Çok eski zamanların birinde Tanrı tek başına oturur ve can sıkıntısı içinde ne yapacağını bilemezmiş. Aslında ne ve nasıl olduğunu kendi de bilmezmiş çünkü kendisini yansıtacak hiç bir şey yokmuş. Var olan tek şey sonsuzluk ve sessizlikmiş.
Günlerden bir gün, kendisini görebilmek, kendisine dokunabilmek ve kendi sesini duyabilmek istemiş. Tanrı o gün, ilk kez düşünmüş ve ol demiş. Ve düşünür düşünmez, tıpkı bir büyücünün sopası harekete geçmişçesine, düşündüğü oluvermiş. İşte o anda Tanrı’nın görüntüsünü, sesini, bedenini yansıtan şeyler bir anda büyük bir kutlamayla olmaya başlamışlar. Bu kutlama öylesine büyümüş ki, duyanlar kocaman bir patlamanın gerçekleştiğini düşünmüşler.
Büyük Patlama denilen şeyin aslı buymuş.
Düşünmek kelamı ve Tanrı’yı maddeleştirmiş. Tanrı o kadar büyük ve sınırsızmış ki, oluşumlar sırasında daha altıncı gün dolmadan kendi bile yorulduğunu hissetmiş. Yedinci günün sonunda ise, oluşmuş olan kendi sınırsız suretini seyretmeye başlamış. Tanrı o gün, keyifle kendini seyrederken, bu ol denilen kelimeyi çok sevdiğini düşünmüş. Ondan sonraki günlerde sürekli ol demeye başlamış. Tanrı her ol deyişinde, bir başka ihtiyacın doğduğunu da hissetmiş. Bu öyle hızlı ve durdurulamaz bir süreçmiş ki, gerçekleşen evren bu sebeple, ancak ve sürekli genişleyen bir evren olmuş.
Tanrı tüm bu olanlar arasında, zaman zaman durup yaptıklarını seyretmiş; onları seyretmiş ama her nedense bir süre sonra yaptıkları ona haz vermez olmuş. Çünkü o ana kadar olan her şey kendi emrinde dönüp duruyormuş. Sıkılmış olan meraklı Tanrı, tıpkı yeni oyuncak almış bir çocuk gibi, yarattıklarını kurcalamaya başlamış. Kurcalarken de, neyin eksik olduğunu anlayıvermiş! Hemen o anda, kendine tıpatıp benzeyen minik yaratıkların oluşmasını istemiş. Bu yaratıklar, tıpkı insan vücudundaki hücreler gibi, mini minnacıkmış. Öyle ki, Tanrı bile onları görmekte zorlanmış. Bu sebeple Tanrı, onlara zarar vermemek için bu yaratıkların yanında olacak ve onları sürekli koruyabilecek başka varlıklar yaratmış. Bu varlıklar, aynı zamanda yarattığı minik yaratıkların mesajlarını da ona iletecekmiş. Her şey hazır olunca, Tanrı bu yaratıklara birde isim vermiş: Tanrı İnsan. Tanrı İnsan, Tanrı’nın en kıymetli tezahürü olduğundan Erdemlerin Erdemi olarak da adlandırılmış.
Tanrı İnsan var oluşundan sonra uzunca süre etrafını izlemiş ve bir eli yağda, bir eli balda olmanın keyfini sürmüş. Erdemlerin Erdemi, kelimeler olmadan konuşur, yaratıcılığını sınırsızca kullanır ve sadece ol demekle her istediğini elde edermiş. Aradan uzun zaman geçmiş, Tanrı İnsan, tıpkı Tanrı’nın bir zamanlar sıkıldığı gibi yaşadığı durumdan sıkılmış. Çünkü evrendeki her şey tıpkı Tanrı gibi, onunda emrindeymiş. Bir gün Tanrı ile bu konuyu konuşmaya karar vermiş. Konuşmanın sonunda ise, birlikte bir oyun oynamaya karar vermişler. Bu oyunun adı saklambaç’mış. Tanrı ile Erdemlerin Erdemi oyunun kurallarını birlikte koymuşlar. Bu kurallar aslında çok basit kurallarmış:
Birincisi, arayanın işini zorlaştırmak için her şeyi olumsuzuyla düşünen ve sürekli arayanın kulağına kötü şeyler fısıldayacak bir başka varlık olacakmış. Bu varlığa Kötülük demişler. İkinci kurala göre, saklanan kendisinin bulunması için arayan tarafa bazı ipuçları verecekmiş. Üçüncüsü, bu arayış sadece belli bir süre, yani oyun için olacakmış. Her Saklambaç’a Dönem denilecekmiş. Dördüncü ve son kural ise, herhangi Dönem’de diğerini bulmayı gerçekleştiremeyen tarafın, bir kez daha bulmayı deneme zorunluluğu imiş. Ancak ceza olarak, bulamayanın bir sonraki arayışı daha da zorlaştırılacakmış.
