Konservatuarda okuduğum son yıl…
20 yaşıma basmadan iki ay önce…
Dudakları titreten bir soğukla süslenmiş yeniyıl sabahı…

Gün ağarırken çıktığım sokakta birbirinden ürpertici köpek havlamaları dalgalar halinde kulaklarıma taşınıyor ve üşüyerek alacakaranlığa doğru yol alıyorum. Eve en yakın otobüs durağı beş yüz metre ötede, vücut ısım ise otuz altı derecenin sınırında. Soğuktan ama daha çok korkudan koşmaya başladığım sırada dikkatlerini çektiğim ve böylece peşime takılan köpeklerden kurtulamadığım için onca memur kılıklı insanın önünde trajikomik bir saldırıya uğruyorum. Ya duraktakilerin hepsinin köpek fobisi var ya da kimse bunun inisiyatif dışı bir saldırı olabileceğini düşünmeden parodi gibi izliyor.

Üzerimde çamurlu pati izleri ve pardesümün cebinden dökülen haftalık harçlığımla beraber lanet okunarak başlanan günler hanesinde bir gün daha yerini alıyor.

Bağıra çağıra üstümü başımı silmeye çalışırken, söylenerek gelen genç bir kız elime bir mendil tutuşturarak beni hemen önümüzde duran kırmızı bir arabaya bindiriyor. Olayın şokuyla kendimle yaptığım konuşmayı bir türlü bitiremiyor ve bu yüzden arabayı kullanan adama dönüp “siz kimsiniz” demeyi biraz geç idrak ediyorum. Kifayetsiz bir halde suratıma bakan şoför beni mahçup düşürecek bir hamle ile “günaydın” diyor. Utanıyorum…

Sesinin sakin tonu karşısında kendi feveranımdan ve dağılmışlığımdan silkinerek;

– “Siz burada mı oturuyorsunuz?” diye soruyorum.
– “Hayır, sizi almaya geldim.” diyor.
– “Nasıl yani? Başıma gelenleri gördünüz mü?” derken mahcubiyetimi saklayamıyorum.
– “Peki siz başınıza gelecekleri gördünüz mü hiç? diyerek beni olduğum koltuğa çiviliyor.

Yavaş yavaş güneş yüzünü göstermeye başlıyor. Oysa bir Aralık ayına göre fazla aydınlık diye geçiriyorum aklımdan. Yine de kaçırılabileceğim ihtimalini hiç aklıma sokmayarak heyecanımı karşımdakine hissettirmeyen bir cümle kurmaya karar veriyorum.

– “Sizin simanız da hiç yabancı değil, nereden tanıyor olabilirim?
– “Belki de gelecekten”

Sanırım paniğim yersiz değil ve Zincirlikuyu’dan Beşiktaş’a doğru yol alırken tedirginliğim had safhaya erişiyor.

– “Peki nereye gittiğimizi sormamın bir sakıncası var mı?”
– “Sormanızın da gitmemizin de yok.”
– “Lütfen bana bir açıklama yapar mısınız?”
– “Biraz daha sabrederseniz zaten herhangi bir açıklamaya gerek kalmayacak.”
– “Öyleyse beni kaçırıyorsunuz ve söylemeyerek beni bu heyecandan mahrum bırakıyorsunuz. ” diyorum gülerek…
– “Yanıldığınızı üzülerek belirtmek isterim. Hatta dilerseniz bu arabadan bile inebilirsiniz. Ama ben olsaydım inmezdim.”

Sinirimden kollarımı göğsümde kilitleyip bir daha hiçbir soru sormamak üzere kafamı çeviriyorum. Ürperten sessizlik eşliğinde Ortaköy’e doğru devam ediyoruz.

Bir kale kapısını andıran taş yığınının arasından geçip Arnavut kaldırımlı dar bir sokağa sapıyoruz. Dışarıdan hiçbir yaşam belirtisi göstermeyen iki katlı binanın yıllardır birilerinin gelmesini bekleyen hali gözlere çarparken;

– “İnebilirsiniz.” diyerek arabanın kontağını çeviriyor.

Kayıtsız bir tavırla arabadan iniyor, bir yandan da tam olarak nerede olduğumuzu kestirmeye çalışıyorum. Eliyle sırtıma dokunarak beni binanın kapısına doğru döndürüyor.

