“Anımsa! Buraya eğlenmeye, eğlenirken öğrenmeye geldiniz. Şöyle de diyebiliriz, yaşamdaki asıl amacınız “eğlenmek ve ruhunuzu mutlu kılmaktır.” Bu arada yeni deneyimler edinip bir şeyler öğrenmeye kendinize izin verirseniz, ruhsal olarak tekamül de edersiniz” dedi.
YAŞAM NE KADAR EĞLENCELİ
“Yaşam ne kadar eğlenceli bir şey” dedi adam kadına. Kadın, gözlerini kapatmak için kullandığı ellerini indirdi, ağlamaktan şişmiş olan gözlerini açmaya çalışarak adamın yüzüne baktı.
O kadar çok ağlamıştı ki artık gözyaşı da akmıyordu gözünden. Sadece hıçkırıyordu. Şaşkınlık ifadesini gizlemeye çalışmadan dikti gözlerini adamın gözlerinin içine:
Siz de kimsiniz?
Demeye hazırlanıyordu ki, adamın derin mavi gözlerindeki huzuru ayrımsadı. Güleç yüzlü biriydi. Orta yaşın biraz ötesinde, kır saçları, kemerli burnu, güçlü çenesi ve dimdik sırtı ile insana güven veren bir hali vardı adamın.
Merhaba. Benim adım Bilgebey, sizi böyle üzen olayı paylaşmak ister misiniz?
“Allah Allah, çattık sabahın köründe, kuş uçmaz kervan geçmez bu sahilde nereden çıktı şimdi bu adam?” diye düşündü. Adama hem güven duymuştu, hem de biraz ürküyordu. Şehirden uzak yazlık bir sahil kasabasının, Aralık ortasında kimsenin ziyaret etmeyeceği denizkıyısındaydılar. Ya adamın içinde kötü bir niyet vardıysa…
Sevdeğer, adım Sevdeğer, memnun oldum.
Sesi titriyordu. Aslında, içindeki endişeli yandı sesine yansıyan. “Beni ağlarken gördü, sesimin titremesini ondan sanır, korktuğumu anlamamalı, her şey ne kadar da kötü Allah’ım” diye düşündü kendi kendine.
Benden korkmanıza gerek yok. Ben sadece size yardım için geldim. Beni size gönderene teşekkür etmek ister misiniz?
Ne saçmalıyordu bu adam böyle? Ne yardımı, kim göndermişti? Nereden çıkmıştı bu adam öyle durup dururken?
– Hayır saçmalamıyorum. Beni gerçekten size yardım etmekle görevlendirdiler. Yaşamın eğlenceli yanlarıyla tanışmanızı istediler. Ben de geldim yanınıza.
Düşüncelerini okumuştu. Yok canım! Daha neler? Ne düşünce okuması? Akıllıca tahmin yürütmüştü besbelli. İçindeki endişe kabarmaya, korkuya dönüşmeye başladı. Adamın niyeti önce güvenini kazanıp, sonra da…
Benim cinsel yanım yoktur. Size zarar vermek için gelmedim. Ben görevli geldim. İşim sizi mutlu kılmak. Hayat oyununu öğretmek.
“Sen git de anana anlat onu” dedi kadın. Düşüncelerinin ses kazanmasına engel olamamıştı. Öfkesi korkuya sebep olmuştu, korku da iradesini kaybetmesine. Utandı kendi kendine. Adama söylediklerinden değil, sesine hakim olamamaktan, kontrolü yitirmekten utanmıştı.
Benim anam yok ki. Ben anadan doğmadım. Ben öyle yaratıldım. Hem utanmanıza gerek yok. İnsanlığın hali böyle. Düşüncelerine pek de sahip olamazlar. Hatta bazen sesli düşünmeye bile engel olamazlar.
Oldu olacak bir de Hz. İsa olduğunu söyle. İnsanlığın hali böyleymiş. Dinime gavur diyen bari Müslüman olsa.
Kadın böyle söylemesine karşın, her düşündüğünü anında anlayıp geri bildiren bu ukala adamdan iyice rahatsız olmaya başladı. Utancı daha da büyürken, öfkesiyle karışan korkusuna bir türlü engel olamıyordu.
