Sonbaharın, son günleriydi artık. Büyük meşe ağaçları yapraklarını neredeyse tamamen dökmüş, yapraklı çam ağaçları yalnız kalmıştı. Üşüyen ve rüzgarda savrulan ürkek güvercinler ile kıyıdaki kayalıklarda hep aynı tarafa doğrulmuş oturan martılar gelmekte olan kışın endişesine kapılmış kara kara düşünüyor gibiydiler. Kaldırımlara düşen yapraklar kıyı ve köşelerde öbekler yapmış, belediye işçileri bunları toplamaya yetişemez olmuşlardı. Günlerdir süren yağmurlu ve kapalı havadan sonra deniz durulmuş, güneş mahcup bir edayla bulutların arasından görünmeye başlamıştı.

Yaşlı adam her zamanki saatinde yatağından kalktıktan sonra rutin hafif kahvaltısını yaptı ve günler sonra yüzünü gösteren güneşe aldanıp, özlediği sabah yürüyüşünü yapmaya karar verdi. Paltosunu giydi, kasketini taktı. Aynada kendisini şöyle bir kontrol etti,  gördüğü saçı sakalı ağarmış adamın kendisi olduğuna yine güçlükle inanarak kapıyı açtı. Tam çıkacaktı ki bir hafta önce yeğeninin gönderdiği yeni bastonu da yanına almaya karar verdi. Usta işi sağlam ve hafif bu bastonu kullanmanın zamanı gelmişti artık. Bir dönem tıpkı yakın gözlüğünde olduğu gibi baston kullanmayı da kendine yakıştıramıyordu ama zalim yıllar mecbur bırakıyordu işte böyle.

Apartmanın kapısı gürültüyle kapandı. Yüzünü soğuk bir ayaz yalayıp geçti. Güneşe aldanmayıp paltosunu aldığına sevinerek sol elini cebine soktu. Bastonu tutan eli için çıkıp eldivenini almayı düşündü ama sonra üşendi. Önce Itrı Dede sokağına oradan da Münir Nurettin Selçuk caddesine çıktı. Eskiden Fenerbahçe Dereağzı tesislerinin olduğu bu yerler, büyük değişim geçirmiş, halka açık uzun ve güzel bir park halini almıştı. Bir zamanlar Yoğurtçu parkı ve meşhur Alex De Sousa heykelinden geçenlerin burnunun direğini sızlatan meşhur Kurbağalıdere ıslah edilmiş, neredeyse balık avlanır hale gelmişti. Gelmişti gelmesine ama gırgırların ağlarını yırtarcasına dolduran o balıklar neredeyse artık hiç kalmamıştı Marmara denizinde . Yeni kuşaklar eskinin palamut, lüfer, çinekoplarını, yine levrek, çupra hatta hamsisini artık bir hikaye gibi dinler olmuşlar, balığın da tıpkı tavuklarlar gibi çiftliklerde yetiştirilmelerini hiç kanıksamaz olmuşlardı . O zamanların fasıllı rakı-balık sofralarında sıklıkla çalınan şarkılardan biri olan “Bir tatlı huzur almaya geldim, Kalamıştan..” şarkısını hatırladı cadde tabelasını okuyunca. Paltosuna sarınıp kuş ve martılardan başka pek ziyaretçileri kalmayan park ve marinaları geçerek Fenerbahçe parkına kadar yürüdü. Adaları gören bir banka oturdu. Yorulmuştu, biraz oturmak iyi geldi. Drogos hatta Kartala kadar koştuğu günleri hatırladı. Bir de şimdiki haline baktı. Yaşlılık, en ölümcül hastalıktı hakikaten, çaresi de kurtuluşu da yoktu.

