Geçenlerde Singapur’a gidip bir hafta kalan bir arkadaşımla görüştüm. Benim yazdıklarımı okuyup, ilginç tiplerle karşılaşacağını zannetmiş, fakat tura katıldığı için sadece turistik bölgeleri gezmiş. Ayrılmadan bir gün önce bir sahafta benim bir yazımda bahsettiğim “Singapur’un bilinmeyen yüzü… Yeni Revizyon ” kitabını tesadüfen bulmuş. Uçakta dönerken o kitapta yazanları okumuş ve Singapurdaki fazla bilinmeyen gece hayatını öğrenmiş. İyi ki de o kitabı okumuş, yoksa herhalde ömrünün sonuna kadar beni yalancı olarak mimleyecekti.
Kendisiyle akşam muhabbet ederken, acaba tanıdık simalara rastlar mıyım diye kitabı karıştırdım. Fotolar çoğunlukla bulanık olduğundan, artı aradan uzun zaman geçtiğinden kimseyi bulamadım, ama birkaç tane gittiğim mekanı görünce gülümsedim. Kitabı tam kapatacakken, “Orchard” sokağında olan ve genelde yabancıların takıldığı pahalı bir “Irish Pub”ı gördüm. O bar, hala ara sıra kabuslarıma giren, başımdan geçen kötü bir olayı hatırlattı. Bu tüyleri diken diken eden olayı, Singapur’daki hayatımın sadece harala gürele geçmediğini göstermek için anlatmaya karar verdim.
Aslında Singapur, gerçekten de dünyanın en sakin ve düzenli şehirlerinden biri. Fakat “Büyük Çekmece” kadar bir yeri ülke yapar ve bir sürü Çinli ve Malezyalıyı bir arada sıkıştırırsan, tabii ki tuhaf olaylarla karşılaşırsın.
Bu hikayede bahsedeceğim kişi bir Çinliydi, kendisi azılı bir komünistti ve de adı “Li” idi. Staj yaptığım firmaya kağıt, kalem gibi harcırah malzemeleri tedarik eden bir firmada çalışıyordu. Tesadüfen onu bir sabah firmaya doğru giderken, geri geri yürürken görmüş, biraz yolda konuşmuştuk.
“Merhaba Li, günaydın” dedim ona İngilizce.
“Merhaba Pekmen. Yalnız bana Yoldaş Li demeni tercih ederim.“ demişti.
O günden sonra, ne zaman firmaya uğrasa benim de yanıma uğrar, hindistan cevizi suyunu içer ve benle kısa bir muhabbet ederdi. (Geri geri yürümek Çinliler’in her sabah yaptığı sporlardan biridir. Bir diğer durumsa herkesin sabah erkenden kalkıp parklarda kung fu hareketleri çalışmaktır. Parkta bir sürü Çinli toplanır, hepsi aynı anda yumruk, tekme atarlar, atarlarken de “ Yi, er, san… ” diye sayarlardı. Yoldaş Li, ise yalnız başına takılır, “Mao, Ho, Wen “ diye sayardı.
Çok pis sigara içerdi. Genelde de “Doinya” adında kaçak getirilen bir Rus sigarasını seçerdi.
Bu sigarayı da üstünde “Fuck Communism” yazan bir çakmakla yakardı. Azılı bir komünistte böyle bir çakmak bulunmasını çok ironik bulduğumdan ona bir gün çakmağı nereden bulduğunu sormuştum. Gülerek “Vietnam’daki sosyalist kardeşlerimiz, Amerika’daki emperyalist köpeklerle savaşırken, öldürdükleri askerlerin üstünden çıkan çakmaklar bunlar,” demişti bana. Daha sonra Vietnam’a gittiğimde bu çakmaklardan binlerce görmüştüm.
Yoldaş Li’nin benim yanıma her geldiğinde moralinin biraz daha bozulduğunu ve çok daha keyifsiz olduğunu görürdüm. Kapitalist ülkelerde yaşayıp, adımını komünist bir ülkeye atmamış ve oradaki sefaleti yaşamamış “tatlı su komünist”lerine özgü derin bir melankoli taşırdı. Çin’e gitmek, Kuzey Kore’ye gitmek, İrlanda’ya gidip , İngilizlere karşı savaşmak ve ülkü kardeşleriyle beraber aynı sofrada yemek yemek isterdi. Bu yüzden o başta bahsi geçen “Irish Pub” a çok uğrardı. Normal fiyatın iki katı olmasına rağmen oradan bira içer ve az da olsa İrlanda’ya katkı sağladığı için mutlu olurdu. Fazla içtiğinde neşelenir, Çince Komünist şarkılar söylemeye başlar, sonra vazgeçer sarhoş turistlerle beraber bira ve seks üzerine İrlanda şarkıları söylemeye başlardı.
