Altmışlı yılların sonlarına rastlar onun yaşamla vedalaşması.
Her ne kadar, o zamanlarda ne iş yaptığını hatırlamıyor olsam da muhtemelen bu gün emekli olmuş, evinin bahçesinde torunlarını seviyor olacaktı zavallı Fahrettin ağabey, anılarımıza kazınan trajik ölümüyle gazetelere geçmeseydi.
Aklaşmış saçları her daim kınalı Kara Fadime’yle, Ahmet amcadan olma, esmerliği yüzünden arkadaşları arasında ‘Kara’diye anılan, kuzguni siyah, kıvır kıvır saçları, yakışıklı yüzü ve her zaman gülümseyen kapkara gözleriyle mahallenin sevilen gençlerinden biriydi Fahrettin.
Biz mahalleli küçükler onun ruhunda esen fırtınalardan habersiz, ailesiyle bitmez tükenmez kavgalarını seyrederdik uzaktan biraz da kaygı ve korkuyla.Bir insan nasıl annesine küfredebilirdi, ya da nasıl vurmak isterdi babasına küçük akıllarımıza bir türlü sığdıramazdık. Sık sık bahçe duvarı bizimkine bitişik evlerinden patlayan camların, canhıraş bağıran Kara Fadime’nin, oğlunu sakinleştirmeye çalışan Ahmet amcanın, ağlaşan kız kardeşlerinin ve çılgınca bir öfkeye kapılmış Fahrettin’in küfürlü haykırışları ulaşırdı kulaklarımıza kadar.Komşulardan, ya da dostlarından gelen hiç bir isteğe hayır diyemeyen, çevresindeki tüm insanlarla iyi geçinen bir insandı Fahrettin, bilmediğimiz bir nedenden dolayı, onun derdi ailesiyleydi.
İşçi emeklisi Ahmet amca kendi halinde, sakin, hatta biraz da asil görünüşlü bir adamdı. Buna karşılık Kara Fadime, çok kısa boylu olmasına karşın fiziği yapılı, hırçın bir kadındı. Kavgayı severdi. Bir keresinde çocukların itiş kakışı yüzünden kapısında bağırıp çağıran herkül yapılı komşusu Kaman’lı Fatma’yı sakinleştirmek için konuşa konuşa yanına geldiği, daha sonra da beklenmedik bir hamleyle kadını altına alarak elinden kurtulana dek fazlasıyla hırpaladığı hala anlatılır mahallede. Bir keresinde de, değil Noel Baba, yılbaşı kavramının bile bir şey ifade etmediği bu fakir insanlara benden birkaç yaş küçük yeğenimle birlikte istemeden oynadığımız küçük oyun gelir aklıma. Giydiğimiz kırmızı hırkalar ve çenelerimize yapıştırılmış beyaz pamuktan uzun sakallarımızla kafamızı camdan uzattığımızda kocasının ağrıyan beline ispirtolu pamukla bardak çeken Kara Fadime’nin yüksek sesle dualar ederek odanın bir köşesine kaçması ve orada sinerek gözleri kapalı, dualarının bu iki çirkin yer cücesini evinden uzaklaştırmasını beklemesini bu gün bile gülümseyerek anarız.
Birkaç yıl önce evlenmişti Fahrettin ağabey. Biz mahalleli çocuklar da bedavadan bir yolculuk ve bolca eğlence şansını geri çevirmeyerek Kırıkkale’nin köylerinden birine, gelin almaya giden otobüsü doldurmuştuk. Güzel bir kadın değildi belki gelinleri Nadide abla ama yaşadıklarına katlanacak kadar yiğit, bir o kadar da iyi huylu bir insandı. Bir kızları oldu evliliklerinin birinci yılında, adını Zeynep koydular. Zarif, sevimli ama içine kapanık bir çocuk oldu Zeynep. O küçük güzel gözlerden yansıyan bakışlarında hep bir ürkeklik, bir tedirginlik varmış gibi gelirdi bana.
İlk yıllarda göreceli bir huzur havası esti aile içinde küçük Zeynep’in de varlığıyla. Bu arada diğer kızlar da evlenmiş ve aileye eklenen yeni torunlarla birlikte ev sakinlerinin sayısı da hızla artmaya başlamıştı.
