İlginç bir öykü bu. Belki de çok farklı gelmeyecektir size; onlarca hayat onlarca hikaye içinde. Evet öykü, ama eğer dilerseniz masallaştırabiliriz bunu. Çünkü masalların sonları acı da bitse, çok da üzmez sizi, en azından beni… Nasıl olsa masallar gerçekdışı olduklarından sonları nasıl biterse bitsin, yorumlanabilir her şekilde. Bu anlatacağım belki de bir hayatın yansımasıdır kimbilir, hatta belki yaşanmıştır bilinmeyen bir zamanda ya da yaşanacaktır sonsuz, uçsuz bucaksız zamanın bir dilimde; gelecekte.
Gökyüzündeki mavi bir bulutmuş o. Uzaktan bakıldığında beyaz gözüktüğü de olurmuş ama aslında her bulut kadar koyuymuş rengi. Gezermiş diyar diyar, durmazmış yerinde. Genç olduğundan olsa gerek, sıkılganmış biraz da. Yerinde duramamasının yanısıra, sıkılganlığı da eklenince üstüne, yarım bırakır olmuş başladığı işlerini. Kimsesi yokmuş ama tek tük tanıdığı, arada sırada konuşmaya fırsat bulduğu arkadaşları hep bu boşvermişliğinden şikayet edermişler. Mavi bulut hiç de umursamazmış, kafasına takmazmış onları. Onun yaşındaki çoğu bulut geleceği için kurduğu bir çok planı uygulamaya başlamışken, o kurmazmış hiç plan, düşünmezmiş gelecekte yaşayacaklarını.
Peki tüm bu koyvermişliğinin bir nedeni yok muymuş, neden böyleymiş mavi bulut? Varmış bir nedeni ama derinlerde gizli tabii. Derinlerde ne mi gizli? Mavi bulutun düşkırıklıkları, acıları, hüznü, yalnızlığı gizli. Bu masaldan önce, yıllar öncesinde, kim bilir belki bin, belki üçbin zaman önceymiş.
– Sana söylediklerimi neden hiç dinlemiyorsun?
– Hayır, dinliyorum ama senin anlamadığın şey, benim yapmam gereken ve yapmak istediğim çoğu şeyin bunlar olmadığı…
– Yapmak istediğin çoğu şey anlamsız ve gereksiz, gelip geçici şeyler hepsi.
– Hadi ya, buna sen karar veremezsin, hiç biri gelip geçici değil tamam mı? Ya ne bu senin kontrol manyaklığın, hepimizin hayatına karışıp duruyorsun. Her birimizin ne giyeceğinden tut, nasıl oturacağına kadar sen karar veriyorsun!
– Benimle düzgün konuş, nerden aldın bu cesareti sen!
– Peki tamam, o zaman bir kere de kendi hayatına bak. Ne zaman mutlu oldun bu son yirmi bin yıldır? Hep mutsuzdun ve bizi de hep mutsuz kıldın! Ama artık bitti, burama kadar geldi. Dinlemeyeceğim işte seni. Gidiyorum buradan!
– Hayır gidemezsin! Ne yapıyorsun?!
– Eşyalarımı topluyorum!
– Bunu nasıl yaparsın? Yo! Hayır yapamazsın!
– Bal gibi de yaparım. Bak yapıyorum!
– Ama!
– Yeter Deks kendine gel. Gidiyorum dedim burdan.
– Ya sana, ya size verdiğim onca emek? Onca çaba, onca eziyet, onca zaman!
– Kimse senden hayatımızı mahfetmeni istemedi, kimse senden bizi var etmeni istemedi, kimse senden bizi dünyaya getirmeni istemedi!
– Sana hayat verdim, hepinize verdim. Bir düzen kurdum. Sırf siz…
– HAYIR! Bizi, beni hiç düşünmedin sen… Neden ha? Neden beni dünyaya, bu evrene, çoktan kuralları konulmuş bu yere getirdin, neden? Bunu senden isteyen mi oldu? Kurduğun bu dandik düzen niye?
– …..
– Oynadın bizimle değil mi? En azından eğlenmek istedin, zevkli olur sandın, ama yanıldın… Şimdi kontrol altında tutamadığın bir yer oldu burası ve eğlencesi kaçtı, gidiyorum burdan!
– Nereye nereye gideceksin? Gidemezsin!
– Giderim!
– Seni ben var ettim!
– Ama ben artık sana ait değilim. Son dört bin yıldır, bedelini fazlasıyla ödedim.
– Hamurun bende o olmadan yapamazsın, yok olursun, yüz yıl geçmez ölürsün!
– Senin bir parçan olmak istemiyorum artık, ölmek daha iyi benim için!
