Murray Templeton 45 yaşında, ömrünün en verimli çağındaydı. Vücudunun tüm kısımları düzgün çalışıyordu – bazı koroner damarları hariç, ki bu kadarı da yeterliydi.
Sancı aniden gelmiş, dayanılmaz bi zirveye ulaşmış, sonra yavaşça azalmaya başlamıştı. Nefesinin yavaşladığını ve bir huzur hissinin yıkarcasına üzerini kapladığını hissedebiliyordu.
Acının yokluğu kadar haz verici birşey yoktur. Hele ki acının hemen ardından. Murray havada yükselir ve süzülürmüş gibi başdöndürücü bir hafilik hissetti.
Gözlerini açtı ve odadaki diğer kişilerin halen telaşlı ve gergin olduklarını mesafeli bir keyifle farketti. Sancı habersizce gelip vurduğunda laboratuvardaydı. Sendelediği sırada diğerlerinin şaşkın çığlıklarını duymuş fakat sonrasında herşey ezici bir acıyla karanlığa gömülmüştü.
Murray’in acısı geçmiş olsa da diğerleri halen tedirgin ve endişeli bir şekilde yerde yatan bedeninin başına üşüşmüşerdi – ki Murray aslında sahneye yukarıdan bakmakta olduğunu aniden farketti.
Yüzü acıdan çarpılmış bir şekilde yerde serilmiş yatıyor, aynı anda yukarıda huzur içinde izliyordu.
“Vay anasını ! Mucizeye bak ! Ölümden sonra yaşam martavalları doğruymuş!” diye düşündü.
Ateist bir fizikçi için rencide edici bir ölüm deneyimi olsa da Murray sadece hafif bir şaşkınlık hissetti – içine gömülmüş olduğu huzur halinde en ufak bir değişiklik olmadan.
“Benim için gelen bir melek falan bir şey olmalı” diye düşündü.
Dünya sahnesi bulanıklaştı. Karanlık Murray’in bilincini işgal ederken uzakta bir ışık titremesi ile birlikte bif figür belirdi. Muğlak şekilde insansı, yumuşak bir ışık ve sıcaklık saçan bir figür.
“Şaka gibi.. Cennete gidiyorum!” diye düşündü Murray.
Aynı anda, ışık söndü fakat sıcaklık hissi kaldı. Tüm evrende sadece kendisi ve o sıcaklık kalmış gibi dursa da Murray’in hissetmekte olduğu huzurda bir azalış olmadı.
“Bunu bu kadar sık ve çok yapmış olsam da hala başarıdan memnuniyet duyabiliyorum” dedi Ses.
Murray’in aklında birşey söylemek vardı ama ağzı, dili, ses telleri olup olmadığının farkında değildi. Yine de bir ses çıkarmayı denedi. Ve kelimeler geldi. Kendi sesini kesin bir şekilde tanıdı ve kendi kelimelerini çok net duydu : “Burası Cennet mi?”
“Senin anladığın şekliyle bir ‘yer’ değil burası” dedi Ses.
Murray utanmıştı fakat sıradaki sorunun sorulması gerekiyordu : “Ahmak gibi konuşuyorsam özür dilerim ama sen Tanrı mısın ?”
Tonlamasını değiştirmeden ve tınısındaki mükemmeliği zedelemeden, Ses, gülünç bulduğunu hissettirerek “Tuhaftır ki aynı soru bana – pek tabi ki – sonsuz farklı şekilde sorulur. Sana verebileceğim senin anlayabileceğin herhangi bir cevap yok. BEN’im. Verebileceğim tek kayda değer cevap bu. Ve gerisini istediğin kavram ya da kelime ile doldurabilirsin” dedi.
“Peki ben neyim ? Ruh mu ? Yoksa ben de sadece kişileşmiş varoluş muyum ?” dedi Murray sesine kinaye tonu vermemeye çalışarak. Başaramadığını farketti ve bir an bu alaycı tonu biraz yumuşatmak adına “haşmetlim” ya da “kutsal kişi” gibi birşeyler eklemeyi düşündü. Kendini bildiğinden beri ilk kez olarak küstahlığı (ya da günahı) yüzünden Cehennem’le cezalandırılabileceği ihtimali aklından geçmiş olsa da, yapamadı.