– “Neresi burası?” derken bir adım geride duruyorum.

– “Çekinecek bir şey yok, birazdan anlarsın zaten.” diyor ve o sırada kapıyı beni arabaya bindiren kız açıyor.

“Gizemli çete tamamlandı.” diye geçiriyorum aklımdan ama kız beni müthiş bir güler yüzle karşılayarak girişinde büyük bir çam ağacının bulunduğu salona doğru geçiriyor. Kahvaltı için beni beklediğini söylüyor, bense ısrarla neden orada olduğumu.

Muamma haller herkesi olduğu gibi beni de işkillendirir.
O yüzden sessizliğimi, artan sinirimle beraber koruyorum.

Evin içi dışarıdan göründüğün aksine son derece modern döşenmiş. Salonun duvarına monte edilmiş ve daha önce hiç bu kadar büyüğünü görmediğim bir ekran var. Devasa kolonlar, diğer elektronik aletlerle birbirini tamamlıyor.

– “Bu ekran uyduya bağlı ve sanırım tüm dünyayı izliyorsunuz.” diyerek dalga geçiyorum.
– “Öncelikle bizi bir araç olarak düşün!” derken adam ne saçmalıyor diye de düşünmüyor değilim.
– “Üç kuruşluk Amerikan filmleri bile inanın daha heyecanlandırıcı!Ne istiyorsunuz benden. Ayrıca on dakika sonra sınavım var ve yok yazıldığım takdirde finale giremiyorum.”

Elindeki sigara tabakasını sehpanın üzerine koyan adam “Çok yerinde bir giriş oldu, buradan başlayabiliriz.” diyerek aldığı kumandanın düğmesine basıyor ve tam karşımda duran koca ekran aydınlanıyor.

Koşuşturan insanlar görüyoruz. Bir ofise benziyor ama birbirinden bağımsız bölümler de var. 4 ya da 5 katlı oldukça modern görünümlü bir bina…hatta belki de bir holding. Kamera katlara yakınlaşıyor. Ofisin arka tarafında binadan bağımsız ama bir şekilde ona bağlı olan büyük cihazların bulunduğu bir bölüm… Evet evet gazete basılıyor burada, yani burası bir gazete binası.

– “Bu ne? diyorum.”
– “İzle!”

Baskı tesisinden aşağı doğru iniliyor ancak çalışma alanları giderek küçülüyor. Giriş katında 3 kişinin yan yana durduğu bir sekreteryadan geçilip sağ taraftaki bölüme sapılıyor. Yedi-sekiz kişi oval bir masanın etrafında toplanmış bir şeyler konuşuyorlar. Ellerindeki notları mı okuyorlar diye düşünürken o da ne!

Ben.

Evet o insanların arasında ben varım.

Bir anda flash back yapıyorum, burası neresiydi?

Ama aklıma hiçbir şey gelmiyor. Kendi görüntüme kilitlenmiş bir şekilde ne yapmaya çalıştığımı anlamaya çalışıyorum. Evet bu benim sesim ve bir şeyler anlatıyorum. Hatta anlayabildiğim kadarıyla şöyle bir cümle kuruyorum;

– “Başka bir gazeteyle anlaşmışlar ama bütçenin birazını bize kaydırabilirlermiş.”

İyi de ben ne diyorum?

– “Bu foto montaj mı?”
– “Hayır. Az sonra girmen gereken ama burada olduğun için girmeyeceğin sınavın senin hayatında hiç de önemli bir yer teşkil etmediğine şimdi inandın mı?”
– “Ne yani?”
– “Kısaca biraz daha sabredip sonraki kareleri izlersen az sonra kaçıracağın dersin geleceğinde çok önemli bir yer teşkil etmediğini anlayacaksın.”
– “Şimdi siz buradaki halimin geleceğim mi olduğunu söylüyorsunuz?”
– “Bunu sen söylüyorsun. Biz henüz bir şey demedik.” derken kız adamın elinden kumandayı alıp başka bir görüntüye çeviriyor.

