– Uyan hadi, kalk, bu saat olmuş, halen yatıyorsun. Yapman gereken işler var.
Tanrım, neden bütün işleri ben yapmak zorunda kalıyorum?
Kum dolu gibi yanmakta olan gözlerimi güçlükle açarak yerimden doğruluyorum. Karşımda Aynur ablam, bana çıkışıyor:
– Bütün gün uyuyorsun, kalk hadi, bir işe yara, Mert’ i parka götürüp gezdir.
Tanrım, neden bütün işleri ben yapmak zorunda kalıyorum?
Odanın diğer köşesinde yayılmış bir şekilde yatmakta olan diğer bir kardeşim İlteriş’ e bakıyorum. Her nedense ona hiç bir şey söylenmiyor. Oysa 2 saat kadar önce uzun bir yoldan geldim ve önceki sabahtan beri uykusuzum. Hakkâri’ de ki görev süresi bitmiş ve tayini geri alınmış olan eski bir arkadaşımın! eşyalarını Mersin’ e taşıdım ve 28 saat aralıksız direksiyon başındaydım.
Ayakkabılarımı ayağıma geçirip aşağıya iniyorum. Mert’ in elinden tutup site içindeki parka doğru yol alıyorum. Mert bana dönüp:
– Neden bütün işleri sana yaptırıyorlar biliyor musun dayı? Diye soruyor.
– Neden?
– Çünkü sen geri zekâlının tekisin. 🙂
– Kes lan bücür.
🙂
Parka varıyoruz. Mert diğer çocukların arasına karışıyor. Bende banklardan birine geçip yaslanıyor ve serinliğin tadını çıkartmaya çalışıyorum. Az sonra yanıma bir kadın oturuyor ve göz göze geliyoruz.
– Merhaba, kontör yüklemem lazım ama bu telefonu yeni aldım, yükleyemiyorum, bana yardımcı olabilir misiniz?
Tanrım, neden bütün işleri ben yapmak zorunda kalıyorum?
Benimkiyle aynı model olan telefonu elime alıp kontörü yüklüyorum ve bu arada sohbete başlıyoruz. Kadın bıkmış bizim şu erkek milletinden, hayatına pek çok erkek girmiş çıkmış, girerken değil de çıkarken epey sorun oluyorlarmış, yinede onlarsız yapamıyormuş, çok güzel ayrılık yaşatırmış, mışmış da mışmış. Hanımefendi erkek arkadaşlarıyla görüşecek ama telefonuna kontörü ben yüklüyorum.
Sistemin yıkımı başlıyor.
Mert ağzı-yüzü ve üstü-başı kan revan içinde yanıma geliyor. O an aklımdan tek geçen Aynur ablama ne diyeceğim, Mert onun için her şey demek, tek çocuğu ve en yakın arkadaşı. Yanımda önlük giymiş manava benzer biri beliriyor ve bozuk Türkçesiyle bana bir şeyler anlatmaya çalışıyor:
– Bu çocuh yarim kelo çilegimi yedi.
O an ferahladığımı hissediyorum. Cebimden bir miktar para çıkartıp adama uzatıyorum.
– Abbey, ben eve bi kelo daha göndereyim.
Adama epey para vermiş olmalıyım.
Mert’ in ellerini ve yüzünü parktaki çeşmede yıkıyorum. Bir diğer ablam Aygül şık bir kıyafetle parkın yanından geçiyor ve tam sitenin çıkışına doğru yönelmişken bizi fark edip yanımıza geliyor.
Çamaşır makinesi hala çalışmıyor ve sen çocuk parkında boşa zaman geçiriyorsun, akşama geldiğimde o makine yapılmış olsun.
Tanrım, neden bütün işleri ben yapmak zorunda kalıyorum?
Sistemin yıkımı hızlanıyor.
Ilık ve yumuşak bir meltem esiyor ve parktaki küçük bir ardıç ağacının çimenli dibinde kendimi toparlamaya çalışıyorum. Gözlerimi kapatıp alnımda üçüncü bir gözüm olduğunu hayal ediyorum. Tam bu sırada Aynur ablamın sesini duyuyorum.
