Bir süre ürkekçe bekledim Dilek Çeşmesinin başında. Çeşme, ikircikli halimi fark etti, hafifçe çevirdi başını, beni elimde uzun bir listeyle beklerken gördü, şaşırdı;
“Evet ?!”
“Affedersiniz, bazı dileklerim vardı da.”
“Neden olmasın, herkesin var.. Havuz bölümüne bozuk para atın biraz, dileklerinizi de oraya bırakın.. Ben zamanı gelince ilgilenirim.”
Ama benim istediğimi almadan gitmek gibi bir niyetim yoktu. Çeşme yerimden kımıldamadığımı görünce yeniden kaldırdı başını;
“Siz.. hala burada mısınız?”
“E-Evet.. Şey.. şu dileklerim var ya..”
“Ne olmuş dileklerinize?”
“Sanırım onlar size biraz garip gelecek.”
“Garip mi? Çok mu garip? Verin bir göz atayım isterseniz.”
“Ben çok utangaçımdır ama.. Siz yanımda okurken..”
“Haydi canım rahat olun biraz!.. Hem nasıl olsa sonuçta onları okuyacak olan ben değil miyim. Ha şimdi ha sonra, ne fark eder.”
Güven vermek için gülümseyerek bakıyordu. Çekinerek uzattım elimdeki kağıdı, çeşmenin gözleri fal taşı gibi açıldı.
“Aman tanrım! Bu kadar çok mu dilek dilediniz.”
“Biraz fazla olduğunun ben de farkındayım ama..”
“A.. bir saniye! Ama bunların hepsi geçmişle ilgili!”
“Biliyorum!” dedim çeşmeye, “Üstelik on yıl-yirmi yıl öncesine uzananlar bile var aralarında.”
“İyi ama kimse geçmişi geri getiremez, Dilek Tanrıçası bile. Bunu biliyor olmalısın.. ”
“Biliyorum.”
“Peki neden?”
“Özür dilerim, bu sadece beni ilgilendirir.”
“Üstelik havuza atacağınız para da boşa gidecek.”
“Sorun değil.”
Gözlerimin içine baktı.
“Hmm..bu sizin için çok önemli sanırım. Eh, madem bu kadar candan istiyorsunuz ben de ben dileklerinizi Dilek Tanrıçası’na ileteceğim. Ama gerisi onun bileceği iş.”
“Size müteşekkirim.”
O sevinçle üzerimdeki tüm bozuk paraları attım havuza, dilek suları ellerimi ıslattı. Sonra dileklerimi bıraktım suya, ıslandı kağıt, suyun üzerine yayıldı, yazılar büyüdü. Kağıtlar kayboldu, sadece dilekler kaldı suyun üzerinde öylece batmadan. O zaman anladım dileklerin ne kadar hafif olduğunu. Ben utangaç adımlarla ayrılırken, çeşme dileklerimi yüksek sesle okumaya başlamıştı bile;
Keşke o sıcak ve nemli ekim gününde Delhi’den Akra’ya giderken, Bengal ormanlarının başlangıcı olan yüksek ağaçlar arasındaki virajlarda farların aydınlattığı, yolun hemen kenarına oturmuş yoksul ama umutlu Hintli ailenin, toprakla iç içe mutluluğunu birlikte görebilseydik, güzel yüzlü meleğim,
Keşke Akra’da, Şah Cihan’ın çok erken kaybettiği sevgili eşi Banu Begüm anısına yaptırdığı muhteşem Tac Mahal’in, çizgi inceliğindeki mermer işlemelerine dokunma mutluluğuma erdiğim o gün, kubbedeki firuze renkli mermerin, Anadolu’dan geldiğini bana sen söyleseydin,
Keşke Bombay’da, kamyonlardan dökülen nohut ve thur dal mercimeklerini toplayıp pişirerek doyan, iki çıta, bir naylon örtüden oluşma evlerinde tevekkülle yaşama tutunan, o yoksul insanları içimizden sessizce ikimiz kutsasaydık,
Kalkütta’nın, lüks vergisi ödememek için boyanmayan, mantar kaplı evlerine birlikte bakıp, şaşıp kalsaydık. Sonra hayvanat bahçesinde iki minik yaramazı gösterseydim sana; “Bak, bu iki maskarayı görüyor musun, hani yarısı aslana benzeyen, diğer yarısı da kaplan gibi çizgili kürkleri var. İşte onlar, dünyada bir aslan baba ile bir kaplan anneden doğan ve dünyada ikinci bir örneği olmayan iki yırtıcı aslında.”
