamak, yanıtlamak yerine öldürüp kurtulduk. Ki böylece tüm sorunlar çözülmüş oldu. Artık öldürenler sağ, korumayı başaramayanlar selamet.
İşte bu kadar kolay ‘sevmediğimiz söylemlere sahip bir aydını’ yok etmek. Sivri bir mahalle abisi türer, gencecik bir çocuğu azmettirir, verir eline silahı. Öldürenler sağ, korumayı başaramayanlar selamet.
Bugün dünya gündeminde sadece, 1915 lerde yaşanan o trajedi var. Haydi şöyle bir geçmişe uzanın.. İngilizlerin Hindistan’da, Fransızların Cezayir’de ve diğer bazı Afrika ülkelerinde, İtalyanların Libya’da, yaptığı kıyımlara bakın. Amerikalıların Kızılderililere, Alman’ların Yahudi’lere yaptıklarını hatırlayın. Neden bugün hala sadece Türklerle, Ermeniler arasındaki trajedi dünya gündeminde acaba. Üstelik o göç olayında Ermeni vatandaşların ölümünden sorumlu olanların, cezalandırılmış olmalarına rağmen.. Ve o trajedide, her iki tarafın eşit olmasa bile sorumluluk sahibi olduğu hatırlardayken.
Ben size nedenini söyleyeyim. Suçlandıkça içimize kapanmışız, suçlandıkça kabuğumuza çekilmişiz. Konuşmamış, derdimizi yeterince anlatamamışız dünyaya. Sonuçta o kabuk çatladığında, içinden çocuk yaşta tetikçiler fışkırıyor, biri Hıristiyan bir rahibi öldürüyor, diğeri Ermeni bir aydını. Sık sık duyduğumuz bir söz var; “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” diye. Peki niye yoktur Türk’ün Türk’den başka dostu ? Eğer doğruysa bile bizim bunda hiç sorumluluğumuz yok mu? Siz hiç İngiliz’in, İngiliz’den başka dostu yoktur, ya da Alman’ın Alman’dan başka dostu yoktur diye bir söz duydunuz mu? Dünya bugün milyonlarca Yahudi’yi fırınlarda yakan Almanya’yı bile bağrına basıyor. Bunu sadece dinsel, ırksal nedenlere bağlamak ne derece doğrudur sizce? Bu kadar mı zor özeleştiri yapmak?
Bizde tartışma, uzlaşma geleneği, ne yazık ki gelişmemiş. Anlaşamıyor muyuz? Çeker bıçağı vururuz. Keyif için zevk için gidilen maçlara bile döner bıçağıyla gideriz. Sonuç çok da önemli değildir, maksat kan dökmek olsun. Sanki karşı takım taraftarı en büyük düşmanımız. Trafikte birisi hatalı sollama yaptık diye bizi uyardı mı, çeker levyeyi atlarız otomobilden. Çünkü hatamızı kabul etmek, elimizi hafifçe kaldırıp özür dilemek, diğer otomobildeki adamla ölümüne dövüşmekten çok daha zor gelir bize.
Keşke biz Hrant Dink’i, o da Diaspora’yı konuşarak ikna etseydi.
Konuşmayı, tartışmayı, anlaşamadığımızda da sorunu kan dökerek bitirmeyi bırakana dek bu illet ne yazık ki yakamızı bırakmayacak. Yeni sivri “Mahalle Abileri” türeyip, yeni çocuklara kan döktürmeye devam edecekler. Biz de değerlerin ardından göz yaşı dökmeye devam edeceğiz.