Besbelli niyeti kötüydü adamın. Kaçacak yer de yoktu. Bir şeyler düşünmeli, bir yol bulup, ondan kurtulmalıydı. Ürkek gözlerle çevresine bakındı. Gerektiğinde kullanabileceği sert bir şey arayarak çevreyi taradı bakışlarıyla.
Yok hayır Hz. İsa değilim. Sizin öykünüze göre onun babası yoktu. Ama anası vardı. Benim ne anam var ne babam. Ben öyle yaratıldım işte. Senin için, sana hizmet etmek için.
Elini kadına uzattı. “Haydi gel sana yaşamı anlatayım” dedi. Sevdeğer daha önce gözüne kestirdiği irice taş parçasına doğru seğirtirken, adamın uzattığı elinde düzgün ve birisine vurulduğunda oldukça can yakabilecek bir sopa belirdi. Sopanın öyle yoktan var olduğunu görmesine karşın, olanı fark edemedi kadın. Korkusu iyice artmış, dolayısıyla öfkeden kudurmuş bir halde ileri fırladı ve taşı yerden kaldırıp adamın kafasına vurdu.
Bilgebey gülmeye başladı. Hiç canı yanmışa benzemiyordu. Diğer elini uzattı. Avucunu açtı, içi boştu. Birkaç saniye sonra avucunda bir kama belirdi. Altın saplı güzel ve öldürücü olduğu kesin bir kamaydı bu.
Sopayı istemedin, o zaman bunu al, belki bu daha çok işine yarar. İstersen bu kamayı alıp adam öldürmece oynayarak kendini eğlendirebilirsin. Yalnız unutmaman gereken bir şey var. Attığın her adım, evrende bir etki yaratır. Bu dünya üzerinde yaşadığın sürece, yarattığın her etkinin tepkisiyle de yüzleşeceksin.
Anımsa! Buraya eğlenmeye, eğlenirken öğrenmeye geldiniz. Şöyle de diyebiliriz, yaşamdaki asıl amacınız “eğlenmek ve ruhunuzu mutlu kılmaktır.” Bu arada yeni deneyimler edinip bir şeyler öğrenmeye kendinize izin verirseniz, ruhsal olarak tekamül de edersiniz.
Daha önce eğlenmek amaçlı yarattığın bir etki vardı. Şimdi onun tepkisiyle karşılaştın. Var olan durumu kabul etmek yerine ona direnç gösteriyorsun. Bu direnç de gerçek duygunu yaşamana izin vermiyor. Asıl duygun olan “pişmanlık” yerine üzüntü yaşamaya çabalıyorsun. Duygun birikip taştığı için acıya dönüşüyor. İçini sıkıştırıyor. Onu kabul etmemekte direndikçe, gözyaşlarıyla dışarı taşıyor.
Kadının bu saçmalıkları dinleyecek, gözünün önünde olan mucizeyi ayrımsayacak hali yoktu. O üzgündü. Terk edilmiş, daha da kötüsü aldatılmıştı. Onca yıllık eşi, onu başka bir kadınla aldatmış, yetmezmiş gibi bir de terk etmişti. Üstelik diğer kadın kendisinden daha yaşlı, çirkin ve şişkoydu. Bu kadarına dayanması olanaksızdı.
Anası da aynı kaderi yaşarken yıllar önce, babasından şimdi de kendisinin sığındığı bu yazlık evi alabilmişti. Kendisinin alabileceği bırakın bir evi, bir bisiklet bile yoktu. Eşi, tüm mal varlığını kardeşlerinin üzerine geçirmiş, böylece evden çıkıp gittiğinde kendisinin beş parasız kalmasını garantilemişti. “İnatlaşmanın sonu” dedi kendi kendine.
“Keşke evlendiğimizde işimi bırakmasaydım, keşke, SSK için yatırdığım primleri geri almasaydım, keşke hiç olmazsa evde otururken para kazanabileceğim bir şeyler öğrenseydim, ya bir gün bu adam beni terk edip de giderse” diye düşünmüştü sık sık. Şimdi de korktuğu başına gelmişti işte…
Ani bir hareketle elini uzattı, adamın elinden kamayı aldı, hiç düşünmeden kalbine sapladı. Hiç olmazsa bu adamın gazabına uğramayacaktı.