– Çok yanlış yapıyorsun, pişman olacaksın… Hamurun bende dedim sana! Acı çekerek çürümeye başladığın anda, bedenini saracak korkunç ızdıraplar… Öldüremeyeceksin kendini, çünkü bilmiyorsun yolunu. Yanacak derin, tahmininden çok yanacak. Bu zulme dayanamayacaksın ve geri döneceksin bana. Çürümüş bedenin, tüm güzelliğini mahfedip bana geri döndüğünde, yaşayacaksın yine ama iğrenç ve acı dolu bir bedenle!
-Nefret ediyorum senden Deks, nefret! Ne hakkın vardı buna, bizi dünyada bulundurmaya. Çekeceğim söylediğin ızdırapları… Belleğimi kaybetmiş haldeyken, bedenim dönmesin diye geri sana, bağlatacagım zindana; bekçi tutacağım başıma… Dönmeyeceğim sana. Yalvarmayacağım sende olan hamurum için.
Gidiyorum, biliyorum yarın başlayacak acılarım kanmaya. Gök tanrıya şikayet ediyorum seni. Yasak olmalı bu. Nasıl yaratabilirsin bizi, nasıl sokarsın kurduğun düzenin içine? Elveda Deks elveda, katı kalbin belki tadarsa bir gün sevgiyi, vicdanı, pişman ol tüm kötüler gibi… Dönmem, dönmeyeceğim geri! Elveda Deks! Elveda!
– Geber, geber acı çekerek öl! Gidemezsin! Nasıl gidersin?
Gidedursun o, şaşkındı diğerleri… Duyunca Qqw’in gittiğini, hayret ettiler cesaretine; kıskandılar belki de, ama yapamadılar onun gibi… Elveda diyemediler Deks’e. Çünkü özgürlük, çekebildiğin acı kadar özgürlüktü ve onlar tahmin ettikleri acıları, hatta çok daha azını çekemezlerdi. Peki Qqw çekebilir miydi?
– Beni duyan var mı? Acımı hisseden var mı? Benim gibi olan var mı şu dünyada. Yalvarırım çabuk geçsin, bu bir asır çabuk geçsin, aksın su gibi zaman… Neden? Neden, Gök Tanrı’m. Nasıl verdin Deks’e yaratma tılsımını? Niye verdin ona bu hakkı? Kime dua edeceğim çabuk alsın diye acınımı şimdi ben? Bu pis, pis zindandan çıkamıyorum artık dışarı. Çünkü biliyorum ki aynen Deks’in bize anlattığı gibi, güneş ışığı görünce bedenim, daha çok acıyacak, yavaşlayacak ölümüm. Ne gördüm ki ben bu dünyada? Ne yaşadım kurulu düzende kaybolmaktan, Deks’e boyun eyip günahlarını gizlemekten başka? Nemli, ıslak zindan duyuyor musun beni? Dinleyen var mı beni, çok acıyor şimdiden bedenim.
Bu berbat zindanda, kanayan ızdıraplı bir bedenle ölümü beklemek, daha mı iyiydi Qqw için yoksa, Deks’in kurallarına uymaktansa? Belki acısını birazcık unutur diye, anlatıp duruyordu zindana Qqw yalnızlığını… Dinleyip, dinlememesi önemli değildi zindanın Qqw’i, sadece, sessiz kalması yeterliydi..
– Hiç pişman değilim. Yok, yok hayır; asla değilim. Ne kaldı ki zaten şurda ölmem için? Peki ya yürümez miydi, Deks farklı olsaydı? Böyle bir canavar olmasaydı… Zor gelen bana kurallara uymak mıydı sanıyor o, kardeşime yaptıklarından sonra nasıl katlanabilirdim ki daha fazla. Neden bizi dünyaya getirdi? Neden?
Bu sırada Deks diğerlerine nutuk çekmekteydi, çok sert ve acımasız görünüyordu:
– Sonunun ne olduğunu bile bile gitti burdan, tutamazdım onu. Tutmam gerekmiyordu zaten. Ama size bir şey söyleyeyim mi, dönecek yakında geri. Hem de öyle bir halde ki, bir daha bakamayacaksınız yüzüne. Yakında gelecek diyorum size, çok yakında…
Diğerleri gizli gizli fısıldaştı, Qqw yardım etmek istiyorlardı belki de. Ama ellerinden bir şey gelebilir miydi?
– Çok özledim ben Qqw’i, yardım edemez miyiz ona?
– Hayır edemeyiz, bulur, yakalar bizi Deks ve bir daha hamurumuzu vermez bize.
-Ne konuşuyorsunuz?
– Hiç bir şey Deks.
Zorundadırlar hiç bir şey demeye, mecburdurlar, seslerini çıkaramazlar.
