Köyceğiz güneşi altın ışıklarını saçarak, taze bir güne doğru yükseliyordu. Daha yarısı bile ortaya çıkmıştı ama, ortalık nerdeyse tamamen aydınlanmıştı.  Gecenin iç ferahlatıcı tatlı serinliği hala okaliptüslerin yapraklarında dolanıyordu.

İlçenin çarşı içindeki, üç katlı konaktan bozma tek pansiyonda misafir olan ailenin tüm bireyleri giyinmiş, yavaş yavaş odalarından koridora çıkıyorlardı.  Kaldıkları katta üç oda vardı. Dün gece odaların birinde büyük kızları Nur ile anne ve baba, diğer odada ise küçük kızları Ayşe ile dedesi ve anneannesi kalmıştı.  Küçük kız minyonluğu, saç rengi, göz şekli, gülüşüyle, hatta huyuyla da neredeyse anneannesinin küçük bir kopyasıydı.  Belki de o nedenle, annesi Ayşe’ye buzdan soğuk davranıyordu. Anne büyük kızı yanına almış küçüğü ise annesinin odasına göndermişti.  Ama o pek sevmediği Ayşe, anneannesi ve dedesinin sevgilisiydi.

Koridor başında bulunan, üzerinde el örgüsü dantel serili, aynalı konsol, pansiyondaki ev havasını koruyordu. Koridora çıkan herkes ayna da üzerine başına bakıp, saçını başını düzeltiyordu. Konsolun yan tarafında biri yukarı bir diğeri aşağıya kıvrılan, üzerine basınca her biri başka gıcırdayan tahta merdivenler vardı.

Kaldıkları ikinci kattan aşağıya doğru kıvrılan tahta merdivenlerden, döne döne giriş katına doğru inerlerken, büyüklerin aralarında kahvaltı için ne yapalım konuşmaları başlamıştı bile.

Anneanne “Akşam pansiyona girerken bitişik binanın altında bir köy kahvesi gördüm.  Sabah erkenden Ahmet’i sıcak ekmek ve köy peyniri almaya gönderdim. Orada çayla birlikte kahvaltımızı eder ondan sonra Marmaris’e doğru yola koyuluruz.” dedi.

Anne ise “Ben çay hiç sevmem, neskafe yoksa kahvaltı da etmiyorum işte.” dedi.

Baba “Kahveciye sorarız, neskafe yoksa ben bir koşu gider bakkaldan alırım sana.” dedi.

Çocuklar giriş katına indiklerinde, merdiven sonundaki danışma kürsüsünün önünde elinde kahvaltılıklarla bekleyen dedeleri görüp sevindiler.   Dede, torunları sıcak ekmek seviyor diye, fırından yeni çıkmış sıcacık ve mis gibi kokusu sarıldığı kağıdın dışına, ılgıt ılgıt taşan köy ekmeğiyle onları bekliyordu:  “Uyandınız mı?  Pansiyonun altında bir köy kahvesi var orada çayla beraber yemek için bir şeyler almıştım sizlere. Uyandırmaya geliyordum sizi.”

Anne: ”Ben hiç çay sevmem, onu annem sever, ben neskafe yoksa kahvaltı falan etmem.” dedi.  Önce ne diyeceğini bilemeden durakladı dede, ama sonra kızının annesiyle olan çekişmesini ve yersiz kaprislerini bildiğinden aldırış etmedi ve devam etti:

“Bak neler aldım çocukların bayıldığı Can tereyağı, kırma yeşil zeytin ve köy peyniri…”

“Ooooo yaşasın! Hem de sıcak ekmek ve tereyağı!” diye bağıran çocuklar, dedelerinin etrafında neşeyle zıplayarak koşturdular.

Dede “Haydi köy kahvesine.” dedi, kapıya yöneldi.

Baba lobideki pansiyon sahibi ailenin oğluna “Eşyalarımız hala odada, biz yanda kahvaltı ettikten sonra gelip alacağız, bugün ayrılıyoruz pansiyondan.” dedi.

