Sanki çok derin sular altında gibiydi sessizlik ve kulakları sağır edercesine sessizdi herşey. Herhangi şey duymak mümkün değildi: Ritm yoktu, ses ve müzik yoktu. Bir yaprak desen, onun bile hışırtısı duyulmuyordu. Boşluk sessizlikle doluydu. Eni, boyu, yüksekliği olmayan Boşluk…

Nefes almak mümkün değildi. Akciğerler görev dışıydı, belki de hiç var olmamışlardı. Sanki pelte pelteydi herşey; şiş, yumuşak, nefessiz, belki de çok nefesli. Sessizlikte Boşluk böyle bir şeydi.

Ağır ve zamansız, telaştan uzak, uyku halinde gibiydi Boşluk. Bir nevi kaygısızlık, sonsuzluk ve güven içindeydi. Düşüncesizlik Denizi’nde yüzerken, Bilge’ydi Boşluk.

Sessizlik, bilgelikti.

Bilgelik, boşluktu.

Boşluk, sessizlikti.

Ve herşey yeniden ve yeniden sessizliğe dönüyordu. Sağır edici sessizliğe.

Herşey, hiçbir şeydi ve Boşluk içinde bu Tek anlam dışında başka bir anlam yoktu. Bilgelik, herşeyin hiçbir şey ve hiçbir şeyin herşey olduğunu tekrarlayıp duruyordu. Tek’lik Bir’di ve Bir kendi içinde deviniyordu. Madde olmanın anlamının olmadığı Sonsuzluk Okyanusu’nun derinliklerinde ve hatta nefessiz maviliklerin en derin köşesinde salınmalarının keyfiyle Boşluk içinde gidip geliyordu.

Herşey, Tek’ti.

Tek, hiçbirşeydi.

Hiçbirşey Bir’di.

Bir, sonsuzluktu.

Ve herşey yeniden ve yeniden Sonsuzluk’a dönüyordu. Boşluk içinde var olan sonsuzluğa.

Karanlık, sanki var olan tek renkti. Acaba Herşey’i içinde barındırdığından mıydı bu duygu? Bir anda içinden birşeylerin çıkması gerekiyor gibiydi. Herşey emilmiş, özümsenmiş ve karanlığın içine dahil olmuş gibiydi. Tuhaftı ama öylesi görünmezlik içinde, görünebiliyordu Herşey. Fırtına öncesine benziyordu Sonsuzluk; her an herşey olabilirdi.

Ve işte tam o An’da, birden bire inanılmaz bir Işık göründü ve kulakları sağır edercesine bir Big Bang duyuldu. Ardından ortalığı hiç görülmemiş ve hayali dahi kurulamayacak güzellik ve tonlarda renkler kapladı. Etraf Işık Dalgaları’yla doluyordu. Olan bitten herşey, Nur’la gerçekleşiyor ve şekilleniyordu. O kadar hızla gerçekleşmişti ki Big Bang, oluşanlar ister istemez kaynakları olan Nur’un etrafında dönerek dans etmeye başladılar. Örümcek ağına benzer bir şekilde, genişeleyerek büyüyordu Işık Ağı ve herşey, tıpkı atomun etrafında dönen parçacıklar gibi, Nur’un etrafında dönüp duruyordu.

Bu dans hipnotik bir döngüdeydi: Herşey huşu içinde, sanki en güzel müziğin ritminde gibi ve kalb atışını takip edercesine, Bir’in etrafında dans ederek sıralanmaya devam ediyordu. Her bir sıra, kendi Gerçek’liğini oluşturuyordu.

Herşey hem aynı, hem de tamamen farklı gibiydi.

Düşünmek, cesaret istiyordu. Ve sessizliğin bilgeliği yerini çoktan yaratıcı cesarete bırakmıştı.

Düşünce gözlemle birlikte, maddeyi yaratıyordu.

Madde, zamanda var oluyordu.

Herşey ve Hiçbirşey birbirine bağlanmıştı.

Ve Sonsuzluk yerini sürekli genişleyen ve büyüyen yeni bir Sonsuzluk’a bırakmıştı.