Bu sırada Qqw zindanda oturuken yine tek başına, torbasının düğümünü açmakla uğraşır… Canı yanıyordur ama artık buna katlanmakta daha az zorlanacağını umut ediyor ve çok umursamıyordur. Mutsuzken bir şeyler karaladığı defterini çıkarır torbasının içinden. Zaten torbada bu defterden başka, üç giysi parçası vardır o kadar. Defterinin boş bir sayfasını açar kalemini eline alır ve bir mektup yazmaya başlar Gök Tanrı’ya; mektupta şöyle der:
Gök Tanrı’m tarifsiz acılarımı belki hissediyorsunuzdur ve belki görüyorsunuzdur yukarıda bir yerde beni. Sorsam kızmayın bana ama, kim yarattı beni?
Siz yaratmalıydınız değil mi? Ama Deks öyle demiyor bizi yaradan oymuş ve üstelik bu yetkiyi de sizden almış. Yüz yıllardır bu böyle biliniyor tarafımızdan. Doğru mu bu?
Ne olur nolursa olsun, yardım edin bana. İçimdeki ses size inanmam gerektiğini söylüyor. Niye verdiğinizi bilmesem de, yüreği katı canlıya bu hakkı, sorgulamayacağım da… Sadece tek dileğim, çok daha artacağını bildiğim acılarımın, bedenimi tamamen sardığı, beni Deks’e mahkum ettiği anda canımı almanızdır. Umarım mektubumu dikkatle okursunuz.
QQW
Tekirler dua etmezlerdi çok fazla, mektup hiç yazmazlardı. Çünkü onları Deks’in var ettiğini bilirlerdi. Diğer bir çok canlıdan farklı olarak, Gök Tanrı’ya da hiç güvenmezlerdi. Deks’e yaratma tılsımını veren Gök Tanrı’dan nefret ederlerdi kimi zaman. Güzel bir nehrin yeşillikli kıyılarında, ağaç evler içinde yaşıyorken, perilerin barındıkları sularda yüzebiliyorken, dışarıdan bakıldığında hiç de fena gelmezdi aslında, Tekirlerin hayatı… Tekirler çalışkan ve sevimli canlılardır. Fazlasıyla zekidirler ama bunun yanında çok da duygusaldırlar. Kalp kırmaktan ya da kötü olmaktan hep çekinirler.
Evvel zamanda, Deks’in yanlızlık ve acıyla kıvrandığı yüzyıllarda, bir hediye olarak verilmişti yaratma hakkı kendisine. Deks de Tekirlerin var olmasını istedi, daha önce işlediği günahları bir daha işlememek için onları iyi canlılar olarak dünyada var etti. Ama gel zaman git zaman Deks yine kötüleşti. Beğenmez oldu hiç bir şeyi, sanki içinde bir canavar varmışcasına geceleri ormandan insanları gözledi. Onları yakaladı, parçaladı, yedi, Tekirler farkına varınca durumun engellemek istediler onu, çok istediler ama yapamadılar. Çünkü Deks onları çok öncesinden kelepçelemişti. Tekirleri kapsama alanına almıştı yaptığı büyüyle. Bu büyü nedeniyle çıkamaz oldular Tekirler nehrin kıyılarından dışarı.
Yine cezalandırmasın diye Gök Tanrı onu, ara verdi cinayetlerine, kendi de girdi, büyülü bölgenin içine. Canavarlaşıp da dışarı çıkamadığı her an eziyet etti Tekirlere, Qqw’in kardeşini, hayattaki tek yakınını öldürünce en sonunda, dayanamadı Qqw itiraz etti bu oyuna.
Qqw incecik bilekli elleriyle kazdı yerin taa dibini çıkış yolu açtı kendine, gitmek için başka yerlere. Ama bir bedeli vardı bu büyülü alandan çıkmanın, Deks’e itirazın, hamuru Deks’deydi Tekirlerin. Hamur adeta kan gibi bir değer taşırdı. Her gün, her Tekir belli ölçüde, hamurundan dilenirdi Deks’e. Hamurdan uzak kaldığında bir Tekir’in sonu, ızdırap çekip, ölmekten ibaretti.
Qqw aresizce kendisini duymadığını sandığı Gök Tanrıya yazdığı mektubunu bir gök kuşuna verdi, götürsün tepelere diye. O çekerken acıları, hissederken yandığını, sadece ölmeyi bekledi. Yoktu, hiç bir cevap gelmiyordu, Gök Tanrı’dan derken tam:
– Haklılar bütün Tekirler, haklısınız vermemeliydim Deks’e güvenip yaratma tılsımını!
– Bir ses mi duydum, duymak istediğimden mi uydurdum yoksa?
-Hayır uydurmadın Qqw senin acılarını dindirmeye geldim, en sonunda.
-Sen… Gök Tanrı?
– Evet benim Qqw.
– Aldınız mı mektubumu?
