– Dilden dile yayılan kaç Paganini efsanesi vardır?

 

– Ne demek bu anlamadım, diyor Anton, bir yandan az pişmiş tavuğa lanet ederek.

 

Francesko ise tok. Tek derdi, biraz dedikodu yapmak. Yoksa geçmez bu tren yolculuğu. Zaten sevmezdi uzun yola çıkmayı. Şimdi mecburdu. İlk defa bir yolculuk için üste para alıyordu. Yoksa hiçbir güç onu atölyesinden çıkaramazdı; tabutlarıyla mutluydu o. Hem o kentten gitse, mesela uzun boylu bir adam ölse… Mesela Henry gibi. Hoş, ihtiyar Henry öldü ölecek diye bekleyen ailesinden pek kimse kalmamıştı geriye… Her neyse, fazla uzun ya da fazla kısa boylu biri ölse kim yapacaktı tabutunu? Çırağı da yoktu ki…

 

– Paganini bir efsanedir sevgili Anton. Tabii senin gibi midesinden başka bir şey düşünmeyen biri için bunun ne kadar anlamı var bilemiyorum ama…

 

Anton bu sefer de ekmekle uğraşıyor.

 

– Ama senin Niccolo pek yemek yemiyordu galiba. Baksana ikimiz kolayca yükledik tabutu trene, hatta tabut içindekinden daha ağırdı galiba, diye gülüyor, ağzından tavuk, ekmek ve salatalık saçarak.

 

Hatta kompartımandaki yaşlı rahip rahatsız oluyor kendisine de sıçrayan bu parçalardan.

 

– Bir ölünün ardından böyle konuşulmaz, diyor sertçe.

 

 

Anton toparlanıyor. Sırf rahiple göz göze gelmemek için soruyor.

 

– Kaç Paganini efsanesi vardır, sevgili Francesko?

 

– Yüzlerce… Binlerce… Mesela annesi Teresa bir gece rüyasında karşısına bir meleğin çıktığını görür. Uyanır ki, melek hâlâ odada. Melek ona, oğlunun büyük bir kemancı olacağını ve bu yüzden onu iyi eğitmesi gerektiğini söyler. Kadın korkudan bir süre konuşamaz. Ama birkaç gün sonra babasının mağazasına giden küçük Paganini orada bir mandolin bulur. Ve kendi kendine çalmaya başlar. Hatta daha dört yaşındayken, ritimsiz çalıyor diye babasını uyarır, babası da kafasına bir şarap testisi fırlatır.

 

– Bu mu efsane? diyor Anton gülerek. Peki testi ne oluyor? Kafasında mı kırılıyor oğlanın?

 

– Sen gerizekâlının tekisin Anton, diyor ve arkasını dönüp dışarıyı seyretmeye koyuluyor Francesko.

 

O sırada varlığı pek fark edilmeyen ve kompartımanda sessizce oturan bir çiftten erkek olanı, belli belirsiz bir sesle söze karışıyor. Yanındaki genç, esmer ve ince yapılı kadın ise sürekli ağlamakta. Ama boğula boğula değil, sessiz gözyaşlarıyla.

 

– Ben de bir Paganini efsanesi biliyorum, diyor adam.

 

Anton sevinçle,

 

– Şu, kemanı kumarda kaybetme meselesi mi? diye soruyor.

 

Genç adam yerinden kalkıp Francesko’nun karşısına geçiyor. Bu ani hareketten rahatsız olan rahip, homurdanarak yana kayıyor.

 

– O hangisi?

 

– Şimdi bu, gece hayatına çok düşkün ya… İçkiye, kumara ve kadınlara bayılıyor.

 

– Evet.

 

– Hangimiz bayılmıyoruz ki… diyor Anton.

 

Rahip kendi kendine mırıldanıyor.

 

– Bayılın bakalım, nereye kadar bayılacaksınız…

 

– Bir gün bir kumar masasında bütün parasını kaybediyor.

 

Anton kırmaya çalıştığı soğanı bırakarak onlara bakıyor.

 

– Ne kadar zeki bir adammış, değil mi?

 

– Senden daha zeki olduğu kesin Anton… Eee, sonra?

 

– Sonunda ortaya Stadivarius kemanını koyuyor.

 

– Aman diyeyim, diyor genç adam. Sonra?