Adam tekrar kahkahalara boğuldu. Ne kan vardı ne acı. Adam sarsılmamıştı bile. Korku yerini şaşkınlığa bıraktı. Birden adamın söylediklerini, elinde beliren sopayı, şimdi hala elinde tuttuğu kamanın ortaya çıkışını fark etti. Başını kaldırıp adamın gözlerine baktı.
Adın Bilgebey’di değil mi? Kimsin sen? Nereden geldin? Beni nasıl buldun? Neden bana kızmıyorsun? Derken döndü elindeki kamaya baktı, dehşetle. Gözleri yuvalarından çıkacak gibi olmuştu. O elindeki kamayla bir adamı öldürmeye teşebbüs etmiş, üstelik bir an bile düşünmemiş, tereddüt etmemişti.
B… B… B… Ben seni öldürmeyi düşünmedim. S… S… Sadece korktum. Çok korktum. Bana senin de zarar vermenden korktum. o kamayı göğsüne sapladığımdan emindim. Neyse ki boşluğa geldi. Bu arada kamanın adamın tam da kalbi hizasında ve kendi elinde olduğunu tekrar fark etti. Nasıl yani? Ne demek şimdi bu? Nasıl oluyor da kan bile akmadı?
Ve daha onlarca soru uçuşuyordu kafasında. Bütün bu soruları dile getirmesine fırsat vermedi Bilgebey.
Ben sana yardıma geldim. Daha düne kadar var olmamıştım. Sen bütün gece şu taşın üzerinde oturup ağladın ve Yüce Yaratan’a yakardın. Yardım istedin. Özellikle “neden ben” sorusunun yanıtını almak için yardım istedin. Öyle değil mi? İşte Yüce Yaratan dualarını duydu. Beni senin için yarattı. “Sana anlatayım, seni teselli edeyim. Yaşamın aslında eğlenceli olduğunu şüpheye yer vermeyecek kadar kesin bir biçimde sana öğreteyim” diye.
Bir anlamda varlığımı senin dualarına borçluyum. İzin ver seni eğiterek sana olan minnet borcumu ödeyebileyim. Sanki sözlerinin iyice anlaşılmasını istermiş gibi bir süre sustu. Kadının şaşkınlığına gülümseyerek sözlerine devam etti.
Unutma, yarattığın her etkinin bir tepkisi vardır. Olumlu yaratımların olumlu tepkileri, diğerlerinin yaratıldıkları biçimde tepkileri ile karşılaşırsın. Dua etmen olumlu bir yaratımdı, sayende hem “ben” oldum (yaratıldım), hem de sen istediğin sürece sana yardım edebilecek, ne yaparsan yap kırılıp gücenmeyecek, sen aksini istemediğin sürece seni asla terk etmeyecek bir dost olarak sana geldim.
Ben… sesi titriyordu, sevinç, utanç, neşe, hüzün… her şey, her duygu içiçe girmiş, birbirine karışmıştı. En önemlisi de şaşkındı. Çok şaşkın.
Ben sanmıştım ki…
Benim sana zarar vereceğimden mi endişe ettin?
Evet, yani şey!
Bu da oyunun bir parçası. Biriniz iyi rolü alırken diğeri de kötü rolü alıyor.
Ne oyunundan söz ediyorsun? Ne iyisi? Ne kötüsü?
Siz insanların oynadığı oyundan söz ediyorum. Birbirinize eğitim verirken sıkıcı olmasın diye seçtiğiniz öğrenim yolundan söz ediyorum da denebilir.
Sen şimdi bu olanlara oyun mu diyorsun? Birileri gelip birilerinin eşini çalıyor, diğeri üç beş kuruş fazla aylık için arkadaşını gammazlıyor, küçücük çocukların ellerine kağıt mendil tutuşturup satıp para kazansın diye sokağa yolluyorlar… Ya da öğreti ha!
Vay be! Ne eğlenceli okulmuş ama…
Küçücük çocukları öldürenler de var. Hatta kendi öz annesi ya da babası eliyle öldürülen çocuklar bile var.
Evet var. Sen de kalkmış bana oyundan, eğlenceden söz ediyorsun.
Elbette oyundan söz ediyorum. Bak şimdi bir tiyatro oyunu düşün, ya da bir film, ya da benzeri bir şey işte. Aklına ilk gelen konu ne oluyor? Ya da en çok işlenen konuların başında ne geliyor?
