Bu ay, öykülerini çok sevdiğim değerli bir öykü yazarıyla, sevgili Zehra SÖZER ile tanıştırmak istedim sizleri. O da aramızda yaşayan insanlardan herhangi birinin başına gelebilecek, ama gerçekleştiğinde o insanın dünyasını allak bullak edecek hüzünlü öyküsüyle köşemin konuğu oldu. Öykünün orijinal adı “OKTAY” ama siz “hangi ismi” dilerseniz onu kullanın başlık olarak…
İşte kendimize ait çok özel duyguların Med-Cezir’leri…
Sabit SÜMER
——————————————————————-
Soğuklarla sarmalanmış ağır kış havasının, yüzünü yeni yeni göstermeye başlayan bahar güneşi sayesinde kaybolmaya meylettiği bir öğleden sonrasının tadını çıkarma fikri, eve ulaştığında daha da bir artmıştı. Şöyle yapayalnız, dingin birkaç saat geçirmeyi ne zamandır istiyordu, ancak işlerini bugün halledebilmiş, kendini büyük bir şevkle eve atmıştı. Antreye açılan mutfak ve salon kapılarından utangaç bir şekilde içeri süzülen ılık gün ışığı, dudaklarına içten bir haz gülümsemesi yapıştırıverdi. Saatine baktı; akşama daha çok vardı.
Önce kendini salondaki kanepeye atıp bir on-on beş dakika televizyon kanallarını karıştırdıktan sonra toparlanıp oturduğu yerden kalktı. Koltuklardan birinin üstüne atılmış paltosunu aldı, antrede duran terliklerini giydi, vestiyerin aynasından kendine şöyle bir baktıktan sonra hızla yatak odasına geçti. Özenle çeki düzen verilip üzerine örtüsü serilmiş geniş yatağa ve sımsıkı örtülmüş perdelere baktı; “Selma’nın titizliği” diye düşündü. Ona işini hatırlatan takım elbise, artık üzerine yük gibi geliyordu. Bir an önce ondan kurtulmak istedi. Pantolonunu iki dakika içinde bacaklarından aşağı sıyırarak dolabın sol köşesine, askıdaki yerine astı. Aynı şekilde ceketini, sonra kravatını en son da gömleğini. Dolabın kapısını kapattı. Bu sefer dolabın sağına yaklaşarak sürgülü kapıyı usulca kaydırmaya başladı. Aradığı şey hemen oracıkta, en üst çekmecede, kendisini günaha davet edermiş gibi bakıyordu sanki.
Aynadaki görüntüsünün karşısında adeta zamanı unutmuş gibiydi. Bir süredir, hatta epeyce bir süredir yatak odasında oyalanıyordu. Bu tür zamanlar, yalnızca kendine ayırdığı, kendisinden ve Tanrı’dan başka hiç kimsenin bilmediği çok özel anlardı. Her ne kadar kalbini sıkıştıran vicdan azabı onu rahat bırakmasa da, bu sefer keyfini olabildiğince çıkartmak istiyordu. Ne olduğunu bildiği ama bastırmaya çalıştığı bir tedirginlikle saate baktı. Tam o sırada bir sesle irkiliverdi. Bir şey mi duymuştu? İçeriden hafif, çok hafif bir sürünme ve ardından bir “çıt” sesi duyduğunu düşünerek hemen yatağın kendi tarafındaki sabahlığını üzerine geçirdi, pür dikkat evi dinlemeye başladı. Yanılmış olmalıydı, evde en küçük bir ses bile yoktu. “Herhalde dışardan gelen bir sesti” diye mırıldandı, ancak yine de temkini elden bırakmadan -ama hızlı kalp atışlarıyla- yavaşça yatak odasından çıktı; koridor, kapı, antre, mutfak derken tüm evi kolaçan edip olağandışı herhangi bir şey göremeyince rahatladı. Saatine baktı, zamanı fazlasıyla cömert kullanmıştı; artık kendine çeki düzen vermeliydi. Havlusunu alarak banyoya girdi.