 

– Ve kaybediyor kemanını. Ve o gece konseri var.

 

Rahip, okuduğu kutsal kitaptan başını kaldırıp konuyla az da olsa ilgileniyor. Anton devam ediyor.

 

– Oyun bitince, kemanını kaybeden Paganini, kemanı kazanan tüccarın yanına gidiyor ve akşam konseri olduğunu, kendisinin de konsere gelip kemanını çalmasına izin vermesini rica ediyor. Birlikte gidiyorlar konsere. O gece öyle muhteşem çalıyor ki Paganini, adam bu parmakların dokunduğu tellere ben dokunamam, kemanınız hediyemdir, ama bir şartla, onu bir daha kumarda masaya sürmeyin, diyor. Paganini de söz veriyor bir daha kumar oynamayacağına.

 

– Peki sözünü tutuyor mu? diye soruyor rahip.

 

– Sanmam, diyor Anton pişkince.

 

– Bilmiyorum ama bir daha kemanını kaybettiğine dair bir şey duyulmuyor.

 

– Çok merak ettim ben bu adamı yahu… Hiç görmedim. Nasıl biri bu? diye soruyor Anton.

 

Francesko, küçük yaştaki oğlu sürekli gereksiz sorular soran babalar gibi, derin bir nefes alarak özetliyor.

 

– Uzun boylu, ince ve uzun parmaklı…

 

Bir süre sessizlik oluyor. Anton çıkıyor kompartımandan. Genç adamın eşi suskunluğunu bozuyor.

 

– Sen anlatmadın canım efsaneni…

 

– Ah evet, diyor Francesko heyecanla. Hangisi acaba?

 

– Şu sokak kemancısı hakkındaki…

 

– Onu bilmiyorum, anlatsanıza bayım…

 

– Soğuk bir noel günü Thames Nehri kıyısında kör ve ihtiyar bir kemancı, morarmış elleriyle keman çalıp dileniyormuş. Yanına uzun boylu, çok şık iki adam gelmiş. Birisi ihtiyarın paltosuna dokunarak, “Kimse para vermeye yanaşmıyor değil mi?” diye sormuş. “Noel her şeye yeter evlat ama soğuktan kimse penceresini açmayı aklı etmiyor,” demiş yaşlı adam. Şık ve zayıf adam “O zaman pencereler açılıncaya kadar çalmaya devam et” demiş. İhtiyar güçsüz sesiyle, “İmkânım olsa müziğimi Tanrıya duyurmak isterim” demiş. “Duyuralım o zaman,” diyen zayıf adam almış kemanı adamın elinden ve çalmaya başlamış. O eski keman bir anda bambaşka bir ruha bürünmüş. O açılmayan pencereler tek tek açılmış. Sokağa paralar yağmış. Zayıf adamın yanındaki genç, paraları toplayıp yaşlı adamın keman kutusunun içine atmış. Ve son notayı çekmiş bırakmış zayıf adam. “Bereketli bir gün,” demiş. “Artık evine gidebilirsin. Ne istersen al, ye, iç ve noelin tadını çıkar.” Şaşkın ihtiyar, “Adın ne senin evladım? diye sormuş. “Bir kadeh de senin için içeceğim.” Zayıf adam, “Paganini” demiş ve yürümüş.

 

– Aferin, bu bir erdemdir, diye ortaya konuşup, dinlemiyormuş gibi yapmaya devam ediyor rahip.

 

Anton nefes nefese içeri giriyor. Yüzü mosmor bir şekilde oturuyor ve “Gördüm,” diyor.

 

– Ne gördün?

 

– Gidip baktım sizin Paganini’nin yüzüne ve ellerine ama ilk defa ölü görüyorum, diyor dehşetle.

 

Francesko ayağa fırlıyor.

 

– Ne yaptım dedin?

 

– Gidip adama baktım. Merak etmiştim.

 

– Yani tabutu açtın…

 

– Daha çakmadık ve gömmedik ki… Trendeyiz.

 

– Trende olduğumuzu ben de biliyorum ahmak herif. Ama bu yaptığın doğru değil.

 

Rahip söze karışıyor ama bu sefer güçlü bir sesle.

 

– Cenaze yük vagonunda mı?

 

– Evet.

 

– Gidip başında bir dua edelim.