İyi ile kötünün savaşı…
ve genellikle de iyi tarafın kazanması, öyle değil mi?
Evet de… bunun bizim dünyamızdaki gerçekle ilgisi ne şimdi?
Yukarıdan aşağıya bakıldığında sizin dünyanız tıpkı bir çok oyunun aynı anda ve farklı alanlarda süregeldiği büyük bir tiyatro fuarı gibi görünüyor. Her bir insanın kendi rolü var. Onu oynuyor ve oynarken eğlenmeye çaba sarf ediyor. Bu arada elinden geldiği kadar bir şeyler öğrenmeye çalışıyor. Vakit bulup da yaptıkları üzerinde düşündükçe, sizin adına olgunlaşmak dediğiniz olgu ortaya çıkıyor. Bu durumda tekamül etmiş oluyor.
Ne yani, şimdi içinde bulunduğum durum bir oyun mu? Ben bundan keyif mi alıyorum sence? Baksana şu halime. Üzüntü bedenimin tamamını kaplamış ve ben neredeyse felç olmuş gibiyim. Git işine yaaa. Ne oyunundan söz ediyorsun?
Düşüncelerinin etkisi ile karşılaşma oyunu diyebiliriz örneğin. Hem sen üzgün değil, pişmansın. Bunu bir kabul etsen, hemen özgürleşeceksin.
Kadına elini uzattı “gel. Sana bir şey göstereceğim” dedi. Kadın ürkek ama uysallıkla elini verdi adama. Ne tuhaf demin kamayı sallarken adamın sanki hiç cismi yokmuş, adam sanki bir hayaletmiş gibi gelmişti kadına. Oysa şimdi bu tuttuğu el sıcak ve yumuşacıktı. İnsanın içinde güven duygusu ve sükunet uyandıran bir şeyler vardı sanki bu elde.
Bir iki adım ileriye gidip, geniş ve yüzeyi oldukça düzgün bir kayanın önünde durdular. Bilgebey diğer elini kaldırıp havada bir hareket yaptı. Parmak şıklatması gibi bir şeydi. Karşılarındaki kayada belirgin bir parlama oldu. Sevdeğer çok korktu. Başını arkaya çevirip bakmamaya çalışırken Bilgebey’in “sakın korkma, bu aslında çok kolay ve herkesin yapabileceği bir şey, sadece nasıl yapılacağını unuttunuz” diyen sesini duydu. Birkaç saniyelik tereddütten sonra, başını tekrar döndürüp kayaya baktı.
Kayanın içinde sanki bir sinema perdesi açılmıştı. Küçük bir çocuk, elinde bir oyuncak bebek kolu tutuyor, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. İçini tuhaf bir duygu kapladı. Sanki bu çocuğu tanıyordu. Henüz şaşkınlığından kurtulamamıştı. Yine de durumu biraz daha kabullenir gibiydi. Biraz daha dikkatlice baktı küçük çocuğa. Çocuğu gerçekten tanımıyordu. Yine de bir şeyleri bildik geliyordu. “Kim bu çocuk?” diye sordu. “O senin annen. İzlemeye devam et.” Dedi Bilgebey.
Biraz sonra karşısındaki film gibi olan şey daha da canlandı ve renklendi. Çocuğun arkasında bir kadın ayakta durmuş, elinde oyuncak bebeğin asıl gövdesini tutuyordu. Sinirli, öfkeli bir ifade vardı yüzünde. “Bir daha böyle yapmayacağına söz vermelisin, aksi halde hiç bebeğin olmaz. Sana hiçbir oyuncak almam. Bugün yediğin tokat da o zaman yiyeceğin dayağın yanında hiç kalır. Bilmiş olasın!” diye bağırıyordu. (Aslında karşıdaki kayadan gelen bir ses yoktu. Yine de içinde bir yerlerde o sesi, o çocukluğunu heder eden anneannesinin sesini duydu Sevdeğer.)