Bir gün yan duvarın ardından yükselen bağırtılar, küfürler ve çığlıklar huzurlu günlerin sonunun geldiğinin habercisi gibiydi sanki. Bahçe duvarının üzerinden başlarımızı ürkekçe uzattığımızda Fahrettin’i eline geçirdiği ağır bir mermer parçasını babasına fırlatmakla tehdit ederken, Ahmet amcayı da “ Vur oğlum vur, çekinme vur. ” Diye karşısında tevekkülle dikilirken gördük. Mermeri tutan eli havada birkaç saniye asılı kalan Kara, sonunda içinden yükselen şiddet duygusuna hakim olarak mermeri yere fırlattı ve küfürler savurarak uzaklaşırken belki de kendisine ömür boyu vicdan azabı yaşatacak bir yanlışlıktan da dönmüş oldu. Ama uzunca bir süre kendini unutturan içindeki volkan, yeniden patlamıştı artık. Yine de o, bu son kavgada kıyısından döndüğü yanlışı kavramış, içindeki volkandan dışarı taşan nedeni bilinmeyen öfke lavlarını başka yerde söndürülmesi gerektiğini fark etmişti. Bu yüzden zamanının çoğunu evden dışarıda geçiriyordu. Artık kendine yeni bir avuntu da bulmuştu; Hafta sonları ödünç aldığı bir çifteyi sırtına, birkaç lokma azığın bulunduğu bir torbayı da boynuna asarak avlanmak üzere kendini yollara vuruyordu. Genellikle de İncesu deresini geçip yukarılara tırmanıyor, arkada tepelerin, sık ağaçlıkların yer aldığı ‘Seyran Bağları’ nı tercih ediyordu avlanmak için.
Biz, onu hiç vurulmuş av hayvanlarıyla dönerken görmedik. Belki de av hayvanları yerine kimsenin olmadığı boş tepelerde, çamlıklarda içindeki düşmana ateş ediyordu sadece.
Ne olduysa o gidişlerin birinde oldu.
Bir pazar öğlesi yanına azık olarak aldığı zeytin ve taze soğanları tüketmiş, hem yediklerinin hem de tepede parlayan yaz güneşinin etkisiyle dili damağına yapışmıştı. Normalde su ihtiyacını bağdaki küçük pınarlardan karşılardı ama bu kez pınarların bulunduğu tepelere kadar yürümek yerine aşağıda görünen kerpiç evlerin birinden su istemeye karar vermişti.Tekerleği kırılmış at arabaları, tavuk kümesleri ve tehditkâr bir şekilde hırlayan birkaç köpeğin yanından geçerek bahçesinde birkaç çocuğun oynadığı eve yaklaştı.
Çocuklar, bakışlarını yanlarına gelen tüfekli adama çevirdiler.
“Buralarda bir mahalle çeşmesi var mı çocuklar?” diye sordu.
“Yok amca!” dedi çocuklardan büyük olanı, “Buraya su bağlanmadı daha.”
İçinden küfretti Kara, terler boynundan aşağı süzülüyor, susuzluğu gittikçe artıyordu. Çaresiz en yakındaki eve yöneldi ve kapının üzerindeki bronz tokmağı birkaç kez vurdu. İçerden bir yanıt gelmeyince bu kez seslendi;
“Kimse yok mu?”
Pencerenin basma perdesi aralanarak önce bir çocuk, ardından da bir yetişkin başı göründü. Sonra perde kapanarak kapının ardından ayak sesleri duyuldu, ahşap kapı gıcırdayarak yarıya kadar açıldı, eşikte pencereden bakan çocukla, kadın belirdi. Ev sahibini tedirgin etmemek için hemen söze girerek su istediğini söyleyecekti Kara ama sözcükler dudağında dondu kaldı, çünkü karşısında, kenarları boncuk işlemeli yemenisinin altından altın saçları omzuna dökülen, gözleri bağdaki tüm ağaçlardan daha yeşil bir fidan duruyordu. Yüzünü bildik, yüreğini ise daha önceden tanımadığı bir ateş kapladı. Susuzluğunu ve konuşmayı unuttu, gözlerini o fidanın gözlerinden bir türlü ayıramadı Kara. Genç kız en fazla on yedi – on sekiz yaşlarında görünüyordu. Sonunda kendini topladı;
“Bir tas suyun var mı içmeye bacım?” dedi, “Uzun yol yürüdüm, susadım, tepedeki pınarlara da çok yol var.”