 

Hep birlikte kalkıyorlar. Francesko, “Ben gelmeyeceğim,” diyor. Rahip şaşkın gözlerle bakıyor. Anton sırıtıyor.

 

– O Musevi’dir.

 

Genç adam karısına ‘şimdi geleceğim’ gibisinden bir işaret yapıyor ve çıkıyorlar.

 

Genç kadın, Francesko’nun mahçup haline gülümsüyor.

 

– Ben de size bir Paganini efsanesi anlatsam, aramızda sır olarak kalır mı? diye soruyor.

 

Bu pürüzsüz sese ilgiyle bakıyor adam. “Evet, evet,” diyor. “Onun hakkında her şeyi bilmek istiyorum.”

 

– Bu, bir aşkın gizli kalmış öyküsü. Ama bazen bir olayı yerinde anlatmak daha güzeldir. Ben de zamanında annemin başından geçen bir olayı anlatacağım…

 

– Anneniz yoksa onunla…?

 

Kadın adamın sözünü kesiyor.

 

– Hayır, annem zamanında bir prensesin hizmetkârıydı. Prenses Elise… O anlatmıştı bana. Bir gün saraya davet edilmiş Paganini, o kıskanç karısını da alarak gitmiş. O zamanlar kemanıyla çok ilginç şeyler yaratıyormuş. O güne özel olarak da yüzlerce kişinin karşısına yepyeni bir olayla, kemanın birinci ve dördüncü tellerini kullanarak çıkacakmış. Birinci tel kız  dördüncü tel erkek… İki telin arasında diyalog kuracak ve bu iki tel farklı melodilerle kimi zaman kavga edecek, kimi zaman uzlaşacak, kimi zaman da birbirlerine aşk sözcükleri fısıldayacaklar, sonra da aşklarını ilan edip final yapacaklarmış. Önce kimse inanmamış bunu yapabileceğine. Ama o gece konserde bir salon dolusu insan onu ayakta alkışlamış. Prenses Elise çok mutlu olmuş, çok etkilenmiş. Hemen kulise koşmuş. Paganini’yi kutladıktan, takdirlerini bildirdikten sonra,

 

– Madem ki iki tel üzerinde bu kadar üstün beceri gösteriyorsunuz, bize bir tel üzerinde de bir şeyler dinletmek istemez misiniz? demiş.

 

Zaten çapkın bir adam olan Paganini, o an âşık olmuş prensese. Sadece “Tabii” demiş, “Neden olmasın… O bir tek telin sesi size ulaşacaktır.”

 

O gece, yardımcısını prensesin peşine takmış, nereye gittiğini öğrenmiş. Saraya gittiğini duyunca, prensesin yanında gördüğü annemi beklemesini, bulunca da kendisine getirmesini emretmiş. Ertesi öğlen annem dışarı çıktığında adamın biri, “Paganini sizi görmek istiyor,” deyince hiç şaşırmamış. Bekliyormuş zaten böyle bir şeyi. Ama yine de korkmuş. Paganini prensese nasıl ulaşacağını sormuş. Annem de, yazlık köşke iki güne kadar geçeceklerini, orada çok geniş bir bahçe olduğunu, komşu köşkün ise kullanılmadığı için bahçesinin uygun olduğunu anlatmış. Bunu büyük bir cesaretle yapmasının sebebinin, Elise’in de bunu istediğini bilmesi olduğunu söylememiş tabii. Paganini iki gün odasından çıkmadan bir beste yapmış: Tek tel üzerinde de çalabileceği bir aşk masalı…

Sonunda o önemli gece gelip çatmış. Paganini, en çok sevdiği kemanlardan biri olan Guarnerius’unu yanına alıp gitmiş kullanılmayan o bahçeye. Ve çite çok yakın bir kamelyada Elise’i onu beklerken bulmuş. Ona oracıkta çalmış parçayı ve ağaca tırmanıp yan bahçeye atlamış. Annem ve babam nasıl yaptılar bilemiyorum ama o gece onların başına bir şey gelmemesini sağlamışlar. Bunu bilmeyen âşıklar, günün ilk ışıklarıyla birlikte ayrılmışlar. İkisi de bir daha görüşemeyeceklerini biliyormuş. Ama Paganini oradan kaçarken, o heyecanla kemanını unutmuş. Tabii gidip alamamış da. Aradan aylar geçmiş. Paganini, imparatorun doğumgünü için tek tel çalacağı eserin de içinde olduğu gösterisi için gelmiş tekrar. “Napolyon Sonatı” adını verdiği o parça aslında Elise’inmiş tabii. Bunu sadece ikisi biliyormuş. Paganini çok heyecanlıymış sahnede. Ama gece olağanüstü geçmiş. Elise her zamanki gibi kulise gitmemiş, onu locaya çağırmış. Locada annem de varmış. Aralarında şöyle bir konuşma geçmiş.