Düşünmek cesaret istiyordu ve bir kez düşünce başladıktan sonra, Hiçbirşey eskisi gibi olamıyordu.

İnsan

Bir, yani Sonsuz Zihin, dalgalanmalar sonucunda farklı gerçeklik seviyelerinde meydana gelen maddesel varoluştan çok hoşlandı. Artık dönülemez bir yolun; Bir’likten Çok’luğa geçişin, zaman-mekan kavramlarıyla birlikte başladığını biliyordu. Ancak rahatsız olduğu bir durum vardı. Mükemmelliyet içinde, Herşey O’nun etrafında dönüşünü sürdürüyor ve sürekli dans ediyordu. Bir, o kadar tarifsiz bir yüceliğe sahipti ki, Hiçbirşey O’nun karşısında durup O’na bakma cesareti gösteremiyordu.

Tek Yücelik, zamanın içinde bir yerde, şöyle düşünmeye başladı: Bu durum çok sıkıcı; öyle bir gerçeklik olmalı ki, bu durumda Varlıklar, hipnoz olmuşcasına değil ama farkında olarak dans edebilmeliler; bilerek ve isteyerek. Bu Varlıklar hem bana benzer, hem de benden çok farklı olmalılar.

Sorular ve düşünceler birbirini izledi. Herşey içinde herşey sorgulandı. Acaba Bir’in isteğini, kendi isteğiyle yapabilecek bir Varlık olabilir miydi? Sonsuzluk’a uzanan tüm yaratılmış olanlar tek tek dile geldi ve Herşey’in içinde en çelimsizlerden biri olan İnsan, cesaretiyle Bir’in teklifini kabul etti.

Yaratılmış olanlar, bu çılgınlık karşısında bir an duruverdiler. Tüm varoluşlar o an, sesizliğin bilgeliği ve düşüncenin cesareti arasında şaşkına döndüler. Ama en çok şaşıran ve bu şaşkınlıkla ilk Kıyaslamayı başlatan Akıl oldu.

Akıl, Bir’in İnsan’ın cesaretini sevmesinden o kadar acı duydu ki, bu acı ile kıskançlığı deneyimledi. Kıskançlığın ardından intikam hissiyle doldu. Böylece, zincirleme bir yok etme hareketi başlamış oldu. Bir, o anda Aklı’ın yaratılmış olan herşeyin özündeki Sevgi’yi titrettiğini ve tüm Ritm’i değiştirebileceğini anladı. Bu sebeple, Akıl’a sonsuzluğa kadar var olacağını ama gücünü asla tamamen gösteremeyeceği Büyük Delik içinde hapis kalacağını söyledi. Yüceliği sebebiyle de, ona bu sürecin başlamasından once son sözü olup olmadığını sordu.

Akıl, son söz olarak Bir’e bir anlaşma önerdi ve şöyle dedi:

“İnsan farkında olarak Yüce Zihin’e inanabilir. Ama ben olduğum sürece bu asla mümkün olmayacak. Sizden bana bunu göstermeme izin vermenizi istiyorum.”

Bir, çelimsiz olan İnsan’a baktı. Düşünmeyi ve farkındalığı kabul eden İnsan, sadece bu sebeple yaratılmış olanlar içinde en cesur olandı. Onu, tıpkı tüm yaratılmışlar gibi, sevgiyle yaratmıştı çünkü sevgi Herşey’in özüydü. Bu sevgiyle ve farkında olarak ve ama Akıl’ın tüm aldatma ve yok ediş çabasına rağmen İnsan, Bir’e ulaşabilir miydi?

Bir İnsan’a bu konuda ne düşündüğünü sordu. İnsan etraflıca düşünmeden, Akıl’ı yeneceğini söyledi.

Nefeslerin kesildiği anlardan sonra ve belirlenmiş bir tarihe kadar, Bir bu anlaşmanın geçerli olduğunu ilan etti.

İşte sevgi ile nefretten oluşan ikilemlerin gerçekliğinde ve belirlenmiş Dünya isimli bir yerde, İnsan’ın Bir’e ulaşma yolculuğu böylece başlamış oldu.