Kız yüzünde aynı gülümseme içeri bir ceylan gibi seğirtti, az sonra da mutfaktaki su küpünden doldurulmuş bir maşrapa suyla geri döndü.
Kara maşrapayı alırken eli kızın eline değdi, parmak ucundan başlayan bir ürperti tüm vücuduna yayıldı.
Suyu ağzına götürdü, yarıya kadar içti sonra içmeye ara verdi. Suyunu hemen bitirmek istemiyor o anı olabildiğince uzatmak istiyordu.
“İsmin ne bacım senin? ”
“Zehra!!”
“Kaç yaşındasın?”
“On dört!”
“Ondört!” diye tekrarladı içinden Kara,“Sadece ondört! ”
Yaşına bakınca Zehra hala çocuk sayılırdı, oysa kim görse, kızın erişkin, gelinlik yaşta biri olduğuna yemin edebilirdi. Hoş gelinlik yaşa gelmiş bile olsa bu ne ifade ederdi ki. Kara zaten evliydi, çocukluydu, yaşı otuzu bulmuştu. Ayrıca onun yetiştiği yerlerde eşe ihanet ve boşanma kavramlarına yer yoktu. Böylesi belki daha hayırlıydı. Zaten ilk kez gördüğü biri için art düşünceler taşımak, onun gibi birine yakışmazdı.
Ama.. Ah, ne olurdu kendisi bir on yaş daha genç olsaydı…
Suyun kalanını da bitirdi, tası uzattı. Zehra’nın yüzünü okşayan, yüreğini ateşleyen yumuşak sesi yeniden duyuldu.
“Bi tas su daha verem mi abi?”
Bu güzel anı uzatmak için yapabileceği tek şeydi o suyu istemek ama o utandı;
“Sağ olasın bacı.” Bu hakkımı da gelecek sefere içerim artık.” ve ekledi, “Tekrar gelirsem bana yine su verir misin?”
“Vermem mi.” dedi Zehra, “Allahın suyunu senden mi esirgeyecem.”
“Sağ ol Zehra bacı. ” dedi Kara, “Allah razı olsun, su gibi ömrün olsun.”
Zehra o harika gülüşüyle yanıtladı bu iyi dilekleri.
Kara, o öğle sonrası tepelerde, dağlarda ağzında bir Kevser tadı, gözlerinde bir çift yeşil gözle dolaştı. Hiç bir hayvana ateş etmedi, sadece onlarla dertleşti.
Sonraki günlerde kara’ya bir dinginlik çöktü. Kahveye çıkmıyor, daha az konuşuyor, daha az hırçınlık yapıyordu. Çok istemesine karşın bir sonraki hafta ava çıkmadı. Çıkmadı ama hafta da bir şap tadında, renksiz, ruhsuz bir şekilde ve dayanılmaz bir yavaşlıkta geçti. Kara o hayalin yokluğuna sadece bir hafta dayanabildi. Bir sonraki hafta sonu yine sabah ezanında uyandı, çiftesini, torbasını sırtına vurup Seyran Bağlarına doğru yola koyuldu. O hafta Zehra’nın elinden yine bir tas su içme şansına erdi, evine mutlu, keyifli döndü. Yol boyu kendiyle hesaplaşmış ve yaptığının yanlış bir iş olmadığına karar vermişti. Yetişme tarzı ve kişiliği nedeniyle Kara, Zehra’yı hiçbir zaman karısı olarak düşlemedi, kendini onunla aynı yatakta ve onun kollarında hiç hayal etmedi ama o güzellikten kopamadı da.
Aylar boyunca hiç üşenmeden o uzun yolu yürüdü, tepelere tırmandı, onun elinden içeceği bir tas suyu hak edebilmek için saatlerce kendini susuzluğa mahkum etti. Ve bir gün, o bir cümlelik ritüel’i uzatabilmek, o güzel melodili sesi biraz daha fazla işitmek adına;
“Zehra!” dedi, “ Bu evde yalnız başına ne yapıyorsun, annen baban yok mu senin?”