Biraz sonra o resim değişti ve yerine başka küçük bir kız çocuğunun elinde kırık bir oyuncak bebekle ağlayan görüntüsü geldi. “iyi izle olacakları” diye uyardı Bilgebey. Bu sefer orada görünen küçük çocuk kendisiydi. Birden anımsadı o günü. Komşunun kızına yeni bir oyuncak bebek almışlar, eski bebeğini de kendisine armağan etmişlerdi. Zavallı anneciğinde ona bir bebek olsun alacak para yoktu. Nasıl da sevinmişti? Sanki tüm dünyayı ona armağan etmişler gibi mutlu olmuştu. Sonra birden annesi çıkagelmiş ve elindeki bebeği görünce:
Bu da nereden çıktı? Çabuk onu aldığın yere geri koy. Eyvahlar olsun! Bir de kırmışsın. Şimdi neyle öderiz bunun parasını? Hey Allah’ım nereden doğurdum bu şeyi? Babasının kızı işte n’olacak! diye parlamış, bir de suratına şaplak indirmişti.
Ertesi gün durumu öğrenen komşu kadın gelip, “bebeği kendi eliyle ve sevgiyle verdiğini, böyle olacağını bilseydi, kızı yerine annesine vereceğini” söylemişti. “ Sizin kızınızdan daha çok gereksinmeniz var oyuncak bebeğe, belki o zaman parmak kadar ve çaresiz çocuğa el kaldırmazdınız” deyip, Sevdeğer’in de yanağını okşayıp gitmişti. İlk kez o zaman duymuştu kendisi için “çaresiz” dendiğini ve çok da hoşuna gitmişti. Çaresiz olmak iyi bir şeydi besbelli. Onu koruyordu.
Kayanın içindeki görüntü değişti. Şimdi eşiyle ilk tanıştığı günün resmi vardı karşısında. Üzerinde o güne dek ilk kez bu kadar çok para vermeye kıyıp aldığı yeşil elbisesi vardı. Kuaförden çıkalı sadece birkaç dakika olmuştu. Birden yağmur başladı. “Hay Allah! Şimdi saçlarım bozulacak. Ne yapsam, nereye sığınsam, bari bir taksi olsa” diye düşünürken arkasında çalan bir korna sesi ile adeta yerinden sıçramıştı. Arkasında bir araba olduğunu ayrımsamamıştı. Şoför başını camdan çıkarmış “hanımefendi dikkat etseniz iyi olur, yerler çok kaygan, duramayabilirdim” demişti. Gözgöze geldikleri andan itibaren de birbirlerine bakakalmışlardı. Adamın “gideceği yere kadar götürme” teklifini biraz çaresizlikten ama daha çok adamın kendisi üzerinde bıraktığı etkiden dolayı kabul etmişti.
Görüntü yine değişti. Nikahlarının kıyıldığı güne gelmişlerdi. Annesi oradaydı ve her zaman ki gibi “kızının ne kadar beceriksiz olduğundan” söz ediyordu arkadaşlarına. “Nasıl olup da bu kocayı bulmuştu? Anlamak mümkün değildi. Bu damat da biraz salak olmalıydı.” O sümsük kızına baktığına göre…
Nikah masasına oturmadan birkaç dakika önce annesinin bu söylediklerini duymuş ve kendisini çok mutsuz hissetmişti. “Umarım bir daha asla sana mecbur olmam. Umarım asla senin gibi yalnız, kocasız, beş parasız ve çaresiz kalmam” diye geçirmişti içinden.
Resim yine değişti. Eşinin evden ayrıldığı gün vardı karşısında. Üzerinde eski buruşuk ve hatta biraz kirli sabahlığı ile ortalıkta dolaşıp kahvaltı masasını hazırlıyordu. Eşi kalkmış yanına gelmişti. Eskiden ona arkadan sarılır, güzel sözler söylerdi. Tabii bunlar eskide kalmıştı. Geçen yıllar içinde birer eş olmaktan çıkmış ve birer arkadaş gibi olmuşlardı.
Adam kahvaltı masasına oturdu. Kendisi de geçti karşısına oturdu. Eski günlerdeki söyleşilerini anımsadı. Eşinin kültür seviyesi çok yüksek olduğundan, kendisiyle sohbet edebilmek adına çok okurdu ilk zamanlar. Sonra sıkıldı bu işten. Bıraktı okumayı falan. Giderek o kadar tembelleşti ki, giyimi ve bakımıyla da ilgilenmez oldu. Allah onlara bir çocuk vermemişti. Çaresiz evlat edinmeye çabalamışlar ancak uygun bir çocuk bulunamamıştı bir türlü.