– Mektuba gerek yoktu Qqw, ben duyuyordum hep seni, görüyordum Tekirleri.
– Gerçekten sizsiniz! Sesinizle de olsa iyi ki geldiniz. İnsanları parçalayıp durdu son beş yüz yıldır Deks. Sonra sizden korkup bırakınca bu günahları işlemeyi, bizlere eziyet etti. Kardeşimi öldürdü, alçak katil. Oysa ki o daha sekiz yaşındaydı sadece… Ne istedi bilmem.
– O bir canavar, bir Tekir, bir insan ya da bir başka canlı değil. Boşver şimdi bunları, her canlı çeker işlediği günahların, daha sonra cezasını. Ben senin acılarına son vermeye geldim.
– Nasıl?
– Böyle…
Gök Tanrı tüm evreni, var olan, olmayan her şeyi yaradandı. Qqw’in acılarının dinmesi, sadece bunu istemesiyle oldu. Qqw kendine geldi bir anda, acıları son buldu. Sonra hemen ardından, kocaman bir pencere açıldı, gördüklerine inanamadı Qqw. Deks yoktu artık gördüğü yerde, Tekirler vardı, küçük kardeşi Mazro vardı. Hepsi çok mutluydu, ne uyulması gereken acı kurallar, ne de hamur denen şeye ihtiyaçları vardı. Periler, su samurları, kediler, çiçekler, köpekler, kuşlar, insanlar ve sayısız bitki ve hayvan. Çeşit çeşit canlı bir arada kendi sistematiğinde yaşıyordu. Pencere kapandı, zindan açıldı, gün ışığı kapladı her yeri, ağlıyordu Qqw mutluluktan. Ne isteyebilirdi ki daha hayattan? Tam koşarken, mutluluk, neşe diyarlarına, kardeşine doğru hızlı hızlı, Gök Tanrı durdurdu aniden Qqw’i.
– Sana bir hediyem var.
– Nedir?
– Yaratma tılsımı bu. Sana veriyorum haydi bir şey iste ve olsun, dünyaya gelsin.
– Ben bunu yapamam.
– Neden?
– Eğer bir şey yaratırsam şimdi ben, onu düşünmeden bunu yapmış olacağım. Ya yaratacağım şey, yaratılmak istemiyorsa… Gelmek istemiyorsa dünyaya?
– Söz veriyorum böyle olmayacak çok mutlu olacak hep ve üstelik senden bir parça olacak.
– O zaman öyle bir şey olsun ki, hiç yaşamasın bizim yaşadıklarımızı, tatmasın acıyı ve kısıtlamayı… Tamam buldum!
– …?
– Bir bulut olsun!!
– Bulut mu?
– Evet! Bir bulut olsun, balık olsa denizler çok büyük ama sonsuz değil. Hayvan ya da insan olsa yeryüzünde yaşam çok zor. Eminim, kesinlikle eminim, bir bulut yaratmak istiyorum eğer iznin varsa Gök Tanrı’m.
– Sen bilirsin.
– Gökyüzünde özgürce dolaşan, diyar diyar gezen bir bulut olsun, uzaktan bakıldığında öyle beyaz dursun ki seçilemesin. Aslında mavi olsun yakından bakılnca, eminim Gök Tanrı’m bulut olsun, özgür olsun.
Bu dilek, tüm Tekirler bu dünyadan göçünce gerçekleşmiş. Çünkü Qqw öyle istemiş. Yeryüzü insanlara kalınca yalnızca, mavi bulut dünyaya gelmiş. Mavi bulut, çok derinlerde, bazen hissedermiş Qqw’in çektiği acıları, üzgün olurmuş böyle zamanlar; ama çok özgürmüş, biraz da yalnız.
Dünyada yaşayan kadınlara yaratma tılsımından fark ettirmeden serpiştirmiş Gök Tanrı. Her dişi bir bebek dünyaya getirir, her dişi kuş ya da her dişi böcek… Bu bebek soyların devamı olur, canlılığın ispatıdır, ama bundan başka hiç bir kuvvet bu dünyaya canlı olan hiç bir şeyi yoktan var ettiremez
Yüz, yüz, yüz yıllar sonra, en sonunda, insanlar kendi düzenlerini kurmuşlar bu dünyada –ki onlar buna metropol diyorlar…
Peki sonra mavi buluta ne olmuş biliyor musunuz? Aşık olmuş, divane olmuş, en özgür kendisiyken, sevdiğinden ayrılmaz olmuş. Hani, iyi de olmuş. Bir dünya ömrü boyu mutlu mutlu yaşamışlar…
Gökten dört armut düşmüş; beş de yeşil erik… Biri bu masalı yazana, biri bu masalı anlatana, yani iki erik ve iki artmut bana… Diğerleri de masalımı okuyanlara…