İnsan’ın Elindekiler

Üstlendiği sorumluluğun tam olarak farkında olmayan İnsan için, herşeyin sonsuz, zamansız, tarifsiz olduğu Birlik’ten, ikilemlerin, çabaların ve bunları deneyimlerken geçilecek zorlu yolların başlaması heyecan vericiydi.

Sozsuzluktan sonluluğa ilerledi.

Tarifsizlikten tarifliliğe bulaştı.

Bir’likten Çok’luğa ulaştı İnsan.

Bir, kabul ettiği deneyimi kolaylaştırması ve daha güvenli sürdürebilmesi için gerekli olan her türlü bilgiyi, yani Sır’ı, İnsan’ın spirallerine ekledi. Düşünmeyi kabul eden İnsan, gerçekliğin Akıl ile sınanacağı Dünya üzerinde Bir’e ulaşacaktı. Ve buna Üçüncü Boyut Yolculuğu dendi.

Bu yolculuk, uzun ve sınırlanmış Akıl’ın tuzaklarıyla dolu olacaktı. Ancak Akıl’ın kazanmak için herşeyi göze alacağını bilen Bir, İnsan’i korumak için ona gizli bir güç verdi: Bilgiden uzaklaştığında Kalb’i bunu hissedecek ve Zihni’ni uyaracaktı. İnsan’ın anlaşması ve Yol’u belliydi. Ola ki, Üçüncü Boyut Yolculuğu’nda hedefinden uzaklaşırsa, Kalb’i onu kendi Yol’una çağıracaktı.

Yol belirlenmişti birlikte.

Bilgi ve Sır zaten eklenmişti önceden.

Ama Kalb hissi;

Çokl’luktan Bir’liğe geçiş için,

Gerekliydi İnsan’a Bir’den gelen.

Sözün kısası; bir ben vardı Ben’de, benden içeri[2]

İnsan, yolculuğuna başlamadan önce, tamamı üç aşamadan oluşan ve dünya zamanında on ay ayı süren bir hazırlık geçirdi. Bu hazırlık sonrası, sınırsızlığından sıyrılarak, sınırlı ve bedenli denilen yeni denemesine başlamış oldu.

Sonlu olanlar tanıdı Doğum’u.

Ama kimine göre Ölüm’dü doğumun başlangıcı.

Ama ikisini de anlamlı kılan, aralarındaki Üçüncü Boyut Yolculuğu idi.

Ve aradan çok uzun zaman geçtikten sonra Sokrates isimli bir İnsan şöyle savundu[3] kendini ölümünden önce:

“Ölmek şu ikisinden biridir: Ya bir hiç haline gelmedir; hiçbir şeyin hiçbir şekilde bilincinde değildir kişi ya da söylendiği gibi, bir değişim, ruhun başka bir yere göç etmesidir.”

Dünya ve Yaşam Kültürü

Dünya çok değişik bir yerdi. Burada İnsan, dar bir ayakkabıya sıkışmışcasına, rahat hareket yeteneğinden yoksun kalmıştı. Ayrıca Akıl’ın oyunuyla, çok tuhaf bazı şeyler deneyimliyordu: Görebiliyordu, burnuna kokular geliyordu, sesler duyuyordu, dokunabiliyordu.

Lakin görmek sınırladı İnsan’ı görülmeyene karşı.

Koklamak sınırladı koklanmayanlar için İnsan’ı.

Sandı ki İnsan, ses sadece duyduklarıydı ve sağırlaştı kalanlara karşı.

Tek var olan, algılayabildiği sandı.

Sınırlanan sadece bedende değildi.

Ve kendini bil Delphi’ye yazılacaktı.

Başlangıçtan sonra İnsan uzunca bir sure, bu yeni yeteneklerini kullanmayı öğrenmeye vakit harcadı. Bilmediği pek çok şeyi anlamaya çalışıyordu. Her türlü bilgiye sahip olmasına rağmen, Dünya gerçekliğinde sahip olduğu yeteneklerle bilgiler tam olarak örtüşmüyordu. Üstelik Akıl da, kendisiyle birlikte faaliyetlerine başlamıştı. Ne zaman Bir’e yaklaşsa, Akıl onun gerçeğini yanılsamalar oyunuyla saptırıyordu. İnsan Zihni, her zaman Yol’a devam edemiyordu.