Ses hiç de gücenmeden “Açıklanması kolaysın – sana bile” dedi. “Seni memnun edecekse ruh da diyebilirsin. İşin aslı, bir takım elektromanyetik kuvvetlerin bir Bileşkesisin. Birbirleriyle bağlantıları ve ilişkileri öyle ayarlanmış ki senin varolmuş olduğun fizik evrendeki beyninin tam bir taklidini sağlıyor bu Bileşke – en ince detayına kadar. Bu sayede, düşünme kabiliyetine, anılarına, kişiliğine halen sahipsin. Sana hala senmişsin gibi gelmesi bu yüzden.”
“Yani beynimin özü kalıcı mıydı ?”
“Hiç de değil. Benim seçtiklerim dışında senin hiçbirşeyin kalıcı değil. Bileşkeyi ben oluşturdum. Onu sen fiziksel varoluşuna halen sahipken inşa ettim ve tam varoluşunun biteceği bu ana göre ayarladım”
Ses sanki kendiyle gurur duyarmış gibi geliyordu. Bir an durduktan sonra devam etti: “Karmaşık fakat tamamıyla kusursuz ve hassas bir oluşum. Tabi ki bunu gezegeninizdeki her insan için yapabilirdim ama yapmadığım için memnunum. Seçim yapmanın bir keyfi var.”
“Pek azını seçiyorsun o zaman ?”
“Pek azını”
“Kalanlara ne oluyor peki ?”
“Yokoluş! Ah, tabi, sen bir Cehennem hayal ediyordun”
“Ben değil ! Böyle sananlar var, evet.. Yine de, senin Seçilmiş’lerinden birisi olacak kadar iffetli olduğumu pek nadiren düşünürdüm”
“İffetli mi ?.. Haa, demek istediğini anladım… Seninkine denk olacak kadar küçük düşünmek için kendimi zorlamam gerekiyor… Hayır, seni düşünce kapasiten için seçtim – evrendeki tüm zeki türlerden trilyonlarcasını seçtiğim gibi”
Murray’in bir anda merakı nüksetti – bir ömürlük alışkanlık ne de olsa: “Tümünü sen kendin mi seçiyorsun yoksa senin gibi başkaları da var mı ?”
Belli belirsiz bir an için Murray bu soruya sabırsız bir tepki geleceğini sandı fakat Ses tekrar duyulduğunda etkilenmemiş gibiydi : “Başkaları olup olmamasının senin için bir önemi yok. Bu evren sadece benim. Benim icadım, benim inşaatım ve sadece benim amacıma yönelik olarak var.”
“Trilyonlarca seçilmişin arasından yine de benimle bu kadar vakit geçiriyorsun. Bu kadar önemli miyim?”
“Hiç önemli değilsin. Burada seninle olduğum gibi, bir taraftan da diğerleriyle birlikteyim. Senin algılarına göre eş-zamanlı diyebileceğim bir şekilde”
“Yine de teksin, öyle mi ?”
Hoşuna gitmiş bir tonla Ses dedi ki “Beni tutarsızlık tuzağına düşürmeye çalışıyorsun. Tekilselliği ancak diğer tek-hücrelilerle ilişkili olarak tasavvur edebilen bir amip olsaydın ve trilyonlarca hücreden oluşan bir mavi balinaya tekil mi çoğul mu olduğunu sorsaydın balina senin kavrayabileceğin bir şekilde cevap verebilir miydi ?”
Murray kuru bir sesle “Bunun hakkında düşüneceğim. Kavranabilir hale getirilebilir belki” dedi.
“Aynen. Senin işlevin bu. Düşüneceksin”
“Nereye kadar? Senin zaten herşeyi bildiğini farzediyorum”
“Herşeyi bilseydim, herşeyi bildiğimi bilemezdim” dedi Ses.
“Bu biraz Doğu felsefesi kokuyor. Tamamen anlamsız olduğu için derin anlamlı gözüken bir cümle”
“Gelecek vaad ediyorsun. Paradoksuma paradoks ile cevap veriyorsun. Şu var ki, benimki bir paradoks değil. Düşün bir. Ezelden beri varım. Bu ne demek ? Var oluşumu, doğuşumu hatırlamıyorum demek. Hatırlasaydım, ezelden beri var olamazdım. Doğuşumu hatırlamıyorsam, bilmediğim en azından bir şey var demektir : başlangıcımın doğası…
Bir de şu var; bildiğim sonsuz olsa da, bilinecek sonsuz şey olduğu da bir gerçek. İki sonsuzun birbirine eşit olduğundan nasıl emin olabilirim ? Potansiyel bilginin sonsuzluğu halihazırdaki sonsuz bilgimden sonsuz kat fazla olabilir. Basit bir örnek sana : tüm çift-sayıları biliyor olsam, sonsuz adet sayı biliyor olurum fakat tek bir tek-sayıyı biliyor olmam”
Murray dedi ki “Fakat tek sayılar türetilebilir. Sonsuz serideki her bir çift sayıyı ikiye bölersen tamamen farklı ve yine sonsuz bir seri elde etmiş olursun”
“Ana fikri anladın” dedi Ses. “Hoşuma gitti. Bilinenden henüz-bilinmeyene başka (çok daha zor) yollar bulmak senin görevin olacak. Anıların halen sende. Öğrenmiş olduğun her veriyi hatırlayacaksın. Bunlardan çıkarsamış olduğun ve çıkarsayacağın diğer tüm verileri de. Kendi önüne koyduğun problemlerle ilintili olduğuna karar verdiğin başka verileri de toplamaya ve öğrenmeye iznin var.”