– Mert nerede?
…
– Mert nerede diyorum?
– Buralardadır herhalde.
– Herhalde mi?
Sıçrayarak yerimden kalkıyor ve gözlerimle bütün parkı tarıyorum.
Mert yok.
Ablam hışımla bana bağırıyor:
– Bir çocuğa sahip çıkamadın değil mi, bütün gün hiçbir iş yapmıyor ve sana emanet edilen bir çocuğa bile sahip çıkamıyorsun, beni deli ediyorsun, bul çabuk şu çocuğu!…
Tanrım, neden bütün işleri ben yapmak zorunda kalıyorum?
Şaşkınlık ve suçluluk duyguları içerisinde parkta bir öte bir beri yeğenimi arıyorum ama bulamıyorum. Aynur ablamın sesi yeniden kulağıma çalıyor:
– İşte sen böylesin, geri zekalının tekisin, geri zekalı!!!
O anda Mert saklandığı çalılıkların arasından çıkıp bana yüzünde alaycı bir gülümsemeyle bağırıyor:
Ben sana geri zekâlı demiştim, bak gördün mü? Annemde onayladı işte.
Hep birlikte sitenin dar yollarından eve dönüyoruz.
Şu hortumu bağla da domatesleri sula, kuruyacaklar yoksa diyor ablam.
Tanrım, neden bütün işleri ben yapmak zorunda kalıyorum?
İyi ama bu İlteriş’ in işi değil mi?
Sus karşılık verme, saygısız herif, bir çocuğa bile sahip çıkamıyorsun, dahası birde karşılık veriyorsun, ne işe yararsın sen. Tembel seni.
Çaresizlik içinde hortumu çeşmeye bağlayıp domatesleri ve bahçedeki birkaç uyuz fidanı sulamaya başlıyorum. Evdeki telefon çalıyor, İlteriş yukarıdan bağırıyor:
– Telefona baksanıza ya, alooo.
Tanrım, neden bütün işleri ben yapmak zorunda kalıyorum?
Koşup telefonu açıyorum, arayan babam(ız).
Neden bu kadar geç bakılıyor bu telefona?
– Baba.
– Bir baban olduğunu hatırlayabildin demek. Uykudan kalkamadın galiba, zaten bütün gün uyuyorsun, başka yaptığın hiçbir iş yok, çabuk Aynur ablanı çağır bana.
– Ablaaaa.
– Elinin körü, ne bağırıyorsun, sağır mı var?
Babam telefonda.
Hızlı adımlarla aşağı iniyor ve bir hışımla ahizeyi elimden kapıyor.
Bahçeye geri dönüyorum ve domateslerin dibinin açık bıraktığım su yüzünden göllendiğini fark ediyorum. İlteriş ikinci katın penceresinden sesleniyor:
– Oraya biraz toprak dök, yoksa domateslerimi aşırı sudan kurutacaksın.
Tanrım, neden bütün işleri ben yapmak zorunda kalıyorum?
Bahçenin kuru bölgesinden bir miktar toprak kazıp domateslerin dibine döküyor ve karıştırarak fazla suyu emmesini sağlıyorum.
Cebim çalıyor, arayan Aygül ablam:
– Sen hala gitmedin mi Arçelik servisine?
– Şimdi çıkıyordum abla.
Akşam oldu, sense servise bile gitmemişsin, akşama geldiğimde o makine yapılmış olsun.
Tanrım, neden bütün işleri ben yapmak zorunda kalıyorum?
Televizyonda bir belgesel var. Çekim Yasası diye bir şeyden bahsediyor. Kendimi anlatılmak istenen düşünceye veriyorum.
Burada bir düşünce düzeyinden bahsediyoruz.
Bizim işimiz insanlara istedikleri şeyi, düşünmeyi öğretmek.