İçten içe sevinmişti bu duruma. Kocasıyla arasına başkalarının girmesini pek de istemiyordu. İlk olarak birisi ona önem veriyor, ilgi gösteriyordu. Çocuk gelse bu ilgide azalma olabilirdi pekala.
Benim bir çocuğum var. Ben artık o çocuğun olduğu yerde, onun annesiyle yaşamaya karar verdim, üzgünüm, buradan ayrılıyorum.
Ne dedin? Neyin var? Ne yapıyorsun?
Duydun işte! Bir çocuğum var ve ben onun annesiyle yaşama kararı aldım. Seni terk ediyorum. Bu evi ve arabayı sana bırakacağım. Ayrıca her ay yaşaman için gerekli olan parayı da sana göndereceğim. Lütfen işleri zorlaştırma. Ben de böyle olmasını istemezdim. Son zamanlarda kendini çok saldın, koyverdin. O ise tazecik ve çok zeki. Elimde olmadan oldu. Üzgünüm.
Bu kadarcıktı tüm söylediği. O gururlu bir kadındı. Madem başka bir kadınla gitmişti. Madem ondan bir de çocuk yapmıştı, o zaman onun evini de istemezdi, arabasını da almazdı, parası da onun olsundu. O alışkındı çözümsüzlükler içinde kıvranıp çare üretmeye.
Sonra perde kapandı. Bilgebey “evet ne düşünüyorsun?” diye sordu. Boş gözlerle bakıyor, sanki “sen anlat, ben anlamadım” diyordu.
Bak ilk olarak anneni ele alalım. O çok küçükken bir oyuncak bebek yüzünden annesinden azar işitmiş ve kimsenin aklına gelemeyecek kadar çok içerlemişti bu duruma. Zihninin bir yanı hep bu anıda takılı kalmıştı. Sonunda benzeri bir şeyi yarattı yaşamında. Bu kez kurban sendin. Sahne ve oyuncular değişmişti. Yine de konu aynıydı. Annen kendisi için o günün acı anısından kurtulma şansı yarattı. Ne yazık ki bu şansı kullanamadı. Üstelik sana bugüne dek bir türlü kurtulamadığın bir de acı ders yarattı o gün. Kendini çaresiz hissettirdi. O yaştayken zihninde yer eden bu düşünce ömür boyu seninle birlikte yaşadı.
Unutma her düşüncen, senin tarafından yaratılmış bir varlık gibidir. O sanaldır ama vardır. Biliyor musun? Tüm düşünceler, tıpkı tüm diğer var olanlar gibi, yaşamaya devam etme içgüdüsüne sahip olurlar. Ancak var olabildikleri tek yer senin zihninin içidir. Onların farkına varmazsan, sonunda seni ele geçirir ve onların istediği gibi davranmanı sağlarlar. Bu eğlenceli bir oyun gibidir. Sen kendi yarattığın düşüncenin esiri olma rolünü üstlenirsin, o da seni istediği gibi yöneten bir diktatör. Sözlerinin yerleşmesine izin vermek istercesine kısa bir süre sustu.
Bu oyun tüm insanlar için geçerlidir. Bazen tüm bir ömür bunun ayrımına varmazsınız. Zihninizin esiri olarak kalır, en azından o konuda hiç ilerlemeden göçer gidersiniz. Bu durumda işler bir sonraki nesle kalır. Tıpkı annenden sana geçen “bebek öyküsü kökenli çaresizimi inancı” gibi. Senin çocuğun da olmadığından, Yüce Yaratan dün geceki duana uydu, beni, senin özel rehber meleğini yaratıp sana gönderdi. Söylediklerinin etkisini görmek için sessizliğe büründü ve Sevdeğer’in gözlerinin taaa en derin yerine bakarak birkaç saniye bekledi.
Gördüğün gibi, düşündüğün her şeyle karşılaşman olasıdır. Yardımcı istedin, beni yarattılar. Başka şeyler düşündüğünde de onları yaratıyorlar. Bu senin bu yaşamda son şansın olabilir. Devam etmek istiyor musun?
Peki devam etmezsem ne olur?
