4 kişiydik. Dürümleri ısmarladık. Herkesin önünde şapır şupur yemek istemediğimizden de, boş bir sınıf bulduk. Ayaklarımızı uzatmış, kolalarımızı içerken konuşuyorduk.
“1 Nisan da geliyor yani. Bugün ne? Pazartesi. Cuma di mi ayın 1’i? O güne kadar bir şeyle bulmak lazım.”
“N’apsak ya?”
Ne yapsak, ne yapsak da hem insanları şaşırtsak, hem de zarar verici olmasak derken bir fikir çıktı ortaya. Herkese, çok şiddetli bir kavga ettiğimizi söyleyecektik o günden itibaren. Hiç konuşmayacaktık. Birbirimizin arkasından ağzımıza geleni söyleyecektik. Sonra hepsinin bir şaka olduğunu öğrendiklerinde çok şaşıracak, belki de kızacaklardı. “Salak mısınız, işiniz gücünüz mü yok?” diyenler de çıkardı elbet.
Önce kurguyu oluşturduk. Güya ben, Eda’nın 1 yıllık erkek arkadaşı Umut ile samimi bir muhabbet kurmuş olacaktım ve Eda buna çok bozulacaktı. Umut’la konuşup durduğumu benden değil de, bu 4 arkadaşımızdan biri olan Sevil’den öğrenmesi ise iyice tepesini attıracaktı Eda’nın. Sevil, benden yana taraf tutarken; benim karaktersiz olduğumu düşünen Işık ise Eda’yı savunacaktı. Böylece cepheler oluşmuş olacaktı ve biz, yıllardır gül gibi geçinip giden arkadaşlar, kanlı bıçaklı olacaktık durup dururken.
İşin komiği, diğer yakın arkadaşlarımız buna inandı, Benimsediler. Biz de ödüllük oyunculuk performansları sergiledik zaten. “Ne karışıyor Umut’la konuşmama? Hem ne hakla? Kendisi iki gün önceye kadar komşusu Cem’le kırıştırırken iyi, ben Umut’a yardım etmeye çalışınca kötü. Hadi ordan!” Daha neler, neler. Düşmanım olsa söylemekten çekineceğim sözleri orda burada Eda’nın ve Işık’ın arkasından söylerken, düzmece olduğunu bildiğim halde kendimi berbat hissediyordum. Ama insanlar benim bu dostlukla uzaktan yakından alakası olmayan tavrımdaki garipliği sezemiyorlardı. Daha çok yaygara koparması için her fırsatta, en yüksek sesimizle bunu tartışıyorduk Sevil ile; ve böyle haberlere bayılan kulaklar bizi dinliyordu, tam da olmasını istediğimiz gibi, kavga ettiğimiz haberi yayıldıkça yayılıyordu. Çok ayıp yahu. “Barışmayacak mısınız hiç?” Ciddi bir ses tonu ve kor kor gözlerle cevaplıyordum: “Ne demek barışmak! Sen bizim daha önce ufacık bir tartışma bile yaşadığımızı gördün mü? Görmedin! Şimdi öyle bir kazık attılar ki bize, yollarımız ayrıldı kesin bir biçimde, üzgünüm.”
Eda ile Işık da boş durmuyordu tabi. Ben ikili oynuyordum. Yalancıydım ve onu kıskandığım için sevgilisiyle yakınlaşmaya çalışıyordum. Sevil ise benim yalakamdı ve ne olursa olsun beni koruyordu. Bu ne kişiliksizlikti böyle! İnsanlar dinliyor, yorum yapıyorlardı. Kimi beni, kimi onu haklı buluyordu. Yakınlarımız üzülüyordu bu duruma. Yazın yaptığımız tatil planı iptal olma noktasına gelmişti çünkü ben Eda olduğu sürece gelmeyeceğimi söylemiştim.
Bu kadar basit ve boşluklu bir kurguya inanmıştı herkes ve biz de bunun tadını çıkarıyorduk. Kimi gizli gizli hoşnuttu bu durumdan. Durgun hayatlarına entrika, aksiyon girmişti. Kimi ise kendi düzeninin alt üst olmasına şaşırıp üzülüyordu. Bazıları umursamazdı, bazıları olayın dedikodu boyutuyla ilgileniyordu ve bazıları, mesela Melodi ve Derya gerçekten önemsiyordu bu durumu. Zaten biz de en çok onlara ve onlar gibilere üzülüyorduk ya. Herhalde gerçeği öğrendiklerinde fena haşlanacaktık. Ama eğlenceli ve akıllıca bir şaka oluyordu işte. Ancak görüşemez olmuştuk. Biz de gizli aşıklar gibi kimseye haber vermeden, tenha yerlerde, insanların uğrayacağına olanak vermediğimiz mekanlarda buluşuyor, planımızın ayrıntılarını konuşuyorduk. İşe biraz daha heyecan katmak lazımdı artık. Ne de olsa 1 Nisan’a 2 gün kalmıştı.