İstediğimiz şeyi zihnimizde netleştirmek. İşte bu noktadan sonra evrenin en güçlü yasası işlemeye başlıyor; çekim yasası.
En çok neyi düşünürseniz, onu kendinize çekersiniz ve o hale gelirsiniz. Bu prensip 3 basit kelimeyle açıklanabilir:
Düşünceler nesnelere dönüşür; birçok kişi şunu anlamaz; her düşüncenin bir frekansı vardır ve düşünce ölçülebilir.
Ölçülebilir bir düşünce var mı ki bende? Ama bunlara kafa yoramayacak kadar bitkin hissediyorum kendimi, hemen yola çıkıyorum.
Yarım saat kadar sonra Arçelik servisindeyim, makineyi arabadan indirip içeri getirmemi istiyor usta kılıklının biri.
Tanrım, neden bütün işleri ben yapmak zorunda kalıyorum?
İyi ama bu benim değil de sizin göreviniz değil mi? Size o kadar para ödüyorum, indirin şu makineyi, diyorum.
Üç kuruş para verince bizi satın mı aldın ulan, dümbük.
Kan beynime sıçrıyor ve…
Ustanın kanlar içerisinde yerde hareketsiz yatan bedenine bakıyorum ve elimdeki bıçakla kaşınmakta olan kolumu sürtüyorum.
Kollarım kan rengi.
Nefesim tamamen tutulmuş.
Bedenim günah kokuyor.
Kapıdan içeri bir genç kız giriyor, üzerinde iş tulumu ve elleri makine yağı ile kapkara olmuş.
Sen ağabeyimi öldürdün, öldürdün, öldürdün. Çığlıklar atarak üzerime saldırıyor ve elimdeki bıçağı çekip alıyor. O’na karşı koyamıyorum. Öylece kalakalıyorum. Adeta nutkum tutulmuş. Elimden aldığı bıçağı karnıma ve kalbime sallamaya başlıyor, aldığım darbelerle yere yığılıyorum, vücudumdan çıkan kanlar az sonra servisin her köşesine dağılmaya başlıyorlar. Hiçbir uzvumu hareket ettiremiyorum, tek bir noktaya bakıyorum ve sadece konuşulanları duyabiliyorum ancak hiçbir tepki veremiyorum. Birkaç dakika kadar sonra Polis telsizinden kulağıma yansıyan titreşimler beynime kazınıyor:
46–28 merkez 45–15 tamam.
Olay mahallindeyiz, iki ex ve bir zanlı var, ambulans bekliyoruz, tamam.
Savcı görev yerine intikal etti, ambulansı bekletin, tamam.
Uykum var.
Uyumak ve bir daha uyanmamak istiyorum, gözlerimi sebebini bilmediğim bir huzurla kapatıyorum.
Sistemin çalışması durdu.
Telefonum çalıyor, uyanıyorum. Derin bir ‘’oofffff’’ çekiyorum. Evimde ve yatağımdayım. Huzurla çalmakta olan telefonuma uzanıyorum. Aynur ablam arıyor.
– Benim yakışıklı kardeşim ne yapıyor bakalım?
– Uzanmıştım abla, iyi ki aradın, öğle uykusu yaramıyor bana.
– İyi o zaman, hadi çık gel, balkonda rakı-mangal yapacağız, İlteriş ve Aygül ablanla seni bekliyoruz.
– Tamam abla, hazırlanıp çıkıyorum.
Büyük bir mutluluk ve huzurla duşa giriyorum ve ılık suyu boynuma doğru püskürtüp arınıyorum.
Arabama atlayıp Sahilkent sitesine giriş yapıyorum, kapıdaki ihtiyar güvenlik görevlisi bu sefer bana sorun çıkartmıyor ve rahatça içeri giriyorum. Villanın önünde park ediyorum. Mert beni görünce koşarak yanıma geliyor ve boynuma sarılıyor.
– Yaşasın, yaşasın, dayım gelmiş.
Onu öpüp kucağıma alıyorum, birlikte villadan içeri giriyoruz.