Kalabalığın arasından görebildiğim kadarıyla bir makyaj masasında oturan ben. Soyunma odası gibi bir yere benziyor ama insanların koşturmacalarından olayı tam olarak anlayamıyorum. Gözüme eye liner çekmeye çalışan bir makyöz ve ismimi çığıran bir erkek. Elimle makyözün elini tutarak “makyajdayım” diye bağırıyorum. Üzerimde ise bir savaşçı kostümü var. O sırada arkamdan siması tanıdık bir tiyatrocu geçiyor. Karşımdaki aynadan bakışını yakalayarak “Hocam, son sahneyi ne zaman konuşuruz? diye soruyorum. Eliyle sırtımı sıvazlayarak, “makyajlar bitsin sahnede buluşalım.” diyor.

Ve evet, bu tablo hakkında da hiçbir fikrim yok.

– “Tüm bunları bana anlatacak mısınız?”
– “Daha bitmedi ama…”

3. görüntü İstiklal Caddesi’nde geçiyor. Uzaktan tramvayın sesi geliyor ve hafif yağmur çiseliyor. Yanımda bir erkek var, üstelik pek samimi görünüyoruz. Hatta bir vitrine takıldığım anda gelip elimi tutuyor. İtiraz etmediğime göre sevgilim, hatta fena da değilmiş diye geçiriyorum aklımdan. Bana şimdiye kadar hiç böyle bir şey yaşamadığını söylüyor. Bense ona daha fazla yanaşıp belinden kavrıyorum. Tünele doğru sarmaş dolaş yürüyor, Asmalımescit’in içinden geçip bir sokağa kıvrılıyoruz. Daha önce hiç gitmediğim bir cafeye girerek apar topar menüyü istiyoruz. Şarabı ben seçiyor yanına da rokfor soslu bonfile sipariş ediyoruz.

– “İyi de ben şaraptan ne anlarım, hem rokfor midemi bulandırır.” diye mırıldanıyorum.
– “Ama dediğin şu ana mahsus!” diye cevap veriyor adam. Kimse bir dakika sonra bile ne olacağını bilmiyor. Her şey gelişir ve değişir. Buna inanmak için buradasın.”
– “İyi de ben bunu zaten biliyorum. Dün bile bugün gibi değildim, yarın nasıl olmayacaksam.”
– “Ayrıca şunu unutma; bugün için sana imkansız gibi görünen, hatta imkansız gözükmesi bir yana aklından bile geçmeyen şeyleri belli bir zaman sonra yaşayabilirsin. Cümlelerini zaman öğesini unutmadan kur çünkü o, sadece bir gizli özne olmakla kalmıyor tüm öğeleri de etkileyebilecek kadar önem taşıyor.”
– “Peki!” diyerek başımı sallıyor ve birbiri ardına gösterdikleri görüntüleri büyük bir şaşkınlıkla izliyorum. İşin tuhaf yanı, birkaç görüntü sonra beni oraya getiren adamın bir tango gecesinde partnerim olduğunu görüyorum.

Evet, size de bir gün geleceğinizden kareler gösterseler ve o anki halinizle yakından uzaktan ilgisi olmasa, kendinize mi yoksa geleceğinize mi inanmayı seçersiniz? Peki bugün geçmişinizde kalan kareler zamandan umduklarınızın ne kadarını kapsıyor? Ancak tolare mi ediyor, yoksa üzerine mi çıkıyor?

Hatta günlük söylemlerimizde önemli bir yeri olan “ben bunu daha önce yaşamıştım” yani bir başka deyişle bilindik dejavu söyleminin belki de dayandığı önemli gerçekler var. Eğer bu tip anımsamalar hayatımızın büyük bir bölümünü kaplasaydı gelecek konusunda bir merak barındırmıyor olmamız, hayat yolundaki heyecanımızı mı kırardı, yoksa nereye gittiğini bilmenin güvenini mi sağlardı?

İşte bir şeyleri bilmenin ama aslında hiçbir şey bilmemenin verdiği güçle o akşam yapılacak kanaat sınavı yerine Ortaköy’e gidip bir bardak çay içmeyi seçmiştim. Ne de olsa bu tablo da on sene öncesi için çok hoş bir kareydi ve yıllar sonrası için acaba hangi bilinmeze gebeydi?

Elçin Demiröz