Çocuklar sevinçle dedelerinin elini tutmuş tam dışarıya çıkarlarken, pansiyonun önündeki merdivenlerde çatıdaki yuvasından düşmüş ufacık bir yavru serçe gördüler.  “Aaaaa burada kuş var” diye sevinçle bağırdı Ayşe.  Dede hemen elindeki paketleri yere bırakıp serçeyi avucunun içine aldı. “Bu yavru nasıl düştü buraya acaba, pek de ufakmış, annesi nerede ki bunun?” dedi.

Lobideki pansiyoncu genç çocuk, “Amca bunlar anneleri yokken yuvadan düşüyorlar, çatıya çıkıp yuvalarına koyamıyoruz ki hepsini. Kimi şanslı oluyor, sizin gibi erken kalkanlar buluyor, alıp besliyor, kimini de kediler kapıyor…” dedi.

“Dedeeee biz alalım besleyelim mi ne olur, ne olur.” diye yalvarmaya başladı Ayşe…

Büyük çocuk da kuş onların olsun istiyordu ama, her an öfke patlaması yaşaması olası olan annesinin gözüne bakıyordu temkinli bir şekilde.  Anne ise o sırada hala kocasına talimatlar veriyordu, ona hemen kahve bulması için.

Dede kuşun sağını solunu inceledi “Bunun kanadı falan kırık değil, sadece henüz uçmayı bilmeyen yolunu şaşırmış bir yavru. Bunu bıraksak ölür burada, çatıya çıkıp yuvaya da koysan, annesi yabancılar bunu, almaz artık diğerlerinin yanına.  Buna biz bakalım bari, yazık.” dedi. “Yaşasın!” diye bağırdı çocuklar, mutluydu…. Hep birlikte kahvehaneye girdiler. Kahveciden boş bir karton kutu isteyip kuşu onun içine bıraktılar.

Kahvaltı sonrası Köyceğiz’den, yazlık evlerinin olduğu Marmaris’e dönmüşlerdi.  Anne yol boyunca söylenmişti. “Bir kuşunuz eksikti, ne diye aldınız? Kim bakacak şimdi ona? Zaten yazlık diye aldığımız bir göz oda biz bile sığmıyoruz ona!”   Ayşe hemen atıldı, “Anneannemin evi iki odalı onlarda kalırım bakarım ben kuşuma.” dedi.  “Tabi!” dedi dedesi, anneannesi de gülümseyerek başını salladı ve onu onayladı.  Zaten Ayşe, annesinin her gün bir bahane bulup sinir krizleri geçirerek ciyak ciyak onlara bağırmasından, evde her olanın suçunun sonunda dönüp dolaşıp ona kalmasından bunalmıştı.  Annesinin öfke patlamaları ve işkenceyi aratmayacak dayaklarının yanında, kendisinden sadece 17 ay büyük olan ve neredeyse doğduğu günden beri ona olan ve hiç tükenmeyen kıskançlığı yüzünden sataşıp sataşıp mutlaka bir hır çıkarıp döven sadist ablasından da uzak kalacaktı.  Hayır sadece ablası dövse yeterdi ama sataşmanın üzerine yediği dayaktan sonra bir de “Vay siz gene mi kudurdunuz!” diyerek, ablasından yediği dayağın üzerine, ne olup bittiğini dinlemeden anneleri bu kez ikisini birden döverdi.

Her gün aynı film, aynı senaryo her gün aynı bitmek bilmeyen dayaklardan bıkmıştı.

Yaz tatili miydi yoksa cehennem eziyeti miydi burada geçirdiği üç ay bilmiyordu. Kendini bildi bileli okul kapanınca yaz tatili için Marmaris’e geldiklerinde hep bu soruyu sormuştu içinden…

Ankara’da daha rahattı çünkü tüm gün okul vardı, akşam da babaları işten çıkıp eve geldiğinden her gün anneden dayak yemiyorlardı. Yazın ise babaları sadece onları yazlığa getirir ve dönecekleri zaman almaya gelirdi. Onlarla üç beş gün kalırdı, babası gittikten sonra neredeyse her gün dayak vardı. Anne; kocasına, kendi annesine, bir komşusuna, hayata, bazen elinden düşürüp kırdığı bir tabağa bile sinirlenerek, birden öfkelenirdi. Öfkesini boşaltmak için de “Sizin yüzünüzden oldu işte…” diyerek çocuklarını döverek deşarj olurdu.  Sonra da rahatlayıp büyük kızından sigarasını getirmesini, küçük kızından da ona orta bir kahve yapıp getirmesini söyler, balkonda denize karşı oturarak bu -orgazmik- duygu boşalımının tadını çıkarırdı.