İlteriş mangalda pirzola pişiriyor, Aynur ablam İlteriş’ in yetiştirdiği domateslerden salata yapmakla, Aygül ablamsa masayı hazırlayıp rakıları kadehlere servis etmekle meşgul. Beni görünce hepsinin gözleri gülüyor. Sevinçle tek tek kucaklıyorum kardeşlerimi. O an onları ne kadar çok sevdiğimi hatırlıyorum. İnsanın kardeşleri gibi var mı?
Sistemin işleyişi başlıyor.
Yüreğimi sevgi dolu bir huzur kaplıyor ve kendimi hiç olmadığım kadar güvende hissediyorum. Çünkü kardeşlerimin yanındayım, onlarla çok iyi anlaşıyorum, kardeşlerim beni çok seviyorlar, ben kardeşlerimi çok seviyorum. Hepimiz bir arada çok mutlu ve çok huzurluyuz.
Elimdeki poşeti amerikan mutfağın tezgâhına koyuyor ve içinden çıkardığım meyveleri yıkamaya başlıyorum.
– Ah canım kardeşim, neden zahmet ettin, otur sen otur, ben hallederim onları, sen yorma kendini, diyor Aynur ablam.
– Aman abla, elime mi yapışacak sanki?
– Hadi otur sen, yorgun olmalısın, 30 saat aralıksız araba kullanmak kolay mı?
Otobandan geldim, yol epey düzgündü.
Etler tabağıma konuluyor ve buz gibi bir kadeh Tekirdağ rakısı ile bir bardak buzlu su önüme sürülüyor. Neşe içinde yemeğe başlıyoruz. Espriler, kahkahalar, tatlı anılar, gülümsemeler ve rakılar havalarda uçuşuyor. Mutluluk her yeri kaplıyor.
Sistem işliyor.
Telefon çalıyor, Aygül ablam telefona bakıyor ve biz İlteriş ile 2009 kupasını konuşuyoruz. Aygül ablam bana sesleniyor.
– Babam senle konuşmak istiyor. Ahizeyi hoşnutluk içerisinde bana uzatıyor.
– Oğlum.
– Baba, nasılsın?
– İyiyim oğlum, seni çok özledim. Annenin de selamı var.
– Aleyküm selam. Bende seni çok özledim baba. Neler yapıyorsun? Köyde işler nasıl?
– Her akşam düzenli periyodlarla tarla suluyorum ve bu bana müthiş bir zevk veriyor, bence artık sende bir tarla sahibi ol, elalemin tarlalarında işçilik etmenin sana bir fayda sağlamadığını artık anlamışsındır.
– Anladım baba, anladım.
Bakara suresi 223.ayet
“Kadınlarınız sizin için bir tarladır. Tarlanıza nasıl dilerseniz öyle varın. Kendiniz için önceden (uygun davranışlarla) hazırlık yapın. Allah’tan korkun, bilin ki siz O’na kavuşacaksınız. (Ya Muhammed!) müminleri müjdele!”
Sistem geri besleme işlemine başladı.