Onu bir gece İrlanda barında gördüğümde aşırı heyecanlıydı. Komunizm için bir çare bulduğunu, artık tüm dünyada Komunizm’i yayacağını söylüyordu. Onu sıkıştırıp bunu nasıl yapmayı düşündüğünü sordum. Bir lider ile kontak mı kurmuştu? Ya da değişik bir ekonomik çözüm mü üretmişti? Heyecanla “Hayır!” dedi. Kimsenin tahmin edemediği bir yol bulmuştu. Birasını bitirdi ve elimi sıktı, sonra da heyecanla oradan uzaklaştı. Tipik bir sarhoş muhabbeti olduğunu düşündüğümden, fazla ciddiye almadım.
İki gün sonra kalem ve kağıt ihtiyaçlarımızı başka bir Çinli getirince şüphelendim. Adama Yoldaş Li’nin ne olduğunu sordum. Bilmediğini, 2-3 gündür ona ulaşamadıklarını bildirdi.
“Sen nerede olduğunu biliyorsan onu arasan iyi edersin. Birkaç gün daha gecikirse patron işine son verecek, haberi olsun.” Fakat bende de kontak telefonu yoktu. İki gün sonra da o gelmedi. Sonraki hafta da. Kimse de ona ne olduğunu bilmiyordu. Dairesine gitmişler, fakat orayı bomboş bulmuşlardı. Akrabası filan da yoktu. Onu tanıyanlar da görmemişti. Adam resmen Singapur üzerinden silinmiş gibiydi. Polis onu kayıp listesine aldı, fakat bir sonuca ulaşamadı. Herhalde çok gitmek istediği sevgili Çin’ine geri döndü diye düşündük ve çok üzerinde durmadık. Dursak da zaten elimizden ne gelirdi ki?
Aradan iki ay gibi bir süre geçmişti. Maaşı yeni aldığım için yine “Irish Pub”a gitmiş turistlerle beraber bira içiyordum. (Maaş azalınca gider “biçerdöver ve çolak” barında içerdim.) Gürültüden sıkılmıştım, böylece barın dışarı oturulan kısmına çıktım ve orada üstüme çok fazla ışık gelmeyen bir masaya oturdum. Omzuma ince uzun ve kemikli bir parmak tık tık vurunca geri döndüm ve gözlerime inanamadım. Yoldaş Li bana bakıyordu. Fakat gülümsemem dudaklarımda dondu kaldı, çünkü Yoldaş Li tanınmayacak bir haldeydi. İki büklüm duruyor ve kirli bir beze sarılı olan bir nesneyi kucağında taşıyordu. Avurtları çökmüş ve iyiden iyiye incelmişti, resmen kemikleri sayılıyordu. Derisinin rengi de kararmıştı. Sanki 2 ayda 20 sene birden ihtiyarlamış, o ihtiyar haliyle de kötü bir dayak yemiş gibi duruyordu.
“Yoldaş Li, ne oldu sana böyle ? ” diye sordum ona.
Yanıma oturdu ve fısıldadı
“Yardım et bana Pekmen” dedi tıslayarak. Nefesi kötü kokuyordu ve birkaç dişini de kaybetmişti.
“Ne oldu sana ?” dedim dehşet içinde.
“Bir hata yaptım” dedi ve çocuğu gibi kucağında taşıdığı bezi açtı. İçinden kalın bir defter çıktı. Defteri gizleye gizleye masa altından bana uzattı. Gizlediğine göre ciddi bir şey olmalıydı.
Defteri açtım. Sayfaların tepelerinde o günkü tarih yazıyordu, sonra da altında Çince bir şeyler karalanmıştı. Tahminen günlük gibi bir şeydi. Omuz silkerek geri verecekken, Li yine tısladı
“Orta sayfalara bak”
Ortalara doğru sayfaları çevirdim ve o zaman Latin harfleriyle yazılmış bir sayfaya denk geldim. Rastgele bir satıra baktım
“mead ssoc tni fni ni tcaF” yazıyordu.
“Manasız şeyler yazıyor “ deyip ona geri verecekken, yalvarırcasına ellerimi tuttu, ve parmağını “sağdan sola oku” şeklinde oynattı. Konuşmanın ona acı verdiğini fark ettim.