Kurulanırken, saatin epeyce ilerlemiş olduğunu; ancak Selma’nın hala gelmemiş olduğunu fark etti. Yine nereye takıldı acaba diye düşünürken telefon çaldı. Ahizeyi kaldırır kaldırmaz hafif bir hırıltı, ardından da kulak tırmalayıcı öfke dolu bir ses; banyoda yatışmış, rahatlamış bedeniyle, huzurlu ruhunu bir anda ayağa kaldırmaya yetti.
“Allah belanı versin Oktay!”
Bundan daha şok edici bir şey olamazdı herhalde. Endişeli bir ses tonuyla yanıtladı:
“Selma?”
Telefonun diğer ucundaki karısı konuşamıyordu. Tıkanmıştı, tutmaya çalıştığı hıçkırıkları adeta boğazında düğümlenmiş, ses tellerini felce uğratmıştı. Telefonu Oktay’ın suratına kapattı ve kendini daha fazla tutamayarak ağlamaya başladı. En iyi arkadaşı Betül’ün omzu, gözyaşlarına sığınak oluyordu.
“Neden benim başıma geliyor böyle bir şey Betül !!!??? Tam sekiz aydır eviyiz, nasıl fark edemedim, nasıl !!!???”
Elindeki ahizeye bakakalan Oktay hiçbir şey anlamamıştı ama korkuyordu. Olabilecek en kötü şeyin, bugün gerçekleşmiş olması ihtimalini düşündükçe, tanımlanamayacak bir endişe yaşıyordu. Bu kız deli doludur, duygularını hiçbir zaman saklamaz ama bunca zaman ondan hiç böylesi bir tepki görmemişti. Bu, Selma’nın alışılmış kıskançlık krizlerinden biri olamayacak kadar ciddi bir tepkiydi. Evin içinde bir ileri bir geri gidip gelirken, zilin sesiyle sıçradı, sonra hızla kapıya yöneldi: Akşam çöpünü almaya gelen kapıcı. Onu başından savuşturup kapıyı itekleyerek üstünü değişmek üzere yatak odasına yöneldiğinde ise tanıdık bir ses duydu: “Hafif, çok hafif bir sürünme ve ardından…Çıt!…” Hemen arkasını döndü, kapıyı açtı; sonra tam kapıyorken dikkatlice dinledi: İnce kilimin üzerinde kapı, kapanırken yumuşak bir sürtünme sesi çıkarıyor, en sonunda da eşiğe ulaşarak dilini duvardaki oyuğa geçiriyordu: Çıt! “Kahretsin!” dedi Oktay içinden. “Nasıl düşünemedim bunu!” Muhtemelen akşam üzeri Selma eve erken gelmişti; ancak O, Selma’nın gelişini fark edemeyecek kadar meşguldü. Karısı kendisini yatak odasında aynanın önünde yakalamış, sonra da hiçbir şey söylemeden ve geldiğini belli etmeden çekip gitmişti. Bunu düşündüğü an, başından kaynar sular döküldü; ayaklarının altı bile terliyordu şimdi. “Nasıl, nasıl açıklayacağım bunu ona?” Şimdi evin içinde dört dönüyor, yaptıklarına lanet ediyordu.
Bu alışkanlık, eskiden beri onun peşini bırakmamış, dingin dünyası içinde bir alçalıp bir kabaran gelgitler gibi ruhunu sarsıp alaboralara maruz bırakmıştı. Yine de terk edememişti, edemiyordu o gemiyi. Sinirden, her zaman yaptığı gibi tırnak kenarlarındaki derileri yolmaya başladı. Bugün, belki de evliliğinin sonunu getirecek olan ilk gündü. Selma’yı tanırdı; onun gibi biri, böyle bir şeyin gerekçelerine ne inanır, ne de hoşgörü gösterirdi. “Bir yandan haklı da tabii” dedi Oktay. İç sesi susmak bilmiyordu. “Yaptın, işte en sonunda becerdin. Tanrı da seni böyle cezalandırdı.” Hangi kadın, kocasını, kendisine ait, üstelik en göz alıcı, dantelli iç çamaşırları içinde görüp normal karşılayabilirdi ki!