Biyolojik olarak pek çok insanla kardeş olabilirsiniz. Bunun için hormonların karışması yeterlidir. Bir başka deyişle ebeveynlerinizden birinin bir başkasıyla evlenmesi, evlendiği kişinin çocukları ile ya da sonradan ebeveyninizle yaptığı çocuklarla aranızda gözle görülemeyen ama enerji diye tabir edilen bazı kozmik bağlantı noktaları oluşturur ve siz onları ister benimseyin, ister reddedin, bu bağ sizi onlara bir şekilde bağlar. Pek çok insan üvey kardeşlerini sevmez ve onlardan olabildiğince uzak durmaya gayret gösterir. Ayrıldıkları için ebeveynlerine haksız yere (yani üzerine vazife olmadığı halde) sinirlenmekte ve bunu acısını hiçbir suçu ve günahı olmayan üvey ya da yarı üvey kardeşlerinden çıkarmaktadır. Ebeveynlerinden biri öldüğü için bir evlilik yapılmışsa bu bir nebze daha makul karşılanabilir) Siz ne kadar karşı çıkarsanız çıkın bu bağ aslında sizi pek çok insanla kurabileceğinizden daha net ve güvenli bir biçimde üvey kardeşlerinize bağlar. Eğer duygusal açıdan da onlarla iletişim halindeyseniz ve en azından onlara karşı bir öfke ya da olumsuz bir düşünce geliştirmemişseniz öz kardeşlerinizle yaratabileceğiniz ortamlardan bile daha güçlü bir kardeşlik ve özsel sevgi ortamını yaratabilir, pek çok insanın ulaşamayacağı değerler ortaya çıkararak mutlu olabilirsiniz. Pek çok insan, düşünür, şifacı ve hatta bilim adamı ve yazar bile bu gerçekten habersiz yaşamaktadırlar. Böylesi bir kurgu! ile karşılaştıklarında bunun her zaman böyle olamayacağını düşünebilirler. Oysa sistem işlemektedir ve en küçük bir hataya olanak vermez.
Bütün bunları birkaç saniyelik bir zaman aralığında zihnimden geçirip yerime oturuyorum ve telefonu Aynur ablama uzatıyorum, babam telefonu anneme vermiş olmalı ki Aynur ablamla annem dedikodu yapmaya başlıyorlar. Aygül ablamsa bana artık yeniden yazmaya başlamam konusunda telkinler vermeye başlıyor. Aslında haklı, çünkü her insan bildiği işi yapmalı, benim hayatta yapabildiğim en iyi şeyin yazmak olduğunun bilincinde ve başka işlerde başarısızlıklara gark olup düş kırıklığı içinde yaşamamı istemiyor. Sohbet bu şekilde devam ederken masada yiyecek ve içecek hiçbir şeyin kalmadığını fark ediyoruz ve ben gitmem gerektiğini hissediyorum.
– Gitme istersen ablam, kal burada, yarın nasılsa yine bu tarafa geleceksin, boş yere benzin yakma bence, diyor Aynur ablam.
– Yarına yetiştirmem gereken birkaç dosya var.
– Yarın uğrayacak mısın?
– Uğrarım, çarşıdan istediğiniz bir şey olursa telefon açın, diyorum.
Kardeşlerimle tek tek sarılıp birbirimizi öpüyoruz. Sanki uzun süredir görüşmemiş gibi ve uzun bir süre görüşemeyecekmişiz gibi. İşte ben buna SEVGİNİN GÜCÜ diyorum. Onlar benim için değerli olduklarının bilinciyle bana daha fazla bir değer veriyorlar ve ben onların bana verdikleri değeri hak edebilmek için onları sımsıkı kucaklıyorum.
Ağır hareketlerle arabama biniyorum ve çalıştırıp sakin bir şekilde Sahilkent’ ten ayrılıyorum. Şehir merkezine bağlanan ana artere kavuşuyor, alkolünde etkisiyle hız yapmaya başlıyorum. Arabam hızlandığında kaplan gibi bir ses çıkarıyor ve ben bu sesi daha yoğun duymak istiyorum. Giderek kükremesi artıyor, bu bana müthiş bir zevk veriyor. Karşımdan ters yöne girmiş iki motosikletli geliyor, aralarına dalış yapıp onları şaşırtmak istiyorum. Nedense bana ne kadar yaklaşırlarsa yaklaşsınlar iki yana kaymıyorlar ve ikisi birden aynı anda sanki sözleşmişçesine bir dakiklikle selektör yakmaya başlıyorlar. Saatte 145 km. hızla aralarından geçeyim derken sert bir cisme çarptığımı ve ön camdan dışarı fırlayıp kamyon kasası gibi bir şeye kafamı çarptığımı hatırlıyorum.
