Güneş, Cordoba köylerini yakıp kavuran kendisi değilmiş gibi, dağların ardında sessizce yitip giderken, La Teja köyünün bulunduğu vadiye de sisler arasında tatlı bir kızıllık çöküyordu. Aşağıda tarlalarıyla, bahçeleriyle uğraşan köylüler, yavaş yavaş evlerine dönme hazırlığındaydılar. Dışı keçeyle kapatılmış atlı bir araba, virajlı toprak yoldan ağır ağır inmeye başladı köye. Tekerlekler bir çukura girip araba sarsıldığında, Antonio Munoz da daldığı hayallerden ayrılıp yeniden gerçeğe döndü. Terlemişti, üzerinde sineklerin uçuştuğu yara bere içindeki yüzü kaşınıyordu ama o arkadan bağlı elleriyle silemezdi yüzünü. Başını zorla omzuna sürterek kaşıntıyı gidermeye çalıştı. Anılar onu yeniden çağırıyordu on altı yıl öncesine. Oğlunun doğduğu o güzel Nisan sabahını hatırladı yeniden. Büyükanne Maria, ellerinde havluya sarılmış kapkara saçlı, pembe tenli bir bebek tutuyordu.
“Gözün aydın Antonio!” demişti, “Bir oğlun oldu!”

Hemen içeri girip, karısının yorgun ve terli bedenine sarılmak, onu öperek kutlamak istiyordu çiftçi Antonio ama gözünü buruş buruş, hoşnutsuz bir yüzle mızırdayan o küçük mucizeden bir türlü ayıramıyordu. Bir oğlu olmuştu.. tanrı, bir oğul vererek kendisini onurlandırmıştı. 

“İsabel nasıl?” diye sormuş, yaşlı büyükanne de, “Yorgun ama gururlu!” diyerek yanıtlamıştı kendisini.
Demek on altı yıl geçmişti üzerinden o güzel günün. Oysa Antonio Munoz’a dün gibi geliyordu yaşadıkları. En kutlanası gün için özenle sakladığı şaraplarını çıkarmış, kimsesizlere tencereler dolusu yemek dağıtmıştı fakir mutfağından. Dört yaşında onu ilk kez dereye balık tutmaya götürmüştü. İlk kavgasını ettiğinde yedi, ilk aşık olduğunda dokuz yaşındaydı Victor. “Ne güzel günlerdi o günler tanrım!..” diye geçirdi içinden. Daha o lanet iç savaş başlamamıştı, halk, devrimciler ve faşistler, ya da cumhuriyetçilerle milliyetçiler diye ikiye ayrılmamıştı henüz. Ama özgürlüğü, adaleti savunmak gerektiğini biliyordu. Böyle öğrenmişti Antonio babasından ve birinci dünya savaşına katılmış dedesinden.

Franco!…

Her şeyin sorumlusu, o iktidar delisi pis herifti. Mutsuzluğunun kaynağı, acının, ölümlerin sorumlusu, ellerine masumların kanı bulaşmış General Franco…

Araba bir sarsıntıyla durduğunda, geçmişten sıyrılıp yaşadığı an’a yeniden döndü Antonio. Arabanın arkasındaki keçe perde aralandı, iki gerilla onu kollarından tutup hoyratça indirdiler.
“Yürü!..” dedi iri yarı olanı, “Komutan Nunez seni bekliyor.”
Diğeri eskiden komşusu olan bir değirmenciydi; “Niye?” diye fısıldadı, “Niye Antonio?”
Çiftçi Antonio komşusuna; ‘Anlatsam da anlamazsın!’ der gibi baktı. Birinci gerilla sertçe uyardı arkadaşını, “Onunla konuşma!”