Hiç. Hiçbir şey olmaz. Sadece, kendi yarattığın “çaresizim” inancın yüzünden, her geçen gün biraz daha çaresiz kalacağın durumlara düşersin. Zaten asıl ders de burada. Kendi düşüncelerimizle yarattığımız gerçeklerle yüzleşip, sorumluluğu ele almalıyız. Aksi halde, kısır döngüde kalır, aynı yerde döner dururuz.
Devam edelim. Ben bunun eğlence kısmını hala çözemedim de.
Bütün bunlar olup biterken, zihin bizi farklı yönlendirse de ruh, sonsuz ve sorunsuz olduğunu bilir. Bu durumu oyun gibi ele alır ve eğlenir. Aslında ruh bu dünyaya gelirken zaten elinde belli bir plan vardır. Bir başka deyişle, ruh buraya, “oyun alanına” inerken, oynayacağı rolü hemen hemen bilir ve zihni o role uygun bazı düşünceler üretmeye zorlayacak senaryolar yaratır. Zihin yüzünden insan debelenip dururken, ortaya çıkan duygular birer enerji üreten jeneratör gibidirler. Onlara direnç göstermediğiniz sürece, hoş olan, olmayan her türlü duygu, ruhu güçlendirir. Ancak sizler duygularınıza direnç göstererek işi daha da zor, dolayısıyla daha da eğlenceli hale getiriyorsunuz.
Yani sen ruhumuzun bizimle dalga geçtiğini mi söylemek istiyorsun? Gözleri dehşetle açılmıştı. Buna inanmak olanaksızdı. Ne yani hepimizin içinde bir mazoşist mi vardı? Bu kadarını kabul edemeyecekti.
Tamam anladım, ne halin varsa gör. Ben bu işte yokum. Kendi yolumu kendim çizerim. Senin gibi ne olduğu nereden çıktığı bile belli olmayan bir büyücüye kaldıksa…
Bütün bunları söylerken bir anda fark etti. Aslında onunla cebelleşmekten keyif alıyordu. Kendini güçlü gösterip, yeni bir çaresizlik senaryosu mu yaratıyordu yoksa… “Aman Allah’ım, aydınlanmanın nerede ve nasıl olacağını kimse bilemez, o bir anda olabilir” dedikleri buydu herhalde. Birden her şeyi kavramıştı.
Şimdi anladım. Biz gerçekten de buraya oyun oynamaya, eğlenmeye gelmişiz. Arada zihnimizi susturup, ruhumuzun sesine kulak verirsek, tekamül de ediyoruz. Tekamül etmenin yaşadıklarımıza mantıklı bir açıklama bulmak olduğunu, bu deneyimlerden aldığımız derslerin, bir sonraki deneyimimize temel oluşturacağını kavradım birden. Sana çok teşekkür ederim. Haydi devam et. Seni dinliyorum.
Şimdilik görevim sona erdi. Yeni dersini alman gerektiğinde görüşmek üzere.
Tıpkı geldiği gibi, yine aniden ortadan kaybolmuştu. Sevdeğer’in yüzünde bir gülümseme vardı. “Ben çaresiz olmayı reddediyorum. Kimse çaresiz değildir. Bu düşünce kalıbını içinde bulunan asıl dersi öğrenebilmek için kendim yaratmıştım. Yaratırken annemden destek almıştım. Sevgili anneciğim, senin dersinin devamını yüklenmiş olmaktan pişman değilim artık. İlk işim bu düşünce kalıbından tamamen sıyrılıp, hem seni hem de kendimi bu inançtan arındırmak olacak.” diye düşündü. “Ne yapacağım, bundan nasıl kurtulacağım?” sorusunu sormaya fırsat bile bulamadan içinden gelen bir ses duydu: “onu bir pembe balona koy ve evrene yolla!”.
Artık hiçbir şey saçma gelmiyordu. “Benim sevgili sevgili düşüncem, bu güne dek bana verdiğin hizmetlere teşekkür ederim. Artık sana gereksinmem kalmadı. Şimdi seni bu pembe balona koyup, gereksinme duyan başkalarına hizmet etmen niyetiyle, evrene gönderiyorum. Sevgiyle kal”.
Hem eğlenmişti, hem de öğrenmişti. “Yaşam ne kadar eğlenceli” dedi kendi kendine.