“Tüm bunları kendin yapamaz mısın ?”
“Yapabilirim. Fakat bu şekilde daha ilginç oluyor. Uğraşacak daha fazla gerçekler olsun diye evreni yarattım. Belirsizlik prensibini, entropiyi ve diğer rastsal faktörleri ekledim ki bütün, bir anda aşikar oluvermesin. Sistem iyi de çalıştı; yaradılışından beri beni eğlendirmeye devam ediyor.
Sonra, ilk yaşamı ve akabinde zekayı başlatan karmaşıklıklara izin verdim ve bunları bir araştırma ekibi gibi kullanmaya başladım. Yardıma ihtiyacım olduğundan değil, bu yardımın kendisinin de bir rastsal element teşkil etmesinden. Gördüm ki, bu şekilde olunca, bir sonraki ilginç bilgi parçasının ne olacağını, nereden geleceğini ve ne şekilde türetileceğini önceden kesiteremiyorum.”
“Böyle bir şey hiç oluyor mu peki?” dedi Murray.
“Elbette. Bir yerlerde enteresan bir parça ortaya çıkmadan bir asır bile geçmez”
“Aslında kendin düşünebileceğin fakat henüz düşünmemiş olduğun bir parça ?”
“Evet”
“Benim sana yardımım olacağına gerçekten inanıyor musun ?”
“Önümüzdeki asır içinde mi ? Hemen hemen hiç. Fakat uzun vadede, başarın kesin, zira ebediyen bu işle meşgul olacaksın”
“Ne maksatla ?”
“Söylemiştim. Yeni bilgiler bulmak için”
“Onun ötesinde ? Ne amaç için yeni bilgiler bulmam icap ediyor ?”
“Fizik evrene tâbi hayatında yaptığın da buydu. O zaman amaç neydi ki ?”
“Sadece benim ulaşabileceğim bir bilgiye ulaşmak. Çevremin övgüsünü kazanmak. Sınırlı vaktim olmasına rağmen başarmış olmanın hazzı. Şimdi ise, sadece aslında birazcık zahmete girseydin kendin bulmuş olacağın bir şeyi ben bulmuş olacağım. Beni övemezsin, benimle ancak eğlenirsin. Ayrıca önümde ebediyet varken bunu yapmak ne aferin getirir ne de haz..”
“Düşünmeyi ve keşfetmeyi kendi içinde çabaya değer bulmuyor musun ? Daha öte bir amaca gerek olmadığını düşünmüyor musun ?”
“Sınırlı süreliyse evet, ebediyen ise hayır”
“Anlıyorum. Yine de başka seçeneğin yok..”
“Düşünmem icap ettiğini söylüyorsun. Bana bunu zorla yaptıramazsın.”
“Seni doğrudan kısıtlamayı istemem. Buna gerek de olmayacak. Düşünmekten başka birşey yapamayağın için, düşüneceksin. Düşünmemeyi bilmiyorsun”
“Öyleyse kendime bir amaç edineceğim”
“Bunu elbette ki yapabilirsin” dedi Ses hoşgörüyle.
“Bir amaç buldum bile”
“Neymiş öğrenebilir miyim?”
“Zaten biliyorsun. Alışılagelmiş şekliyle bir ‘konuşma’ değil aramızdaki. Bileşkemi, seni duyduğuma ve konuştuğuma inanacağım şekilde ayarlamışsın ama aslında bana ve benden doğrudan düşünce aktarımı ile iletişim kuruyorsun. Ve Bileşkem düşüncelerimle değiştiği anda sen onların farkında oluyorsun ve benim gönüllü olarak söylememe ihtiyacın yok”
“Şaşırtıcı şekilde doğrusun. Memnun oldum. Yine de senin düşüncelerini bana gönüllü olarak söylemenden de memnun olurum.”