“Vaar!.. Babamgiller köydeler.” dedi Zehra, “ Büyük dayımlara ekin hasadına yardıma gittiler, ben onlar dönene kadar küçük kardeşim Mustafa’ya bakıyorum.”
“Peki koca evde, dağ başında yalnız olmaktan korkmuyor musun?”
“Ne diye korkacakmışım ki? ”
“Ya seni kaçırırlarsa.”
“Kim kaçıracak?”
“Belki ben kaçırırım!” dedi Kara, gülerek.
“Niye? Genç oğlun mu var?” dedi Zehra tüm saflığıyla, ve yüreğine batan bu soruyla Kara onun sadece on dört yaşında olduğunu hatırlayıverdi. Yanıt vermek yerine acı acı güldü. Bu arada küçük Mustafa hiçbir sözcüğü kaçırmadan bu diyalogu izliyordu, küçük aklında karışık düşüncelerle.
İki gün sonra Zehra’nın annesi, babası, dayıları ve onların çocuklarıyla geri döndüler, evlerinde bir şenlik havası esti. O gün özlemleri nedeniyle -ve evdeki kısıtlı yatak sayısı yüzünden- minik Mustafa annesi ve babasıyla aynı yatakta yattı. Geç saatlere kadar mırıl mırıl konuştu. Sonra uykuya dalmadan önce birden aklına gelmiş gibi;
“Baba biliyonmu.. ” dedi, “Bi adam Zehra abamı kaçıracakmış.”
“Ne diyon oğlum sen?” dedi babası şaşkınlıkla, “Kim kaçıracaamış Zehra’yı?”
“İşte o adam.” dedi Mustafa.
“Hangi adam ula? Doğru dürüst anlatsana şunu!”
“İşte o adam yaa, hep geliyo, tüfee var, hep abamdan su istiyo.”
Babası hamle edip kalkmaya davranırken karısı kolundan yakaladı.
“Gözünü sevem Ismayıl, şuncaazın sözüyle bu saatte patırtı çıkarma, Hele bi zabah olsun, ben Zehra’ylan konuşur, işin aslını öğrenirim.”
Sabah olunca babasının yüzünden düşen bin parçaydı, annenin gözlerindeyse endişe okunuyordu. Önce büyük dayı fark etti evdeki sıkıntılı havayı.
“N’oluyon Ismayıl? ” dedi, “Ne bu surat zabah zabah?”
“Sorma Recep ağam!” dedi İsmail ve Mustafa’dan duyduklarını aktardı bir çırpıda. Dayı, anlatılanları duyunca babadan daha çok köpürdü. Nasıl köpürmesindi ki, yeğenini Büyük oğlu Tahir’e gelin almak için nicedir bekleyip duruyordu. Zehra on yedi yaşına gelir gelmez nikahı basacaktı.
Şimdi elin çulsuzuna kaptırılır mıydı Zehra, o hem yeğeniydi hem de gelini olacaktı.
“Vay namussuz it! ” diye kükredi, “Köpeksiz köye çomaksız
mı girilirmiş, ben sorarım ona bunun hesabını.”
Anne şaşkın onları yumuşatmaya çalıştı;
“Recep ağam Mustafa küçük, uydurmuştur.”
Aradan biraz zaman geçse en azından bir kaç gün, belki olay yumuşar, hatta belki de unutulur, karşılaşsalar bile Kara onları oradan geçen garip bir avcı olduğuna ikna ederdi. Ama o günün yazgısı farklı yazılmıştı bir kere. Öğleye doğru küçük Mustafa koşarak girdi eve;
“Aha ! O adam geliyo, Zehra’yı kaçırmaya geliyo !” Diye bağırdı.
Konuşsalardı. Ah bir konuşabilselerdi, her şey daha farklı olabilirdi, olmadı, onun yerine kader kendi yazdığı oyunu sahneledi.