Bazen canlarını daha da acıtması için, onları tel askı ya da merdaneli çamaşır makinesinin lastik hortumuyla bile dövdüğü olurdu.  Ayşe çok canı yandığında giysi sepetini alır, aynı sitede bir üst katta oturan anneannesinin evine iltica ederdi. Ama 4-5 gün sonra ya anneannesinde kalmaya gelen yazlıkçı sürpriz bir akraba yüzünden evde ona yer kalmayınca, ya da “Anneye küsülmez” diyen büyüklerinin sözünü dinleyip çaresizce evine geri dönerdi.

Annesi canı sıkıldığında sadece onu dövse iyi, bir keresinde dövüp dövüp hırsını alamayınca, Ayşe’nin kavanozda baktığı bir çift beta balığını, sırf onu daha fazla üzmek için tuvaletin deliğine boşaltarak üzerlerine sifonu çekmişti.  Ayşe bunu anneannesine ağlayarak anlattığında ise “Balıklara bakmıyordu, onlara eziyet ediyordu. Ben de balıkları özgürlüklerine kavuşturdum.” diye güya kendini savunmuştu.  Bir keresinde de, sadece Ayşe onun sözünü dinlemedi diye, hınçlanarak odasına elinde bıçakla dalmış ve pencere önünde duran, onun emek emek tohumdan büyüttüğü ve aylardan sonra ilk kez sıklemen çiçekler açmış olan o güzelim zıpçıktı çiçeğini kökünden, yani toprak seviyesinden kesip odasının içine yere atmıştı.  Dayaklar neyseydi de Ayşe’yi en çok hayvanına ve bitkisine (sevdiklerine) yapılan bu saldırılar ağlatmıştı.  Serçe Yavrusunu da onun bu sonsuz öfkesinden kurtarmak lazımdı.

On gündür kuş ve Ayşe anneannesiyle dedesinde kalıyorlardı. Baba Ankara’ya işinin başına geri dönmüştü. Kuş korkmasın diye kapağı açık bir karton kutuda bakılıyor, verdikleri yemleri ekmek kırıntılarını yiyor, suyunu içiyor, arada bir cıvıldıyor ve çok sağlıklı görünüyordu.  Bazen kutudan çıkma ve ev içinde koltuktan, divana, oradan yatağın üzerine doğru birkaç kez kanat çırpıp, uçma denemeleri yapıyordu. Bir sabah anneannesinin “Ayşe kalk bak, kuş gelmiş yastığına konmuş, sesin saçlarını gagasıyla çekeliyor, kalk artık diyor sanki sana…” diyen sesiyle uyandı.  Evet artık evin içinde uçma mesafelerini artırmıştı kuş.  Büyüdüğünde uçup gideceğini ve ondan ayrılacağını biliyordu Ayşe.  Sonraki beş gün daha, kuş onu her sabah yastığına konup saçını gagasıyla çekiştirerek uyandırmıştı. Her gün balkonun güneşli tarafına da çıkartıyordu onu gelişsin ve cesaretlenince uçsun diye bekliyordu.

Bir sabah herkes anneannesinin evinde kahvaltıdayken kuş cıvıldayarak önce balkona çıkarttıkları kutusundan masaya kondu, masada birkaç kez çift ayakla zıpladı, cıvıldadı zıpladı, cıvıldadı balkon demirine zıpladı ve kanatlarını çırparak kendini boşluğa bıraktı, önce balkondan aşağı süzüldü, hemen toparlandı birkaç kanat çırpışıyla uçtu gitti.  Sevinçle karışık bir hüzün düğümlendi Ayşe’nin boğazına. Bir daha ne zaman görecekti onu, geri döner miydi, yoksa doğasına geri dönüp arkadaşlarıyla mı uçup gidecekti buralardan?