“Merhaba Niccolo.”

“Merhaba Elise.”

“Kemanını unutmuşsun.”

“Evet.”

“Ama onu sana vermeyeceğim.”

“Verme, aşkımızın bir anısı olarak sonsuza kadar sende kalsın.”

“Aşkımızın bir anısı daha olacak Niccolo. Onu ömrünün sonuna kadar Dorien emanet alacak. Kemanı da tabii. Bu yüzden seninle artık görüşemeyiz.”

Önce anlamamış Paganini. Sonra gözleri kocaman açılmış. Tam bir şey söyleyecekken Elise susturmuş onu.

“Bu gece kamelyaya son kez gel. Vedalaşalım. Bir süre yolculuğa çıkmak zorundayım.”

Paganini gidip gitmemeyi çok düşünmüş. Ama anneme bir armağan daha vermek üzere gitmiş. Elindeki birkaç sayfa notayı, doğacak çocuğa armağan etmesini söylemiş. “Bunun adı 24” demiş, “Unutma, 24.” Aşkla, gözyaşlarıyla, melodilerle bir gece geçirmişler. Şafakta gitmiş Paganini. Bir daha görüşmemek üzere. Aylar geçmiş ve çocuk doğmuş. Bir kız çocuğu. Çocuğun adını Nicola koymuşlar. Ve Dorien’e teslim etmişler kemanla birlikte. Yani anneme…

 

O sırada Francesko’nun gözü, genç çiftin bavulları arasında bulunan keman kutusuna çarpıyor. Bir anda heyecandan nefesi kesiliyor. Ne diyeceğini bilemiyor. Bakakalıyor sadece.

 

– Ama… Ama yüce Tanrım… Başınız sağ olsun… Yani siz ne onurlu bir kadınsınız ki, cenazeye babanızla aynı trende… Hem de o 24 numaralı kapris size armağan ha…

 

Daha fazla konuşamıyor ve ağlamaya başlıyor Francesko.

 

Anton ve diğerleri apar topar dalıyorlar içeri. İstasyona yaklaşmışlar. Tren neredeyse duracak. Genç adam karısına “İyi misin Nicola? diye soruyor.

“Çok iyiyim,” diyor genç kadın.

 

Tren istasyona girene kadar gözlerini herkesten kaçırarak ağlıyor Francesko.

Rahip ve Anton bile bu ani duygusallık karşısında ne yapacaklarını bilemiyorlar.

Anton ikide bir,

 

– Ben bu adamı bu kadar sevdiğini bilmiyordum. Bak gittik dua ettik. Özür dilerim. Bak büyük bir kalabalık cenazeyi karşılamak için geliyor. Bu ne büyük onur… gibi şeyler söylüyor.

 

Tren istasyona giriyor.

Anton ve Francesko yük vagonuna doğru yürürlerken, genç çift de istasyon çıkışına doğru ilerliyor. Genç adam,

 

– Karıcığım, umarım yetişiriz annemin cenazesine. Bu arada senin ağlaman geçmiş. İyi misin? diye soruyor.

 

– İyiyim, diyor genç kadın. Hem de çok iyiyim hayatım.

 

– Hatta gülümsüyorsun. Oysa üzülüyordun annemin ölümüne.

 

– Evet çok üzülüyorum hâlâ. Ama trendeki o adama öyle bir şaka yaptım ki, ömrü boyunca unutamayacak. Ona gülüyorum.

 

– Bana da anlatsana, diyor kocası.

 

– Anlatayım tabii, diyor kadın. İyi ki şu iç çamaşırlarımızı eski bir keman kutusuna koymuşuz. Dinle bak… Siz kompartımandan çıktıktan sonra…

Konuk Yazar