Recep dayı öfkeyle dışarı fırladı, Kara’yı elinde çifteyle görünce panikledi, karşısındakinin saldıracağını düşündü, Kara şaşırdı, omzundaki çifteyi bırakmak üzere hamle etti. Dayı korkuyla bağırdı;
“Yetiş Ismayıl, beni vuracak bu it!”
Kimsenin kimseyi vuracağı yoktu aslında. Evin arka kapısından fırlayan İsmail, yanından geçerken elini uzattı budaklı, kalın bir odun kaptı isli tandır ocağının yanındaki odun yığınından. Her şey saniyeler içinde oldu, Kara tek kelime edemeden İsmail arkasından yetişti, budaklı odun havaya kalktı ve acı bir kütürtüyle Kara, olduğu yere yığılıp kalıverdi. Bir damla kan bile çıkmamıştı dışarı ama gözlerinin karartan o dayanılmaz acının etkisiyle Kara bir çırpındı, sonra gözleri yarım açık öylece kalakaldı.
Anne gözyaşları içinde haykırdı;
“N’aaptın Ismayıl! N’aaptın!”
Evin penceresinden olaya şahit olan Zehra güzel gözleri büyümüş, çığlığı boğazına takılı içeri kaçtı, kendini banyoya kilitleyip hem ağlamaya hem de kusmaya başladı. İsmail ise yaptığının henüz farkına varmış, bembeyaz yüzüyle bir yaprak gibi titriyordu.
Bir öğle sonrası gölgeler uzarken mahalleye bir haber bomba gibi düştü; ‘Kara Fahrettin avlanmaya gittiği Seyran Bağlarında bir hendekte ölü bulunmuştu.’
O zamanlar çevremizde görece daha az ölüm olayı yaşanır, insanlar da genellikle ecelleriyle ölürlerdi. Böyle genç birinin şüpheli ölümü, herkeste bir şok etkisi yarattı. Yine de mahalleli, Kara Fadime ve Ahmet amca üzülmesin diye bu konu üzerinde neredeyse hiç konuşmadı. Belki de biz çocukların yanında konuşulmuyordu konu. Adli tabip ölüm nedeni olarak, Fahrettin’in sıcak yüzünden bir kalp spazmı geçirdiğini ve hafif bir bilinç kaybı nedeniyle yuvarlandığı hendekte kafasını büyük bir taşa vurduğunu, esas ölüm nedeninin bu çarpmadan kaynaklanan beyin kanaması olduğunu yazmıştı raporuna… Küçük bir ayrıntı olarak İsmail’in eniştesi Deli Rüstem, Bademli Bahçe karakolunda baş komiserdi o zaman… Sonra…
Sonrasında İsmail korku ve üzüntüden sarılık oldu. Tepedeki ev yok fiyatına satılarak aile, Recep dayı’nın köyüne taşındı. Zehra dayısının oğlu Tahir ile evlendi, çoluk çocuğa karıştı ama bütün suçu arada bir kendisinden bir tas su istemek olan Kara’yı hatırladığı zamanlarda, kaya yosunu yeşili gözlerinin yaşarmasına engel olamadı. Neden olduğu trajediye dair hiç bir şey hatırlamayan Küçük Mustafa büyüyüp askere alındı. Seyran Bağları’nda yapılan evlerin sayısı hızla arttığından avlanma yasağı getirildi. Kara Fadime’nin evinden bir daha kavga sesleri gelmedi. Fahrettin’in kızı küçük Zeynep büyüyüp genç bir kız olduğunda bile o ürkek ve tedirgin bakışları hep aynı kaldı.
Kara Fahrettin’in ölümü, zaman içinde Ağustos güneşi altında kalarak sararan bir gazetedeki yazıların silinmesi gibi mahalle sakinlerinin belleğinden silinip gitti.
Kara, o platonik masum aşkın bedelini yaşamıyla ödedi.
Aradan neredeyse yirmi yıl geçtikten sonra bir gün mahalle bakkalının önünde Fahrettin ağabeyin karısı Nadide abla’yla karşılaştım. Selam verip sordum;
“Tanıdın mı beni Nadide Abla?”
“Hee, sen Ertan abi değil misin?”
Yorgun belleği ile Nadide abla beni ağabeyimle karıştırmıştı… Oysa neredeyse onsekiz yaş büyüktü ağabeyim benden.