Eda, ertesi gün Umut’la buluşacaktı. Ama gerçekten. Yalnız, insanlara onların rutin buluşmaları şu şekilde yansıyacaktı: Ben, kötü, iğrenç, düzenbaz bir insan olarak; kötü iğrenç ve düzenbaz bir diğer insan, eski arkadaşım yeni düşmanım Eda’nın Cem denen çocukla bir ilişkisi olduğunu Umut’a söylemiş olacaktım ve Umut Eda’yı o gün çok feci bir biçimde terk edecekti. Ağlaya ağlaya Işık’ı arayan Eda, Işık’ın bana köpürmesine sebep olacaktı ve Işık, diğer arkadaşlarla otururken, Eda’yla konuşması ertesi beni arayıp hayatının kavgasını edecekti benimle.
Planı eksiksiz uyguladık. Şaka, bir gün sonra açığa çıkıyordu. Ancak en zor kısmı buydu çünkü her şeyin bir şaka olduğunu söylemeden önce son bir büyük yüz yüze kavga etmeyi planlamıştık. Fakat konsantre olup oynamak o kadar zordu ki böyle anlarda, insan ister istemez gülmeye başlıyordu. Sonra da, “Ay sinirim bozuldu vallahi, baksana sinirden gülüyorum.” Hem zaten günlerdir, aynı ortamda bulunduğumuz zamanlarda birbirimizin suratına bakmamış, küs rolü yapmıştık. Yanlışlıkla göz göze geldiğimiz o kısacık anlarda bile taraflardan biri kendini tutamayıp sırıtmaya başlıyor, gülümsemesini kafasını çevirerek saklamaya çalışıyordu.
1 Nisan sabahı, kimse bizi görmeden bir odada bulduk birbirimizi. Bende kamera vardı. “Az sonra, nasıl kandırıldığınızı öğreneceksiniz; bakın biz hiç kavga etmedik ki!” temalı görüntüler çektikten sonra, son rolümüzü oynamak üzere kahve içmek için toplanılan yere gittik. Ayrı ayrı.
Kahvemden bir yudum aldım. Eda ile göz göze geldim. Benden işaret bekliyordu. Gözlerimi sıkıca kapadım ve açtım. Eda’nın sesi yüksekçe duyuldu:
“Zeynep, bir gelir misin?”
Herkes bir anda sustu ve bütün kafalar önce Eda’ya, sonra bana çevrildi. Ben sinirle bakıyordum Eda’ya.
“Ne var?”
“Bir gelir misin lütfen, konuşmalıyız.” ‘Sen gel bir bakalım, göreceksin gününü’ bakışı ve tonlamasıyla söylemişti bunları.
Kaşlarımı havaya kaldırıp, meydan okurcasına ilerledim Eda’ya. Sanki bir Dram’ın son sahnesini oynuyorduk. Seyircimiz pür dikkat bizi izliyordu. Sahneye Işık ve Sevil’in de girmesiyle konuşma alevlendi ve hakaretlerin, çığlıkların ortasında bir kahkaha koptu. Ardından bir tane daha, bir tane daha. Bize garip yaratıklarmışız gibi bakan bu kalabalığa yüzlerimizi dönmüş, kahkahalarla gülüyorduk. “Şakaaaa, şakaaa! 1 Nisan!”
Önce kimse bir şey anlamadı, sonra “Ay inanmıyoruuuuuum!” sesleri yükseldi. Çok “iğrençsiniz”ler, “nasıl başardınız”lar, “çok gerçekçiydi”ler, bir sürü “ay inanmıyorum” daha, tripler, “ohhh gerçek değilmiş iyi ki”ler, “afferim”ler, “vay be”ler ve bir sürü inanamama efekti daha…
Beklediğimiz gibi Derya çok kızdı bize ve bütün yemek boyunca susmadı. “Artık inanmayacağım en küçük bir lafınıza. Hıh. Çok kötüsünüz, pis arkadaşlar. Gülme öyle karşımda, bak gülme dedim.”
Plan eksiksiz işlemişti ve biz tam da istediğimiz tepkileri almıştık. 5 gün içinde kavgamız herkes yayılmış, dır dır dır konuşulur olmuş, önemli bir sorun haline gelmişti nasıl olduysa (!). Gerçek öğrenildiğindeyse herkesin ağzı bir karış açık kalmış, inanmayanlar bile çıkmıştı. Keyfimize diyecek yoktu. Eda’yı ve Işık’ı tebrik ettim. Eda ile kaç gündür toplum içinde görüşememenin acısını çıkardık, sarıldık birbirimize.
Ancak yemekte yokluğunu fark edip pek de önemsemediğimiz biri vardı: Melodi. Bir işi çıkmıştır diye düşünmüştük ancak durumun ciddi olduğu sonradan anlaşıldı. Melodi, gerçeğin açıklandığı sabah saatlerinden beri ortalarda yokmuş. Hüngür hüngür ağlıyormuş ve o günkü sınava girememiş. Sonra da nereye gittiğini bilen yok.