Az sonra Komutan Nunez’in barakasındaydılar. İçeride, isli lambanın kokusu, taze pişmiş ekmek kokusuna karışıyordu. Önündeki tepsiyi kenara itti komutan.
“Siz çıkabilirsiniz!”
Gerillalar komutanlarına baktı. “Çıkın merak edecek bir şey yok, onu yalnız sorgulamak istiyorum!”
“Emredersiniz komutanım!” diyerek çıktı devrimci gerillalar.
“Aç mısın?” diye sordu komutan. Başını olumsuz anlamda salladı Antonio. “Aç olduğunu biliyorum!” diye üsteledi Nunez, “O ormanda üç gündür aç bilaç saklandığını biliyorum.”
“Sağ olun komutan, istemiyorum.”
Komutan gümüş tablasından iki sigara çıkardı, birini tutukluya uzattı. Arkadan kelepçeli olduğunu fark edince belindeki anahtarları çıkarıp kelepçeyi açtı.
“Bir saçmalık yapmazsın değil mi Antonio?”
“Yapmam komutan!”

Az sonra sarma sigaradan çektiği ilk nefeste kendini biraz daha iyi hissetti. Kısa süren sessizliğin ardından arkasına yaslanıp konuştu komutan; “Anlat bakalım Antonio.”
“Anlatacak bir şeyim yok!”
“Elbette var!” diye üsteledi Nunez. “En güvenilir adamlarımızdan biriydin. Paraca destekledin devrimcileri, yemek verdin, yaralılarımız sakladın. Sonra da gidip komutan Perez’i faşist askerlere ispiyonladın… neden?”
“Anlatmak neyi değiştirecek komutan?”
“Ne bileyim, belki bu sayede ikimiz de gece huzurlu bir uyku uyuruz.”
“Yarın kurşuna dizilecek olsam da mı?”
“Yarın kurşuna dizilecek olsan da Antonio.”
Yutkundu çiftçi.
“Benim için çok geç ama sizi rahat uyutacaksa…”
“Dinliyorum Antonio.”

O zaman anlattı Antonio…
‘Yapısı gereği otoriteyi sevmezdi. Halkı acımasızca sömüren zenginlerden, kaba kuvvet kullanan faşistlerden ise hiç mi hiç haz etmezdi. O yüzden katılmıştı devrimcilere. O yüzden katlanmıştı onca sıkıntıya ve acıya. Ama oğlu, Victor… Onun aklını faşistler ve onların siyah urbaları çelmişti. Devrimcileri kötülüyor, General Franco’nun resmi bildirilerini getiriyordu durmadan eve. Kaç kere tartışmışlar, kaç kere kavganın eşiğine gelmişlerdi. Ama caymıyordu bir türlü Victor bildiği yoldan. Bazı gecelerse eve hiç gelmiyordu. O gecelerde Antonio, oğlunun Franco taraftarı gençlik örgütlerinde gecelediğini düşünüyordu. Besbelli beynini yıkıyorlardı çocuğunun. Onu odasına bile kilitlediği olmuştu ama ne yaparsa yapsın Victor bildiğini okuyordu. Bir yıl boyunca yaşadılar bu gerilimi. Sonra…

O lanetli günün öncesindeki geceyi anımsadı ve gözleri yaşardı Antonio’nun.
O gece garip bir hüzün vardı gözlerinde delikanlının. Çıkarken babasına sarılmış; “Affet beni baba!” demişti, “Belki bazı şeyler bildiğin gibi değildir. Belki senin düşündüğün aşağılık şeyleri yapmamışımdır.”
“Yapma oğlum!” diye yanıtlamıştı o da oğlunu, sen daha çocuksun. Aklını çeldiklerini biliyorum. Sen benim, çiftçi Antonio’nun oğlusun, kötü bir şey yapmazsın.”
Sıkı sıkı sarılmışlardı. Sanki bir vedaya benziyordu bu sarılma. Çocuk ellerinden kayıp kapıya yöneldi.
“Nereye gidiyorsun Victor!”
“Göreve!”
“Ne görevi? Yapma oğlum, ne olur gitme! Bu gece evde kal!”
“Gitmem gerek baba, bensiz olmaz!”
“Ne olmaz sensiz? Nereye gideceksin? Bana da söyle, yoksa bırakmam seni.”
“Gitmek zorundayım baba, beni tutma.”
Kapıya atıldı çiftçi son çare kilitleyecekti kapıyı gitmesin diye. Victor ilk kez silahını çıkardı işte o zaman.
“Bana engel olma baba.. ve anneme iyi bak!”
Kadın dövünerek ağlıyordu; “Gitme Antonio, gitme yavrum! Kötü şeyler olacak, biliyorum.”
Kapıdan çıkarken son kez anne ve babasına dönüp gülümsedi çocuk; “Elveda anne, elveda baba!”