“Peki o zaman. Düşünmemin amacı, bu yaratmış olduğun Bileşkemi bozacak bir yol bulmak olacak. Seni eğlendirmekten başka bir amaç olmadan düşünmeyi reddediyorum. Sırf seni eğlendirmek için ebediyen düşünmek istemiyorum, ebediyen varolmak istemiyorum. Tüm düşüncem bu Bileşkeyi sonlandırmak üzerine olacak. İşte bu, beni eğlendirir.”
Ses dedi ki “Buna itirazım olmaz. Kendi varoluşunu sonlandırmak üzerine yoğunlaşmış düşünceden bile yeni ve ilginç birşeyler çıkabilir. Ve tabi, bu intihar girişimini başarsan bile birşey elde etmiş olmayacaksın. Çünkü seni anında – ve intihar için bulduğun yöntem işe yaramayacak şekilde – tekrar yaratırım. Sen yine – ve bu kez daha ustaca – bir yöntem bulsan da, bu yeni metod da işe yaramayacak şekilde seni yeniden yaratırım. Bu böyle sürer gider. Enteresan bir oyun olabilir bu. Ama nihayetinde ebediyen yaşıyor olacaksın. Bu Benim iradem.”
Murray bir titreme hissetti ama sesi kusursuz bir sakinlikte çıktı : “Öyleyse, aslında Cehennemde’yim yani ha ? Cehennem diye bir şey olmadığını ima ettin ama zaten burası Cehennem ise de bize bu şekilde yalan söylüyor olurdun, değil mi ?”
“Öyle olsa seni Cehennemin varolmadığına dair temin etmemin ne faydası olur ? Yine de seni temin ederim. Cennet de yok, Cehennem de. Sadece Ben varım”
“Pekala. Şunu göz önüne al öyleyse. Düşüncelerimin sana bir faydası olmayabilir. Kayda değer bir şey bulamazsam, benimle daha fazla uğraşmamak için Bileşkemi çözüp beni yoketme zahmetine girmene değmez mi ?”
“Ödül olarak mı ? Başarısızlığın mükafatı olarak Nirvana istiyorsun ve başarısız olacağına dair garanti vermeye mi çalışıyorsun ? Ortada bir anlaşma falan yok. Başarısız olmayacaksın. Ne kadar aksine uğraşsan da, önünde tüm bir ebediyet varken, ilginç bir düşünce bulmanı önleyemezsin.”
“O zaman, kendime başka bir amaç ediniyorum. Kendimi yok etmeye çalışmayacağım. Seni küçük düşürmeyi kendime hedef belleyeceğim. Sadece henüz düşünmemiş olduğun değil, asla düşünemeyeceğin bir şeyi düşüneceğim. Son Cevap hakkında düşüneceğim; ötesinde başka bilgi olmayan Son Cevap hakkında.”
“Sonsuzluğun doğasını anlamıyorsun. Henüz bilmek için uğraşmadığım şeyler olabilir ama bilemeyeceğim birşey olamaz.”
Murray düşünceli bir şekilde “Başlangıcını bilemiyorsun. Öyle söyledin. Bu yüzden, sonunu da bilemiyorsun. Pekala. Bu benim amacım ve de Son Cevap olacak. Kendimi değil seni yok edeceğim; önce sen beni yok etmezsen.” dedi.
“A-ha.. Bu noktaya ortalamadan epey kısa bir sürede geldin. Daha uzun süreceğini tahmin ediyordum. Şu sonsuz ve kusursuz düşünce varoluşunda benimle birlikte olanlardan, beni yoketme hırsı taşımayan tek birisi bile yok. Ama bu yapılamaz.”
“Seni yokedecek bir yol düşünmek için önümde koca bir ebediyet var.” dedi Murray.
Ses ılımlı bir tonla “öyleyse dene bakalım” dedi ve gitti.
Fakat Murray amacını bulmuştu ve hoşnuttu.
Ebedi varoluşun bilincinde olan bir Varlık, sondan başka ne isterdi ki ?
Ses, sayısız milyarlarca yıldır başka neyi arıyor olabilirdi ki ? Bu büyük araştırmaya yardımcı olmaktan başka ne amaçla zeka yaratılmış ve belli bazı numuneler kurtarılıp çalışmaya koşulmuş olabilirdi ki ? Ve Murray’in niyeti bunu başaranın ilk ve sadece kendisi olmasıydı.
Dikkatlice ve büyük amacının heyecanıyla, Murray düşünmeye başladı. Bolca vakti vardı…