İnsan, Akıl’ın da etkisiyle, deneyimlerle öğreniyordu ve kıyaslama yaparak algılıyordu. Gözlem, elindeki en iyi teknikti. Gözlem yaptıkca merak onu arkasından sürüklüyordu. Merak içinde güçlendikçe, kendince keşiflerde bulunuyordu. Keşiflerin aslında sahip olduğu bilginin parçaları olduğunu anlayabilecek durumda değildi.

İnsan, küçük bir çocuğun yap-boz bulmacasının taşlarını yerlerine koymasına benzer şeklide heyecen duyarak, kendi gerçekliğini oluşturuyordu. Bir zaman sonra elinde uzunca bir liste oluştu: Doğrular-yanlışlar, iyiler-kötüler, güzeller-çirkinler…

Daha önce acı duygusunu bilmezken, şimdi acıyı hissedebiliyordu. Ölümü ilk gördüğünde İnsan, dehşet içinde kalmıştı. Dünya, sürekli kendisini koruması gereken bir yer gibiydi. Korku, kızgınlık, acı ve mutluluk arasında gidip gelen İnsan’ı, içgüdüsel olarak, duyguları yönetmeye başladı. Herhangi durumda,özellikle tehlike anında ve hemen karar vermesi gerektiğinde, bu öğrenilmiş duyguya bağlı tepkiler hayatını kolaylaştırıyordu. Tepki, onun cevap verme bilgeliğini yenmişti.

Kaçmayı öğrendi korkudan,

Lakin başkalarını korkuyla besledi İnsan.

Acıyı hiç sevemedi,

Ama hatırlayamadıkça Sır ve Bilgi’yi, daha da ağırlaştı acı.

Üstelik kızgınlık Akıl’ın en sevdiği enerjiydi; kıpkırmızı,

Bu sebeple kendi dahil herşeye kızdı İnsan,

Ve öğrenemedi öfkeyle kalkanın acıyla kavrulduğunu.

Böyle bir spiralin içinde uzun uzun devinip durdu İnsan.

Yaşama çabası onu sürekli kurallar geliştirmeye yöneltti. Yemek, içmek, barınmak, çiftleşmek gibi her ihtiyacın kurallarını oluşturmaya başladı. Bu kurallar, diğer listelere eklendi ve bir kuşaktan diğerine aktarılan Yaşam Kılavuzu haline geldi. Bu kılavuzun adı da, Kültür oldu.

Kültür, içinde yaşanılan herşeyden renk alarak genişledi ve bir zaman sonra sadece Dünya gerçeği üzerine kurulu olarak İnsan’ı etkilemeye başladı. Zaman zaman insanların içlerinde, baştan beri sahip oldukları Sır ve Bilgi’yi ve Yüce Zihin ile yapılan anlaşmayı kısmen hatırlayanlar oluyordu. Ama Hatırlamalar, algıyla sınırlı, kısmi Bilgi’lerdi. Yine de bu insanlar, Akıl ve kültür içinde kaybolmuş İnsan’a kılavuz olabilmesi için dünya öncesine, dünyaya gelişe ve dünyadan sonrasına ait hatırladıkları Bilgi’yi metaforlarla ifade ettiler. Bu hikayeler ilk bilgiye dayalıydılar ama dilden dile ve çoğunlukla değişimlere uğrayarak, yeni nesillere aktarıldılar. İşte onlardan birkaçı:

I

…Homeros öz ana-babasını ve memleketini sormak için kahine danışmış, tanrı şöyle karşılık vermiş: “Annenin memleketi Io[4] Adası, seni dünyaya getirirken can verdi o, ama sen gençlerin muammasına dikkat et.” Homeros çok geçmeden Io Adası’na varmış. Burada bir kayanın üzerine oturmuş, kıyıya yaklaşmakta olan balıkçıları görmüş ve onlara bir şey tutup tutmadıklarını sormuş. Onlarda hiçbir şey tutamadıkları gibi üstüne bir de bitlendikleri için yakaladıkları bitleri öldürüp attıklarını, yakalayamadıklarını da üzerlerinde getirdikleri olgusunu bir muammayla anıştırarak şöyle demişler: “Aldıklarımızı bıraktık, alamadıklarımızı da getirdik.” Hikaye buya, Homeros muammayı çözememiş ve ümitsizliğe kapılarak oracıkta can vermiş.[5]

II

…Kara Han oraya geldi. İnsanlar, kaçışıp bir köşeye gizlenmişlerdi. Kara Han, “Doğanay ! Ece ! Doğanay ! Ece !” diye haykırdı, “Neredesiniz ?”. Doğanay ile Ece “Ağaçların arkasındayız,” dediler, “Karşına çıkamıyoruz, utanıyoruz”. Sonra, olanları bir bir anlattılar. Kara Han, bildiği şeyleri duymanın öfkesi içinde herbirine ayrı cezalar verdi. “Şimdi sen de Erlik’ten bir parça oldun” diyerek yılana verdi ilk cezayı. “İnsanlar sana düşman olsun; seni görünce vurup, ezip öldürsünler!” dedi. Ece’ye döndü, “Sen, Erlik’in sözüne uydun. Yasak yemişi yedin. Cezanı çekeceksin. Çocuk doğuracaksın. Doğururken de acı çekeceksin. Sonunda öleceksin, ölümü tadacaksın.” Doğanay’a da şöyle diyerek cezasını verdi: “Erlik’in gösterdiğini yedin. Benim sözümü dinlemedin, Körmös Erlik’in sözüne uydun. Onun adamları onun dünyasında yaşar, karanlıklar dünyasında bulunur. Benim ışığımdan yoksun kalır. Körmös bana düşman oldu; sen de ona düşman olacaksın. Benim sözümü dinleseydin, benim gibi olacaktın. Dinlemediğin için dokuz oğlun, dokuz da kızın olacak. Bundan sonra ben, insan yaratmayacağım. Artık, insanlar senden türeyecek.” Kara Han, Erlik’e de kızdı. “Benim adamlarımı niçin aldattın ?” diye sordu öfkeyle. Erlik “Ben istedim, sen vermedin,” dedi, “Ben de senden çaldım. Artık, hep çalacağım. Atla kaçarlar ise düşürüp çalacağım. İçip içip esrirler ise birbirlerine düşürüp dövüştüreceğim. Suya girseler, ağaçlara çıksalar bile yine çalacağım.” Kara Han da, “Öyleyse; dokuz kat yerin altında ayı, güneşi olmayan karanlık bir dünya vardır. Seni oraya atıyorum,” diyerek Erlik’i cezalandırdı. Her şey bitince, bütün insanlara birden ceza verdi. “Bundan sonra kendi yemeğinizi kendiniz kazanacak, gücünüzle elde edeceksiniz; benim yemeğimden yemek yok dedi, Artık, yüz yüze gelip sizinle konuşmayacağım. Bundan sonra size Gök Oğul’u (May-Tere) göndereceğim[6].”…

III

…Başlangıçta güneş yoktu, ay yoktu, yıldızlar yoktu. Her yer karanlıktı ve etrafta sadece su vardı. Suyun üzerinde yüzerek bir sal geldi. Üzerinde sadece iki kişi vardı, Kaplumbağa ve Gizli Derneğin Babası. Akıntı çok hızlıydı. Sonra gökyüzünden tüylerden bir ip aşağıya sallandı ve ipten Yeri Yaratan indi. Yüzü örtülüydü ve görünmüyordu ama bedeni güneş gibi parlıyordu. Oturdu ve uzun bir süre hiç bir şey söylemedi. Sonunda Kaplumbağa sordu:

—Nereden geliyorsunuz?”

—Yukarıdan geliyorum.”