Keşke Münih’in dışında, muhteşem göllerden birinin kenarındaki o kocaman parkta, önümüze gelen koca bir sürahi dolusu birayı seninle paylaşıp, atılan ekmeği kapmak için suyun altından gelen balıklarla, suyun üzerinden gelen ördeklerin komik yarışına birlikte gülseydik.
Hamburg’da limanın üzerinden geçen çevre yolundaki gün batımının turuncusu, bir başkasının değil de senin yüzünde yansısaydı keşke,
Yine Hamburg’un arka sokaklarındaki küçük restoranda içtiğim, delice lezzetli, ‘İzlanda Usulü Kremalı Karides Çorbasını’ birlikte kaşıklasaydık,
Münih’ten Paris’e giden trende, Alman köylerinin cennet yeşilliği içindeki villa benzeri, sivri çatılı ve muhteşem köy evlerinden sonra, Fransız köylerinin uzaktan bizimkilere nasıl da benzediğini birlikte fark etseydik,
Keşke Eiffel kulesine bakan yüksek Trocadero meydanında, kendi kendine kanat çırpan lastik kurgulu kağıt kuşlardan birer tane alıp, Eifell’e inen merdivenlerde çocuklar gibi uçursaydık seninle,
Keşke New York’da, o yorgun ve soğuk akşamda, Connoly restoranın rahatlatan atmosferinde martinimi yudumlarken, karşımda bana gülümseyen sen olsaydın,
Keşke Chicago’daki dünyanın en büyük akvaryumunu birlikte gezip, ilk defa gördüğümüz inanılmaz irilikteki o bön bakışlı balıkları birbirimize parmağımızla gösterip, çocuklar gibi kahkahalar atsaydık,
Detroit’teki dünyanın en yüksek restoranına çıkan şeffaf asansörde, yüksekten delicesine korktuğumu başkalarına çaktırmamak için korkumu sadece seninle paylaşsam, cesaret almak için de ellerimi arkadan uzatıp elini sıkı sıkı tutsaydım keşke. Keşke sen de kulağıma eğilip beni korkumdan uzaklaştırmak için; ‘Biliyor musun?’ diye fısıldasaydın, ‘Bu restoran tam sınırda yapılmış, her dönüşün yarım saatinde Kanada, diğer yarım saatinde de Amerika üzerinde dönüyoruz!’
Keşke sonraki durak olan Toledo’daki, o çok soğuk gecede, açık olan tek mall’ü beraber gezebilsek, sevdiklerimize minik hediyelik eşyalar alsaydık seninle,
Keşke o gün Duluth kentinin öldürücü soğuğunda, limanda üzerine tırmandığım geminin ambarındaki altın sarısı buğdayın saçlarına, ışıl ışıl gök yüzünün de gözlerine benzediğini hatırlasaydım,
Sonra sana bunu anlatmak için Fargo’da, eski bir değirmenden yapılma o harika restoranda, özel tahıl çorbasını yudumlarken bunları kulağına fısıldayıp seni gülümsetseydim,
Keşke Malta’nın dev kayaların arasına açılmış doğal pencerelerden denizin gülümsediği, bir kartpostalı andırır Gozo adasında, gri kayaların arasına kadar sokulan kıskanç ve minik dalgalar, senin pembe keten ayakkabılarını ıslatsaydı.