Sanırım aralarından geçmeye çalıştığım o iki ışık iki motosiklete değil de tek bir kamyona ait olan iki fardı ve ben bunu son ana kadar fark edemedim. Ayrıca yanlış şeritten giden bendim ve kamyon kaçacak yeri olmadığından çoktan durmuştu.
Sistem geri besleme işlemini tamamladı.
Ameliyathane kalabalık, doktorların ikisi girip üçü çıkıyor, koşturmaca ve telaş bu odada hâkimiyet kurmuş, biri elindeki vantuza benzeyen kablolu bir aletle göğüslerime bastırıyor ve her bastırışında ciğerlerim yerlerinden sökülürcesine yukarı sıçrıyorum. Ancak hiç acı çekmiyorum. Zira ben bütün bu olan biteni yukarıdan izliyorum ve hiç kimse bunun farkında değil. Oysa Gülhane Parkı’ ndaki ceviz ağaçlarını bile fark etmiştiler. Ama bu sefer fark etmediler, fark edemediler, önce çark ettiler, sonra park ettiler. Çünkü ben öldüm.
Bu esnada ameliyathaneye bir kadın doğumcu giriyor. Onun burada ne işi var ki, branşı gereği burada olması bile bir tuhaf. Dr. Lale bu. Çırpınıyor ve ex bedenimin etrafında dört dönüyor. Bir şeyler yapmaya çalışıyor ama her nedense hiçbir şey yapamıyor. Bir an başını yukarı kaldırıp bana doğru bakıyor, o an onun sadece ruhen orada bulunduğunu anlıyorum, beni başka türlü nasıl görebilir ki?
Ayakları yerden kesiliyor ve bana doğru yükselmeye çalışıyor, bunun bir melek çalışması olduğu zihnime tezahür oluyor. Şimdi denk dengeyiz. Gözlerinden bir çift inci gibi gözyaşı damlacığı süzülüyor yanaklarına, elimle gözyaşlarını silmeye çalışıyorum ama yenileri akıyor.
– Üzgünüm çocuk diyor, çok üzgünüm.
– Ama benim kaderim bu, diyorum.
– Bu kadar erken olacağını tahmin etmiyordum.
– Ben de, ama böyle olması gerekiyormuş.
– Seni çok özleyeceğim çocuk.
– Ben de seni.
– Keşke elimden bir şey gelseydi, gelebilseydi.
– Bitti.
– Yapacak hiçbir şey yok.
Sistemin işleyişi tamamlandı.
İki kişinin kollarıma girdiğini fark ediyorum. Gözlerimi iki yanıma çevirdiğimde cinsiyetini tanımlayamadığım ama bugüne dek hayatımda hiç görmediğim güzellikteki iki insanımsının kollarıma girdiklerini ve beraberce gökyüzüne doğru yükseldiğimizi görüyorum. Bedenlenmediğimiz için duvarlardan geçebiliyoruz ve katları böylelikle çıkmaya başlıyoruz. Sanal bir asansörün içinde gibiyim ve kendimi kuş tüyü kadar hafif hissediyorum. Üst katta ortopedi hastalarını, daha üstte psikiyatri hastalarını, daha üst katta kafeteryada oturup bir şeyler yiyip içen insanları ve en üstte, terasta bulunan makine dairesinin içinden geçerken asansör panosunun içinde sevişmekte olan bir doktor ile bir hemşireyi görüyoruz. Yükselmeye devam ediyoruz ve az sonra binadan hayli uzaklaştığımızı görüyorum.
Sistem, zaman-mekân olgusunu yitirdi.
Yüksek ve dev gibi yapıların çevrelediği bir alandayız. Her insan inandığı din kapsamında bir binaya alınıyor. Müslümanlar Kâbe büyüklüğünde yeşil renkli bir camiye, Hıristiyanlar katedrale benzeyen büyük bir binaya, Budistler görkemli bir tapınağa, Museviler ise sayıları az olduğundan diğerlerinden çok daha küçük inşa edilmiş bir sinagoga giriyorlar. Yanımdakilere Budist tapınaklarında oluşan uzun insan kuyruklarını sorduğumda bana bu yığılmanın kısa süre önce Çin’de meydana gelen depremden kaynaklandığını söylüyorlar. Bana dinimi soruyorlar. ‘’Benim bir dinim yok ve bazen bütün dinlerin denizin dibini boylamasını istiyorum’’ şeklinde bir cevap veriyorum.