—Acaba bana biraz kuru toprak yapabilir misin, böylece bazen sudan dışarı çıkabilirim.”

Sonra yeniden sordu,

—Acaba dünyada hiç insan olacak mı?

Yeri Yaratan bir süre düşündükten sonra,

— “Evet” dedi.

—Ne zaman insanları yapmaya başlayacaksın?”

—Bilmiyorum. Demek kuru toprak istiyorsun; peki bunu yapmak için toprağı nasıl bulacağım?

—Eğer sol koluma bir kaya bağlarsan, çıkarmak için dalabilirim.”

Yeri Yaratan bir ip alıp, Kaplumbağaya bağladı. Kaplumbağa çok uzun süre su altında kaldı, altı yıl sonra geri döndüğünde, her yeri yeşil balçıkla kaplanmıştı. Suyun yüzeyine çıktığında, sadece tırnaklarının altında çok az toprak vardı, gerisini sular alıp götürmüştü. Yeri Yaratan sol koltuk altından taş bir bıçak çıkardı ve Kaplumbağa’nın tırnaklarının altındaki toprağı dikkatlice kazıdı.

Toprağı avucunu içine koydu ve top olana kadar yuvarladı; en fazla bir çakıl taşı büyüklüğündeydi. Salın arka tarafına koydu. Çok geçmeden bakmaya gitti: hiç büyümemişti. Üçüncü defa bakmaya gittiğinde kollarının genişliği kadar büyümüştü. Dördüncü defa baktığında, dünya kadar büyüktü, sal karaya oturmuştu ve etrafı gözünün alabildiğince dağlarla çevrilmişti.[7]

IV

…Bu zaman başlamadan önce, cennet yoktu, yeryüzü yoktu ve ikisi arasında hiçbir şey yoktu. Muazzam karanlık bir okyanus hiçliğin kıyılarına vuruyor, gecenin köşelerini yalıyordu. Suların üzerinde dev bir kobra yüzerdi. Sonsuz kıvrımlarının içinde Lord Vişnu uyumaktaydı. Kudretli yılan tarafından korunmaktaydı. Her şey o kadar huzurlu ve sessizdi ki, Vişnu rüyalarının hareketlerinden rahatsız edilmeden uyumaktaydı. Derinlerden bir uğuldayan bir ses titremeye başladı, Ohm. Boşluğu doldurarak ve enerji ile titreşerek büyüdü ve yayıldı. Gece sona erdi, Vişnu uyandı. Gün ağarmaya başlarken, Vişnu’nun göbek deliğinden muhteşem bir nilüfer çiçeği büyümeye başladı. Çiçeğin ortasında Vişnu’nun hizmetkârı Brahma oturuyordu. Efendisinin emrini beklemekteydi.

—“Başlama zamanı geldi. Dünyayı yarat.”.

Bir rüzgâr suları alıp götürdü. Vişnu ve yılan aniden kayboldular. Brahma nilüferin içinde, denizin üstünde yüzmeye devam ediyordu. Kollarını kaldırdı ve rüzgârı ve okyanusu sakinleştirdi. Sonra Brahma nilüferi üç parçaya böldü. Bir parçasından cenneti, diğer parçasından yeryüzünü, üçüncü parçası ile de gökyüzünü yarattı.

Yeryüzü kuruydu. Brahma işe koyuldu. Çimen, çiçekler, ağaçlar ve bütün bitkileri yarattı. Bunlara his verdi. Sonra toprağın üzerinde yaşamaları için hayvanlar ve böcekler yarattı. Kuşlar ve bir sürü balık yaptı. Bütün bu yaratıklara, dokunma ve koklama duyuları verdi. Onlara görme, duyma ve hareket etme yeteneği verdi. Çok geçmeden yeryüzü yaşamla ve hava Brahma’nın yaratılarının sesleri ile dolup taşıyordu.[8]