Çocuk merakına sahip olan Tanrı ve onun tezahürü Tanrı İnsan büyük bir hevesle ilk oyunu denemeye karar vermişler. Aralarında yazı tura attıktan sonra, ilk saklanan Tanrı olmuş. Tanrı İnsan, sessizce ona kadar saydıktan sonra gözlerini açmış ve kendini yaratmış olan Tanrı’yı aramaya başlamış. Ama evren mini minnacık Tanrı İnsan için çok büyükmüş ve yaratıcı Tanrı da, yaratıcılığını göstererek en iyi şekilde saklanmış. İşte o ilk oyunla birlikte, Tanrı oyunu planlarken yaptıkları hatayı fark etmiş ve Tanrı İnsan’ın da zorlu ve heyecanlı arayış serüveni başlamış.
Erdemlerin Erdemi, Tanrı’yı ararken zaman zaman evrenin büyüsüne kapılmış. Çoğu zaman gördüklerini ve duyduklarını anlamaz olmuş. Çünkü kendisi çok küçük ama etrafındakiler pek büyükmüş. Arada sırada Tanrı, Erdemlerin Erdem’ine kendisini bulabilmesi için bazı ipuçları vermiş. Kimi zaman Tanrı İnsan, Tanrı’nın sesini duyar, kendi bedeninde onu hisseder gibi olurmuş ama evren öylesine heyecan vericiymiş ki, çocuk merakı sürekli bu ipuçlarını görmezden gelmesine sebep olmuş. Ve sonunda, süre dolmuş, Tanrı İnsan kaybetmiş ve oyun ikinci Dönem ile yeniden başlamış.
Gel zaman git zaman, oyunlar ve Dönem’ler birbirini takip etmiş. Tanrı İnsan, kendi içindeki tanrısallıkla ol demeye ve yaratmaya devam etmiş. Yeni oluşlarla genişleyen evren büyüdükçe, içinde yer alanlara farklı olanaklar sunmuş. Ama öyle bir an gelmiş ki, Tanrı İnsan kendi yarattıklarının peşinden koşar olmuş ve kendi yarattıklarına esir düşmüş. İşte esir olmaya başladığı andan itibaren de, içindeki tanrısallıktan çok uzak bir yerlere savrulmuş. Bu arada, Kötülük meraklı ve eğlenceli Tanrı İnsan’ın peşini bırakmaz olmuş. Çünkü Tanrı İnsan oyunu kaybettikçe, Kötülük güçleniyor ve büyüyormuş. Erdemlerin Erdemi kim ve ne olduğunu tamamen unutmuş ve An’lardan öyle acı bir an gelmiş ki, Tanrı’nın tüm umutsuz ve hüzün dolu Hatırlatma’larına rağmen Tanrı İnsan, Tanrı ile birlikte koyduğu Saklambaç oyunu kurallarını bilmez olmuş. Kendi esirliği yüzünden giderek küçülmüş, küçülmüş ve sonunda adı bile sadece İnsan olarak anılmaya başlanmış. Arada sırada Tanrı, söz verdiği gibi, Erdemlerin Erdem’ine kendisini bulabilmesi için ipuçları vermeye devam etmiş ama İnsan’a kendi minik dünyasındaki esirliği öylesine heyecan verici geliyormuş ki, sürekli bu Hatırlatma’ları görmezden gelmiş.
Sabırlı Tanrı sonunda bulunmayı beklemek yerine, olanları seyretmeyi tercih etmiş. İnsan, Tanrı’nın tezahürü olarak, onun yaratıcılığı ile aramaları boyunca evrende çeşit çeşit dünyalar oluşturmuş. Ama kim olduğunu ve arayışının amacını unuttuğu için her dünyada karmaşa ve karışıklığa sebep olmuş. Yarattığı her şey zamanla yok olurken, içinde bir şeylerin ters gittiğini hissediyormuş. Ama oyunun kuralı olarak kaybettiği her oyunun ardından, daha zor koşullarla yeni bir Dönem’e başlıyormuş. Bununla birlikte, öyle bir An gelmiş ki, Kötülük evrendeki en baskın güç olmuş.