“Fact in inf int coss daem”
Sıkılmıştım, oyun oynayacak durumda değildim. Li beynimi okumuş gibi “Bunlar kısaltmalar” dedi bana.
Ona o kadar tuhaf bakmıştım ki, kendini zorlaya zorlaya konuştu.
“Bana mistik şeylerle ilgili bilgin olduğunu söylemedin mi Pekmen? Bunlar bir büyücünün notları.”
Bir anda her şey yerine oturdu ve yazı tam olarak gözümün önünde çözüldü
“Factum in infernis, inter consilia daemonum” ( Türkçesi yaklaşık “şeytanlar meclisi tarafından, cehenneme bağlanmış” gibi bir anlama geliyor.)
Sayfanın geri kalanında imzalar ve bir kaç damla kurumuş kanı örünce sıcak bir kömür parçasını elliyormuşçasına defteri yere attım. Bu cümleyi tanıyordum. Urbain Grandier’in kişisel günlüğünden alınmış bir tümceydi bu.
Urbain Grandier 1600lü yıllarda Fransa’da yaşamış bir rahipti. Bilinen tarihe göre kendisi yalnızlık yeminini bozmuş; bir sürü rahibeyle cinsel ilişkiye girmiş yakışıklı ve de politik gücü bulunan bir rahipti. Bağlı bulunduğu kilisedeki rahibeler birden şeytanlar tarafından saldırıya uğramaya başlamış ve de rahibeler Grandier’i rüyada bir melek olarak görmeye ve rüyalarda onunla cinsel ilişkiye girmeye başlamıştı. İş iyice kızışınca, işin içine Kardinal Richleiu da girmişti. Grandier kara büyü yapmakla suçlanmış, bir seneye yakın işkence görmüş ve en sonunda yakılarak öldürülmüştü. Onun kara büyü yaptığını gösteren deliller arasında Latince ve tersten yazılmış, altında Grandier’in ve de cehennemdeki iblislerden bir grubun yazdığı bir antlaşma bulunuyordu.
Ama gizli tarihi bilenler bu işin aslının farklı olduğunu bilirlerdi. Urbain Grandier suçsuzdu. O şehrin Piskopos’u ile Grandier’in popülaritesini kıskanan Papaz Mignon, kilisedeki rahibelere altın dağıtarak Grandier’i cadılıkla suçlamışlardı. Grandier’in kendisine karşı olduğunu öğrenen Richleiu da bu şarlatanlığa ortak olmuş ve Grandier’i suçlamak için rahiplerine düzmece bir belge düzenletmişti. Belge o kadar sahte duruyordu ki (kağıtta atılan imzalardan birinde büyük büyük Satanas yazıyordu ) işin içine inandırıcılık katmak için yasaklanmış kitaplara başvuruldu ve bazı gerçek iblis mühürlerini kullanmışlardı. İddiaya göre bu antlaşmayla Grandier şeytanları kendine bağlamış ve ne isterse onlara yaptırmıştı.
Yoldaş Li, büyük ihtimalle bir yerden bu hikayeyi duymuş, sonra da uysal şeytanlarla “Büyük Komunizm” projesi için antlaşma yapmak istemişti. Bu konuda bir şey bilmediği için gerekli korumaları yapmamış, gerekli duaları okumamış, kimi çağırdığını bilmeden antlaşmayı bire bir kopyalayarak kanını damlatmış, sonra da kontrol edemeyeceği güçlerin insafına kalmıştı.
“Bana yardım et Pekmen, bu defter ruhumu yiyor” dedi Li, ellerime sarılarak.
Ağzının içi kupkuru olmuş, çıban içindeydi.
“Yapılacak hiçbir şey yok” dedim onun ellerini üstümden iterken.
Çaresiz bir adamın korkusuyla tekrar ellerime sarıldı ve bağıra bağıra yalvarmaya başladı. Barın badigartları onu kollarından tutup dışarı çıkardılar. Son anda defteri aldı ve badigartlar tarafından götürülürken bile benden yardım istemeye devam etti.
İçkimi bitirdikten sonra dışarı çıktım ve Li’nin etrafta olmadığını görünce rahatladım. Rahatsız bir şekilde kaldığım otele gittim ve sabaha kadar tecavüze uğrayan rahibeler ve de ruh yiyen kitaplarla ilgili huzursuz rüyalar gördüm. Kaldığım süre boyunca da Li’yi bir daha görmedim.