Oktay duraksadı. Gözünün önüne 26-27 sene öncesine ait bir manzara geldi; İlkokul çağlarında masum görünen suratlar ardındaki alaycı kahkahalar, dalga geçmeler. Hayır, Oktay’ın dürtülerinde asla en küçük sapma dahi olmamıştı. Her zaman normal addedilen, sağlıklı bir çocuktu. Diğerlerine nazaran daha yumuşak başlı, daha duygusal ve nazikti o kadar, tıpkı şimdi olduğu gibi. Ne var ki, O, oğullarına yeni kıyafetler alamayacak kadar dar gelirli bir ailenin ikinci çocuğu olarak dünyaya gelmiş; sırf bu yüzden de kendisinden iki yaş büyük ablasının eşyalarını devralmak zorunda kalmıştı. İlkokul yıllarını hatırladıkça Oktay’ın sıkıntısı artıyordu: “Bunu ben mi istedim?….Hayır!” Ama çocuk zalimliği kimi zaman başka hiçbir şeye benzemiyordu. Oktay, o küçücük tahta sırasında otururken, ayaklarını sıranın altına saklamaya özenle gayret eder; ablasından kalan fiyonklu çizmeleri kimse görmesin isterdi. Çünkü ailesi onu o kadar özveriyle yetiştirip, kıt kanaat okula gönderirken, Oktay onlara nankörlük edemez; ailesinden güçlerinin yetmeyeceği şeyler isteyemezdi. Aslında onun için fazlaca büyük bir sorun da değildi bu; ta ki ilkokulun son senesine kadar. O yıl beden eğitimi dersleri kabusu haline gelmişti. Bir gün soyunma odasında, arkadaşlarından biri, önünde çiçek deseni bulunan, kenarları biyeli külotunu görmüş, sonra da bunu çocuk naifliği ve düşüncesizliği ile tüm sınıfa yaymıştı. Bu olay yaşadığı ilk büyük travmaydı. Hayatının bundan sonrasında, kendi kendisiyle yaşayacağı iç çatışmalara; doğrular ve yanlışlar arasında bocalayan aklının ve duygularının yarattığı gelgitlere hep bu ilk keşfediliş sebep olmuştu. Sonunda yetişkin biri olduğunda, saçma olduğunu, içinde yetiştiği toplumun değer yargılarına ters düştüğünü bile bile kendine ait o özel anları yaratma isteğine karşı koyamamıştı Oktay: Evde yalnız kaldığı zamanlarda ablasının, annesinin çamaşırlarını, giysilerini giyip erkek bedeni üzerindeki nazikane kadın dokusunun tezatlığını seyretmiş;tüm sevdikleriyle bu içten pazarlıklı, gizli saklambaç oyununu tek taraflı olarak başlatmıştı. Bugün ise,o sürecin sonunda, hayatındaki en değerli kadınlardan birinin, sevgili karısının sobesiyle saf dışı bırakılmıştı.
Oktay, neredeyse bir saattir kıpırdamadan ve sessizce kanepenin üzerinde oturmaktaydı. Başı iki eli arasında, sırtını kamburlaştırmış, eğreti bir pozisyonda, olası çözümleri düşünüyor, yanağından süzülen yaşlara aldırmaksızın, kendi zaaflarına karşı koyamamanın pişmanlığını, çok iyi bildiği bir yerinde; iki ucundan kancalarla gerilmiş gibi acıyan yüreğinde hissediyordu.