Yaratılma sonsuz ama yıkım da sonsuzmuş anlayacağınız. Tanrı ve İnsan bir taraftan ol demekle yaratıyor, diğer taraftan İnsan tüm erdemlerini yitirdiğinden Kötülük, her güzel şeyi silip süpürüyormuş. Bir zaman sonra İnsan amacını tamamen yitirdiğinden, ne istediğini de bilemez olmuş; bir gün kırmızı, bir gün sarı, diğer bir gün mavi istemeye başlamış. Ol emri, ne olması gerektiği konusunda çelişkiler içinde kıvranıyormuş. Tanrı, ne yapacağını şaşırmış. Elbette İnsan’ı tek bir ol ile yok edebilirmiş ama merhametli yüreği bunu bir türlü kabul etmiyormuş. Üstelik Erdemlerin Erdemi binlerce yıllık Saklambaç oyunu sırasında o kadar çok zarar vermiş ki kendine, Tanrı onun daha fazla acı çekmesini de istemiyormuş.
İşte öylesi günlerden birinde İnsan’ın içinde yaşadığı son gezegen olan dünyada büyük ve yok edici bir savaş çıkmak üzereyken, İnsan en baştan beri kendisini koruyanların da desteği ile, Tanrı’yla konuşmaya başlamış. Bu konuşma şöyle olmuş:
İ: Etrafımdaki her şey böylesine mükemmel ve nefes kesiciyken, nasıl oluyor da, bunları yok etmek istiyorum? Nasıl oluyor ki, şeyleri sevmek yerine, onlara zarar veriyorum? Şeylere zarar verirken, kendime zarar verdiğimi görmüyor muyum? Tüm bunları Yaratan, yok oluşa nasıl razı oluyorsun? Neden Kötülük bu kadar güçlü ve ben bu kadar zavallıyım?
T: Zavallı olduğunu da nereden çıkardın? Etrafına bir kez daha bak, sen de her şey gibi mükemmelsin, sadece mükemmelliğini unutmuşa benziyorsun.
İ: Mükemmel olsam, var olan her şeyin daha da iyi olmasına çalışırdım. Oysa ben sürekli yok ediyorum.
T: Sen ve yaratılmış olan her şey mükemmelsiniz. Ama bunu görmekte, kabul etmekte ve kutlamakta zorlanıyorsunuz. Aynaya baktığınızda Kötülük’ün fısıltısı yüreğinizin sesinden daha yüksek çıkıyor. Ona inanıyorsunuz. Aslınız, mükemmellik ama tüm Hatırlatma’lara rağmen bunu hissedemediğiniz gibi, oynadığımız oyunu da unuttunuz.
İ: Oyun mu? Ne oyunu?
T: Kalbine sor; elini kalbine koy ve onunla konuşmaya başla. Sen sürekli aklının oyunlarına yeniliyorsun. Aklına konan Kötülük, seni istediği yere çekiyor: Bu iyi, bu kötü, şişmansın, zayıfsın, moda bu, bir ev daha, bir milyon daha, daha ve daha ve daha… Kalbine sor, yumuşakça: İhtiyacın olan ne? Derin bir nefes al. Hatırlıyor musun benim sana nasıl nefes verdiğimi? O nefesi al içine; derin derin. Sonra kalbine sor. Oyunumuzu hatırlayacaksın. İçindeki güzelliği dışına yansıt. Sen sürekli dışarıdan içine güzellik katmaya çalışıyorsun. Oysa her şey sende gizli, asırlardır. Ben sabırla bekledim, her yenilginde sana bir oyun hakkı daha verdim. Yok etmenin sonu yok İnsan, yaratmanın da. Ama önemli olan yaratılmış olanı takdir etmek, ona bakmak, büyütmek, sevmek. Bana soruyorsun, neden Kötülük güçlü diye. Çünkü bakıp, büyüttüğünüz şey o, beslediğiniz şey Kötülük. Oysa kalbinin özünde, sevgi ve barış var. Sevgi ve barışa dokun, onu hisset, etrafında olan her şeye birde bu hisle bak. O zaman beni saklandığım köşeden dışarı çıkarmış olacaksın. O zaman, tüm Arayışlar ve Saklambaç oyunumuz sona erecek.
İşte bu konuşmadan sonra tüm Hatırlatma’lar yeni bir ol ile etrafı sarsmış. Bu güçlü sarsıntı tıpkı Büyük Patlama gibi şiddetli olmuş; güneş ve ay rotasını şaşırmış, yıldızlar sağa sola savrulmuş. İnsan içindeki Tanrı İnsan’a doğru aktığını hissetmiş. Bu akış, o güne kadar hiç hissetmediği şekilde hızlı, ani ve baş döndürücü olmuş. Bazıları buna ayak uyduramamışlar, akışa direnmişler. Ama bu da onların seçimiymiş.
İşte o günden, bu satırların yazıldığı An’a ve sonsuzluğa uzanan tüm zamanlar içinde, içindeki Tanrı İnsan’a ulaşan ve Arayış’ı tamamlayan İnsan’larla birlikte Tanrı, çok eskiden bulundukları yerde, mutluluk ve sevinç içinde sınırsız yaşamlarını sürdürmüşler.