Hayat arkadaşını kaybettiğinde 80 li yaşlarının başlarındaydı. O günden sonra yılları ve dolayısıyla yaşını takip etmeyi bırakmıştı. Eşinine son görevini yapıp vasiyetine uygun olarak ebediyete yolcu etmesinin üzerinden 5 yıl 2 ay 13 gün geçmiş olduğuna göre 80 li yaşlarının 2. yarısını yaşıyor olmalıydı. Annesi 75, babası ise 81 yaşında vefat etmişlerdi, demek ki sırası gelmişti, uzatmaları oynuyordu bir bakıma. Eşiyle bu mahallede 30 yıl kadar yaşamış, beraber denize karşı uzun yürüyüşler yapmış dostlar edinmişlerdi ama işte hepsi çok gerilerde kalmıştı. Meslek hayatı boyunca edindiği dostlarının çoğu yoktu artık. Kimini hastalık, kimini güneye yerleşim sevdası, kimini de bir şekilde ecel almış götürmüştü işte. Tıpkı dünyaya gelindiğinde olduğu gibi, bu dünyadan giderken de çok az kişi oluyordu insanın çevresinde. Eski fasıllardan aklında kalan başka bir şarkı terennüm etmeye başladı içinden. “Bu son fasıldır ey ömrüm, nasıl geçersen geç…”

Yılın bu zamanında tenha hatta terkedilmiş görünümdeki bu nadide parkın sakinlerinden bir kedi yaklaştı yanına. İlgi ve şefkat edinmek için her türlü cazibesini kullanıyordu. Bahçe girişindeki simitçiden martılara atmak için aldığı simidi hatırladı adam. Bir parça koparıp bu tüyleri rüzgardan savrulan gri kediye attı. Kedi atılıp bir iki parça ısırdıktan sonra burun kıvırıp ortalardan kayboldu. “Sen bilirsin!” dedi adam yerden parçaları alıp biraz daha ufalayıp yakınlarında dolaşan kuşlara savurdu. Güvercin ve serçeler yarış edercesine memnuniyetle kabul ettiler bu ikramı. Tabi ki devamı geldi simit ziyafetinin. Az ilerde deniz kenarında uçuşan martılar “bize de bırak, bize de.” dercesine seslerini yükselttiler.. Simit parçaları azaldıkça kuşlar da  dökülen kırıntı ve susam tanelerini kapmak için risk almaya yaşlı adamın ayaklarının dibine kadar sokulmaya başladılar. Duyan duymayan gelmiş, bir yem kapma yarışı başlamıştı. Zavallı hayvanlar oldukça aç olmalıydılar demek ki. Kış koşulları ve yem bulma şartları daha da ağırlaşacaktı, ne yapıp etmeli müsait zamanlarda kuşlar için daha sık gelmeliydi buralara.

Bir anda pııır diye havalandı kuşlar. Sanki bir vahşi hayvan saldırısı olmuş gibiydi. Biraz sonra nedeni anlaşıldı.O da ne?! Biraz önce ortadan kaybolan gri kedi, güvercinlerden birini göğsünden kapmış kontrol etmeye çalışıyordu. Güvercin ise can havli ile kanat çırpıyor kurtulmaya uğraşıyordu. Kuşun kanat darbeleri yerdeki kurumuş yaprak ve otları savuruyordu. Avını çalılıkların içine doğru kaçırmaya çalışan kediden güvercini kurtarmak için ani bir hamleyle atıldı ihtiyar adam. Biraz da kendini sorumlu tutuyordu çünkü. Öyle ya, bir bakıma doğaya müdahale etmiş ve sağladığı bu beleş yem yüzünden kontrolü bırakıp birbirleriyle yarışan güvercinlerden biri kediye av olmuştu.