O sırada annesi de kahvaltı masasındaydı. “Uçmamıştır o düşmüştür aşağıya, şimdi bir kedi de onu yakalar yer.” dedi haince gülerek.  Ayşe hiçbir şey söylemeden fırladı evden, nefesini tutarak hızlıca dört kat aşağıya, balkonun altındaki bahçeye indi ve kuşu aradı her yerde. Kuş yoktu. Zaten uçtuğunu da gözleriyle görmüşlerdi.  Eve geldi kuşundan ayrılmanın üzüntüsünden suratı asık, ama bulamadığı için de gönlü rahat bir şeklide. “Yok aşağıda yok. Uçmuş işte.” dedi annesine, nefes nefese kalmıştı. “Kedi falan yememiş işte, yese tüyler falan olurdu aşağıda, baktım yok hiç bir yerde.” dedi.

“Ha ha hayyyt! İlahi Ayşe, bir kedi onu lüp diye bir seferde yutmuştur, ne kafası ne de tüyü kalmıştır onun ortalıkta.” diyerek kahkaha attı.

Vücudunun her hücresine buz, kalbine ise bir köz oturdu Ayşe’nin. Başı döndü, gözü karardı.

Hafifçe dudakları kıpırdadı, sesi içinde yankılandı: Bir daha ne zaman görecek gözlerim seni…

“Alt tarafı bir kuş işte ha Köyceğiz’de kedi kapacaktı ha burada. Haydi sende topla eşyalarını gel artık eve.” dedi alaycı bir sesle Annesi.  Ayşe eşyalarını sepetine doldurdu ve aşağı kattaki evine döndü.

Yaz bitince Ankara’ya geri döndüler. Kış boyu okulun telaşıyla, boş vakitlerinde ablasından her gün yediği muntazam dayaklar ve evdeki öfkeli anne çığlıklarından, kuşu unuttu gitti Ayşe.

Ertesi yaz başında okullar tatil olunca anneannesi, dedesi, annesi, babası ve ablasıyla yine Marmaris’in yolunu tuttu.  İlçeye varınca, önce bir yıl kapalı duran evler temizlendi, sonra balkona masa ve sandalyeler çıkarılıp kuruldu, tenteler iplerle gerildi. Tam o sırada  anneannesinin sesi duyuldu: “Ayşe gel gel!” dedi balkondan seslendi. Koşarak çıktı Ayşe yukarı. Balkonda bir kuş ölüsü vardı, belli ki aylar olmuştu öleli, Ayşe’nin yüreği dağlandı. Yutkundu, gözyaşlarına boğuldu, oydu tüylerinin renginden tanımıştı onu, inanamadı. “Bak kuşun seni unutmamış geri gelmiş.” dedi anneannesi.   Kuş tüm yaz kendi akranlarıyla uçup ağaçlardan meyve, turistlerden arta kalan yemek kırıntılarıyla beslendikten, kendi türünden arkadaşlarıyla daldan dala konarak eğlendikten sonra, kış geldiğinde hava soğuyup sığınacak bir yer ve yiyecek bir lokma bulamayınca, yuvasına, onu seven ve besleyen sahiplerinin yanına dönmüştü. Ama balkon kapıları kapalıydı ve evde kimse yoktu.  O soğukta balkona sığınmış ve belki de küçük arkadaşını yeniden görmek pahasına orada ölmeyi seçmişti.

Ayşe sessizce gözyaşları dökerken kuşu yerden kaldırdı. Karton kutusunu yatağının altında saklamıştı. Minik bedeni itinayla kutusuna koydu ve balkonun altındaki bahçeye bir çukur kazarak onu oraya gömdü.

Duyguları çok karışıktı.  Kah kedi yememiş, o bütün yaz mutlu mutlu gezmiş diye sevindi, kah beni görmeye gelmiş ve soğuktan ölmüş deyip üzüldü.

Sonra cebinden bir kalem kağıt çıkarıp, zihninde dönüp duran çınlamayı iki satır olarak kağıda yazıp, kuşun mezarının yanına bıraktı.

“Çok bekledim seni geri dönersin diye balkonda,

Bir daha hiç göremedim gözlerini ama,

Bir Serçe Telaşı kaldı senden yadigar bana,

Ruhumda…”

Filiz Baştüzel