Cinsiyetsizin biri araya giriyor:
– Sanırım bu insan Müslüman doğmuş, burada öyle yazıyor, diye kucağındaki dizüstünün ekranını gösteriyor.
– Hayır, diyorum. Ben Müslüman değilim, ben bir Şamanistim.
– Öylemi, peki o zaman söyle bakalım Erlik Han kimdir, Kayra Han kimdir, Kan Kuday’ ın görevleri nelerdir? Dinin hakkında ne biliyorsun?
– …
– Senin gerçekten bir dinin yok, dinsizin imansızın birisin sen.
– Kurallarını bilmemem bir Şamanist olmadığım anlamına gelmez, ben Göktanrı inancındayım.
– Atın bunu da deistlerin içine.
– Hayır, ben deist ya da panteist değilim, ben şamanistim, beni onların arasına atın.
– Oraya gitmek istediğine emin misin?
– Emin benim komşum.
– Ne komşusu lan lavuk. Onun ölmesine çok var daha, adam evlenip çocuk yapacak ve ileride kendi işini kurup çok zengin olacak, sen ilk önce kendi kuyruğunu kurtar.
– Ben Şamanistlerle bir arada olmak istiyorum.
– Atalarınız 670–760 yılları arasında Araplar tarafından zorla Müslümanlaştırıldığından beri pek az Şaman geldi bu tarafa, onların bulunduğu bir kısım var, seni orada yargılayacağız.
– Yargılamak
– Yargılanmak
Bir anda ellerinden kurtulup kaçmaya başlıyorum. Zerdüştlerin Şinvat adını verdikleri, Müslümanlarca ise Sırat denilen bir köprünün üzerinden atlıyorum ve Altun-Kazık tabelasının bulunduğu mevkiye geliyorum. Az önce elinden kurtulduğum cinsiyetsizler burada beni bekliyorlar, kendilerini daha fazla uğraştırmadığım için teşekkür edip beni orada yalnız bırakıp gidiyorlar.
– Kulaklarım uğulduyor. Her yer ışığa bürünüyor ve tarif edemediğim dişil bir ses duyuyorum.
– Buraya kadar gelmiş olman bir şey ifade etmiyor, önemli olan buradan sonra nereye gideceğin.
– Nereye gideceğim? Diye soruyorum umutsuzca.
– Yaşadığın ortama yeniden döneceksin.
– Öyleyse beni neden öldürdünüz?
– Sana anlatacaklarımız var.
– Neden ben?
– Çok soru soruyorsun. Şimdilik sana şu kadarını söyleyebiliriz, kötülerin elinde korkunç bir silaha dönüşmüş olan bir değere sahip olacaksın ve bu değer senin elinde iyilik için kullanılacak, her zaman ata binmiş bir koruyucu tarafından kollanacaksın ve DÜNYAYI BERABER KURTARACAĞIZ.
****
‘’Oğlum uyan artık ya, gün öğlen oldu, sen hala yataktasın.’’
Annemin sesinin ve bu sözlerinin gerçek mi yoksa bir hayal mi olduğunu çözmeye çalışırken güneşin gözlerimi kamaştırdığını fark ediyorum.
Yatağımdayım.
Annem konuşmaya devam ediyor:
– Bütün gün sayıklayıp durdun, yok Aynur diye bi abla mı varmış, yok babası geçim yasası mı çıkarmış, denizin dibi boy boymuş, ha birde arabanla motosikletleri hep geçiyor muymuşsun neymiş…
– Tamam anne tamam, daha fazla karıştırma, yoksa bende gördüklerime inanmaya başlayacağım.
-SON-