Keşke St. Julian caddelerinde yürüyüş yapar, deniz kenarında kahvemi yudumlarken yanımda olsan, ben özel soslu Malta Tavşanının tadına bakarken, sen de yüzünü hafifçe ekşitip; ‘Ama ben tavşan yiyemem ki, kıyamam ona!’ deseydin,
Keşke, Barcelona’daki o kartal yuvasına benzeyen Manastıra çıkarken,teleferikte korkmamak için gözlerini kapatıp sonra da; ‘Ben korkmadım ki yorgunluktan kapattım gözlerimi sadece!’ diyerek beni güldürseydin. Sonra rahiplerin ikram ettiği o harika tatlı içkiye bayıldığını söyleyip, iki şişe de dönüş için ısmarlasaydın,
Keşke cıvıl cıvıl Ramblas caddesinde çocuklar gibi neşeyle yürüyüp, canlı heykelleri izleseydik birlikte. Sana çok güzel olduğunu söyleyen Geyşave Japon savaşçısı kılığındaki sanatçıların önündeki kutuya tüm bozuk paramı atsaydım. Sonra komik bir şekilde sana Ramblas’ın meşhur çiçekçilerinden kır çiçeği almak için bozuk param kalmadığını fark edip, senden ödünç bozuk para isteyerek seni güldürseydim,
Barcelona Tapa’larında tıka basa okyanus lokumu yedikten sonra, Gaudi ustanın ‘La familia Sagrada’ sı ile ‘Gaudi Mahallesi’ ni gezip, kat kat ve rengarenk evlerin nasıl da kremalı pastaya benzediğini söyleseydik birbirimize,
Madrid sokaklarında, pembe çiçekli etekliği ile en içli şarkılarını söyleyen çingene kızın şarkıları, benim gibi senin de içini burkup gözlerini nemlendirseydi keşke,
Daha sonra hüzünlü havadan sıyrılıp, zarif ferforje balkonlu, Arnavut kaldırımlı bir sokaktaki küçük bir restoranda, deniz ürünlü Paella kaşıklasaydık seninle,
Keşke Madrid’in en ünlü meydanında, dünyanın her yerinden gelen insanlarla birlikte, sokakta kutlanan o yılbaşı gecesini seninle paylaşsaydım meleğim. Sonra İspanyol adetlerine uyup, saat gece yarısı olduğunda, gongun her vuruşuyla bir dilek dileyip bir üzüm atsaydık ağzımıza. On iki vuruş, on iki üzüm, on iki dilek…
Sonra elimizdeki boş içki şişesini, diğer arsız İspanyolların yaptığı gibi, yanımızda yükselen gururlu şövalye heykeline fırlatıp, arka sokaklardaki barların birinde, İrlanda müziği dinlemeye gitseydik,
Majorca adasındaki o olağanüstü yer altı mağarasının dar dehlizlerinde hafifçe ürpererek yürüyüp, en alttaki yeşil cam benzeri suyun kenarına kadar inseydik. Orada, sarkıt ve dikitlerin arasında, o cam benzeri şaşırtıcı durgunluktaki suyun üzerinde sessizce süzülen, kenarları mumlarla donatılmış teknenin üzerindeki müzisyenlerin, ortaçağ enstrümanlarıyla çaldıkları o büyüleyici melodiyi, yüreklerimiz titreyerek dinleseydik,
Keşke Soğuk bir Prag akşamında, en güzel kıyafetlerimizle katıldığımız o güzel ve kalabalık Zlata Lyra milongasında, ilk valsi ve son milongayı seninle yapabilseydik güzel gözlü meleğim..
Ah!.. Zaman bitti ama dileklerim bitmedi sevgilim.. Yine sıralayacağım ‘keşke’ lerimi ve inan her keşke de yine ‘sen’ olacaksın..