Önce bunun bir karşı atak olduğunu düşündük. “Şaka, kandırılıyoruz.” dedik ve inanmadık. Ancak Melodi’nin telefonu kapalıydı ve konuştuğumuz hocalar da onun birkaç saat önce ağladığını ve bir daha onu görmediklerini doğruladılar.
İyice panik olmuştuk. Kafamızın bir köşesinde bir şakaya kurban gidiyor olabileceğimiz düşüncesi halen vardı ama anlatılanlar gerçekse endişelenmeliydik; çünkü belli ki Melodi’yi darmadağın etmiştik.
Melodi’nin ağlayarak nereye gitmiş olabileceğini düşündük. Tek bir seçenek vardı: ev. Yarım saat sonra kapısındaydık. Telefon belki cevap vermiyordu ama kapı açıldı. Melodi’nin gözleri şişmiş, burnu kıpkırmızı olmuştu. Kapıda bizi gördü, bir anlığına sinirli bir gülüşe benzeyen “pff” sesini çıkardıktan sonra bezgin bir ifadeyle arkasını dönüp salona gitti.
Birbirimize baktık. Çekingence içeri girdik. Melodi koltukta bağdaş kurmuş, kucağında sımsıkı sarıldığı yumuşak bir yastıkla oturuyordu.
“Melodi…” dedim.
“Çok kızdım size.”dedi. Sesi titremeye başlamıştı şimdiden.
“Neden, ne yaptık biz?”
“Altı üstü bir şakaydı Melodi”
“Şaka olabilir sizin için, ama benim için öyle olmadı gördüğünüz gibi.” Yaşlar akmaya başlamıştı gözlerinden.
“Nasıl bilebilirdik ki bu kadar tepki vereceğini. Nasıl hesaba katabilirdik?”
“İşte ben de buna ağlıyorum! Neden hesaba katmadınız benim bu konuyu bu kadar önemseyeceğimi? Günlerdir bu olayınızı düşünüyorum. Evde ailemle bunu tartışıyorum. Kim hangi konularda haklı, ne yapılmalı, neden böyle oldu, ne etik, ne değil… Günlerdir ne olacak bu işin sonu onu düşünüyorum, uyuyamıyorum. Ne kadar üzüldüm biliyor musunuz tartıştınız diye! Ve neler hissettim şu 5 gün boyunca biliyor musunuz? Endişe, yalnızlık, belirsizlik, kızgınlık, üzüntü, korku!… Sevil benden uzaklaşıyor, ‘Zeynep’i yanlış mı tanıdım acaba’ diyorum, Işık’ı anlayamıyorum, Eda’ya destek olmaya çalışıyorum, mesajlar atıyorum. Ve şimdi hepsinin bir yalan olduğunu söylüyorsunuz. Aptal durumuna düşmedim mi ben? Hem de böyle tepki vereceğimi bilmiyormuşsunuz. Neden ama, neden? Keşke beni ayrı tutmasaydınız bu şakadan, keşke benim de haberim olsaydı. Ben yakın değil miyim size, bu işte bir payım olması gerekmez miydi? Niye aynı kefeye konuldum diğer insanlarla? Neden bunun bir şaka olduğunu açıkladığınızda kimse yanıma gelip bana ‘Nasılsın, ne hissediyorsun’ demedi? Anlamıyor musunuz ben böyleyim işte, böyle önemsiyorum olayları. Niye bunu hesaba katmadınız?”
Melodi konuşmaya devam ediyor. Konuşurken hıçkırıkları boğazına takılıyor, burnunu çekiyor, gözyaşları dudağına kayıyor. Biz de onu anlamaya çalışıyoruz. Başkalarına gösterdiği aşırı hassasiyetle kendine gösterdiği aşırı önemin nasıl karşıt ama uyumlu bir şekilde bir araya gelip onu böylesine yaraladığını görmeye çalışıyoruz. “Ben olsam böyle davranmazdım” diyorum ancak biliyorum ki ben o değilim işte. “Tahmin edemedik” diyorum ama böyle keşfediyor insanlar birbirlerini. O da bizi dinliyor, ortak bir noktada birleşemesek de herkes anlıyor. Şu şaka olmasa, daha bir 100 yıl kestiremezdik Melodi’nin böyle bir olaya, böyle bir tepki vereceğini. O bize kızgın düşüncesizliğimizden ötürü; ve biz de ona, abartı bulduğumuz tepkisi yüzünden. Ancak her ne kadar tam tersi iddia edilse de, satır aralarında herkes kendini düşünüyor. “Bir daha 1 Nisan şakası mi, asla!” diyor Sevil. Ben tam tersini düşünüyorum. Kuytularda, diplerde saklanmış “sen” ve “ben”leri merak ediyorum.