Yaşlı adam kedinin peşinde birkaç adım atmıştı ki çalıların arasındaki çite takıldı, öne doğru uçarken kafasının içinde “doonk” diye bir ses duydu. Bir ağaç köküne çarpmıştı. Beyinde bir şey yırtıldı sanki ve her yer zifiri bir karanlığa büründü…

Ne kadar zaman geçti hatırlamıyordu ama etrafında sesler duymaya başladı. Koşu yapan bir genç birilerine “kendisini” tarif ediyordu sanki. Bankta unutulmuş bir bastonun dikkatini çektiğini, oraya bastonla gelen birisinin bunu unutmasının tuhaf olduğunu, dönüşte bastonun hala orada durduğunu gördüğü için merak edip sahibini ararken de çalıların arasında yüzükoyun uzanmış bir adam gördüğünü  ve hemen ilgililere haber verdiğini anlatıyordu heyecanlı bir şekilde.

Doğrulmak istedi, kıpırdayamadı, hatta gözlerini dahi açamadı. Bağırmak istedi ama sesi çıkmadı. Bir ara sanki kendi kendisini yukarıdan seyrediyormuş gibi geldi. Başına birileri toplanmış inceleme yapıyor gibiydiler. Bu his onu çok korkutunca biranda kendini yine bedeninde buldu. Ne yaparsa yapsın sesini kimseye duyuramıyor, hala orada olduğuna ve yaşıyor olduğuna dair bir işaret gösteremiyordu! Evirip çevirdiler daha sonra da bir devlet hastanesine kaldırdılar. Orada da çeşitli muayenelerden geçirildi. Yaşlı adam sesini duyurabilmek için ecel terleri dökmeye devam etti ama burada da hiç kimse onu duyamadı. Polisler geldiler, yazdılar, çizdiler, gittiler ama adam tanıdık bir kimseyi ne gördü ne de sesini duydu. Meraklı bakışlar oldu ama hiç tanıyan da çıkmadı onu. Ailesinden evlatlarından birilerini görmek için çırpınıp durdu boşu boşuna.

Soğuk ve karanlık bir dolaba bırakıp gittiler sonunda. Burası morg olmalıydı. Demek ki öldüğünü düşünüyorlardı. Oysa bunları düşünebildiğine göre, öyleyse hayatta olmalıydı. Filozofun dediği gibi düşünüyor olmak, var olmak demek değil miydi?!. Var olmak ise hayatta olmak anlamına gelmiyor muydu?! Bağırmak istedi son kalan nefesiyle yetmedi.

Zifiri karanlığın sonunda, sanki kapalı bir kapı vardı da kenarlarından ışık sızıyordu. Çok parlak bir  ışıktı bu ve kapının arkasında oldukça kalabalık bir dostlar grubu vardı da “sürpriiiz” demek için yaşlı adamın kapıyı açmasını bekliyorlardı sanki. Öylesine çoşkulu, öylesine sıcak ve öylesine “gerçek bir his” idi bu. Beri tarafta ise üzerine kapatılan soğuk ve dar dolabın kapağı duruyordu tüm gerçekliğiyle… Işığa gitmekten vaz geçince ışık da ses de biranda kayboldu. Yaşlı adam umutsuzluğa  düşmüş bir halde hala sevdiklerinden, evlatlarından bir haber bekliyordu. Ölmediğine inanıyordu çünkü, ölmüş olsa bile henüz vedalaşamamıştı… “İmdat” dedi son bir kez daha… Koskoca başarı dolu bir hayat böyle bitemezdi, bitmemeliydi…

Ter içinde uyandı.. Kalbi küt küt atıyor hala nefes almakta zorluk çekiyordu. Ne korkunç bir kabustu o öyle.. Çok şükür ki rüya imiş diye düşündü.  Eli telefona gitti ama sonra vazgeçti. Elini yüzünü yıkayıp salon penceresinin önüne geçip düşüncelere dalmıştı ki kapı çalındı. Gelen posta kuryesi idi. Paketi açtı. “Sevgili dayıma, eskitmesi dileğiyle” diye yazıyordu paketin üstünde. Paketin içindekini çıkardı.  Sağlam ve hafif, ince işlenmiş usta işi bir Devrek bastonu uzanıyordu ellerinde…

Seyit Aydoğmuş