V

…Dünya var olmadan önce korla kaplı Muspell; büyük bir boşluk olan Ginnunagagap ve buzlarla kaplı Niflheim vardı. Niflheim’in 11 nehri donmuştu. Bir gün Muspell’deki kıvılcımlar nehirlerin üzerine düştü ve nehirleri eritti. Buzların çözülmesiyle dev Ymir ve büyük inek Audhumla ortaya çıktı. Audhumla kayalardaki tuz parçalarını yaladı. Birinci günün sonunda bir adamın saçları ortaya çıktı, ,ikinci gün kafası, üçüncü günün sonunda ise bütün bir adam ortaya çıkmıştı. Adı Buri idi, uzun boylu, güçlü ve yakışıklıydı. Buri’nin Bor adında bir oğlu oldu. Bor devin kızı Bestla ile evlendi ve üç tane oğulları oldu. Odin, Vili ve Ve. Odin, Vili ve Ve dev Ymir’i öldürdüler. Daha sonra Ymir’in etinden yeryüzünü, kemiklerinden dağları; saçından ağaçları; kanından ise nehir ve denizleri yarattılar. Ymir’in içi oyulmuş kafatasından tanrılar yıldızlı cenneti yarattı. Bor’un oğulları deniz kıyısında yürürlerken iki ağaç buldular ve bunlardan erkeği ve kadını yarattılar. Odin kadına ve erkeğe ruh ve hayat verdi, Vili anlayış ve hareket etme kabiliyeti, Ve de kıyafet ve isim verdi. Erkeğe Askr (Kül ağacı), kadına da Embla (Sarmaşık) dediler.[9]

 

Öğrenen ama Asla Öğrenemeyen İnsan

Doğada yaşayan İnsan, yarı gerçek mitolijik hikayelerle, oluşturduğu kültürle, giderek çoğalan nüfusuyla, seçtiği gündelik hayatı kolaylaştıracak hukuk, ticaret ve politika gibi yeni yollar ve ahlak gibi yeni kavramlar keşfetmeye başladı. O artık, öğrenen İnsan’dı.

Öğrenme Akıl’ın bir oyunu olan dualite ile gerçekleşiyordu: Her şey iyi ile kötü, doğru ile yanlış, güzel ile çirkin, beyaz ile siyah gibi zıt kavramlarla ifade ediliyordu: Ya biri, ya öteki… Dualite, holistik yaklaşımdan uzaklaştırıyordu İnsan’ı. Yargılamayı beraberinde getiren bu öğrenme hem kolay, hem de zordu: Gündelik hayata ilişkin her şey kolaylaşıyordu bu tip öğrenmeyle ama kolaylaştırmaya alışan İnsan, derinlerde kalan ve aslında her zaman sahip olduğu Bilgi’yi artık duyamıyordu. Akıl o kadar gürültülüydü ki, asıl Bilgi suskunluğu tercih etmişti.

Eğer körler gözlerindeki karanlığı kaldırabilse,
Ve suskunlar gerçeği söyleseydi,
İnsan denge içinde kalarak, aslını koruyabilirdi.
Ama Akıl, koymuştu kafasına zaferi bir kez…
Kazanacaktı.

Bundan sonra, İnsan’a göre uzunca bir süre, tüm dünya Akıl’ın zaferini görecekti. Akıl ile sürekli öğrenen ama geçmiş diye adlandırılan zaman boyutunda olanları hatırlamayan ve onlardan asla öğrenemeyen İnsan…

Mitos’dan Logos’a geçilmişti.

(Bu yazının devamı Deniz Kite’ın Filozof Mediatörün Farkındalıklar Kitabı: İnisiye Dairesi’nde yer almaktadır.)



[1] M.Ö 600 yıllarına kadar süren dönem Mitolojik Dönem diye anılır. Bu dönemde, insanın konusu yaratılış hikayeleridir. Mitoloji bir din veya bir halkın kültüründe tanrılar, kahramanlar, evren ve insanın yaratılışına dair tüm sözlü ve yazılı efsane birikiminin ve bu efsanelerin doğuşlarını, anlamlarını yorumlayıp, inceleyen ve sınıflandıran bilim dalının adıdır.

[2] Yunus Emre

[3] Sokrates’in Savunması, Platon

[4] Io, Italyanca’da I. Tekil sahış, yani Ben demektir