O gece, birbirine sarılıp dua ederek sabahlamaktan başka yapacak şey kalmamıştı çiftçiyle karısına. Öğleye doğru kara haber geldi; Savunma Bakan yardımcısı Salinas, Franco taraftarı gençlerin örgütünü ziyaret ederken, gençlerden biri, -adı Victor Munoz-, silahını çekerek bakan yardımcısına ateş etmiş, kendisi de korumaların silahında çıkan kurşunlarla hedef olarak oracıkta can vermişti. Yaralı bakan yardımcısı hastaneye kaldırılıp hemen ameliyata alınmıştı. Ama büyük ihtimal iyileşecekti. O zaman anlamıştı çiftçi, oğlunun devrimciler tarafından suikastçı bir casus olarak yetiştirildiğini. Ama o daha çocuktu, deneyimsizdi, hayatı ve insanları tanımıyordu. Askerler onun ölüsünü bile vermemişti ailesine.

Olayı araştıran Antonio, oğlunu bu mutlak ölüm getirecek suikaste, Reinaldo Guerra’nın bizzat hazırladığını öğrenmişti. Komutan Guerra, onun bir çocuk olduğuna aldırmadan küçük oğlunu ölümün kollarına göndermekte tereddüt etmemişti. Olayı öğrenince ağlamadı Antonio, yakınmadı, yas da tutmadı. Ama onun yerine bir sabah gidip, askerlere Guerra’nın saklandığı evi haber verdi. Sonuçta komutan yapılan baskında iki korumasıyla birlikte delik deşik edilerek öldürülmüştü. Sonuçta işte burada, yarın suçu okunarak meydanda kurşuna dizileceği köyün bir barakasında, komutan Nunez’e olanları itraf ediyordu.

“Peki neden Antonio? Neden o çocuğun babası olma onurunu yaşamak varken böyle kirli bir yolu seçtin? İntikam oğlunu geri getirdi mi? Bilmiyor musun, devrimciler ölmeden devrimler gerçekleşmez!”
“Çocuğunuz var mı komutan Nunez?” diye sordu çiftçi.
“Evet bir kızım ve bir oğlum var. Niye?”
“Sağlar değil mi?”
“E-evet. Ama..”
“Komutan Guerra’nın da iki oğlu var ve onlar da sağ. Ama ölüme giden benim oğlum oldu. Ona bu seçim hakkını kim verdi?”
‘Bu bir savaş halidir Antonio!’ demeye hazırlandı Munoz ama sonra vaz geçti. Yanıtının çok anlamlı olmayacağını kendi de biliyordu. Onun yerine sigara tabakasını çıkarıp masaya bıraktı.
“Bu konuda haklı olmak, kurşuna dizilmeni önlemeyecek Antonio, biliyorsun değil mi!” dedi kapıya yönelirken.
Acıyla gülümsedi çiftçi.
“Ölmekten korktuğumu kim söylüyor. Ölüm benim kurtuluşum komutan!”

Söz bitmişti.

Başıyla hafifçe selamladı Antonio’yu komutan Nunez kapıdan çıkarken. Bakışlarında, çaresizlikten doğan bir hüzün vardı…

Sabit Sümer