Hani birdenbire birşey düşüverir bazen aklınıza, uzun zamandır uzak kaldığınız birşey. Yan komşunun mutfağından odanıza kadar ulaşan yemek kokusu nicedir patlıcan dolması yemediğinizi hatırlatır, bazen de bahçeyi sulayan pancar motorunun patapatları denizden çok uzakta size sabah dinginliğinde limandan süzülerek çıkan balıkçı motorlarını hatırlatır , hatırlatır da yüreğiniz denizin özlemiyle sızlayıverir. İşte ben de o sabah acıkmış gibi, susamış gibi, uzaklardaki sevgili bir dostu özlemiş gibi içinde doğdup büyüdüğüm mahalleyi ziyaret etmek için dayanılmaz bir istek duydum. Hatırlarsınız, bir öyküde bize kendini anlatan, çamlığın altındaki o eski, o güzel, o tanıdık mahalleyi (*)..
Uzun boylu düşünmedim hiç, içimde sıcacık bir heyecan zaman içindeki kaydıraktan kayıp çocukluğumun ve düşlerimin uçsuz bucaksız ülkesi güzel mahalleme ulaştım. Ama bu kez ana yoldan sokağımıza tırmanan her zamanki merdivenler yerine eski evimize daha yakın olan, Ziya Amcaların bahçesinin önünden geçen toprak yokuşu seçtim mahalleye girmek için. İşte herşey bıraktığım gibiydi, ahşap tavan kirişleri çürümeye yüztutmuş beyaz badanalı kerpiç evler, babaların emeğini, anaların sevgisini ve özenini yansıtan özenli bahçeler, meyva ağaçları, çiçekler ve sokakları dolduran çocuklarıyla tıpkı çocukluğumdaki gibi. Ama içinde yıllar yılı mutlu yaşadığım, çocukluğumda gözüme neredeyse bir kent gibi görünen o koca mahalle şimdi küçülmüş bir maket gibiydi gözlerimin önünde.
Çevreye şöyle bir bakındım, yakıcı öğle güneşine rağmen arkadaşlarımın çoğu kendilerini sokağın keyfine kaptırmışlardı. Aradan geçen kırk uzun yıla karşın bir çoğunu daha ilk görüşte tanıdım. Ama bazıları puslu anılardan yavaş yavaş silinmeye başlamışlardı.. Oysa birlikte oynarken..
Onları yorgun belleğimde yeniden adlandırmaya çalıştım; örneğin taş bir duvarla yoldan ayrılmış gölgeli bahçelerinin içinde oynayanlar Efide teyzenin kızları olmalıydılar. Öyle kalabalıktılar ki onların isimlerini o zamanlarda da karıştırırdım. Yanlarına yaklaşıp duvarın üzerinden izlemeye başladım. Bir yağmur sonrası suların sürüklediği çakıl taşları arasından özenle seçilmiş taşlarla ‘ beştaş ’ oynuyorlardı sakince. Kendilerini izleyen bu orta yaşlı beyaz saçlı adamı farkedince çilli yüzlerini bana çevirerek güzel çocuk gözleriyle şaşkın şakın baktılar. Hatırlamaya çalıştım, onlar mı benden büyüktü yoksa ben mi onlardan.. Hatırlayamadım.
Onları daha fazla tedirgin etmeden yanlarından ayrılıp Şöför Yahya amcaların bahçesindeki, üzerinden defalarca düştüğüm dut ağacının gölgesinde oynayan arkadaşlarıma yöneldim bu kez. Kimler yoktu ki aralarında; Bakkalın oğlu Çilli Fuat, Atilla , Kıvırcık Uğur, Arap Çetin, kardeşi Engin, Mızıkçı Sarı Niyazi, Kocakafa Halil, Doktor Hüseyin, Bızdık Özcan ve Yukarı mahalleden Ethem. Küçük başlarını çevirerek kendilerini izleyen bu adama dikkatle baktılar. Kendilerini sevecen bakışlarla izleyen bu kocaman adamı bir yerlerden tanıdıklarını düşünüyorlardı ama çıkaramamışlardı besbelli. Diğerlerine baktım ; öğle sıcağına rağmen top oynayanlar, çelik-çomak, misket, kovalamaca oynayanlar, ağaçlara tırmananlar, topaç ve çember çevirenler. Ama ben aralarında yoktum, olsaydım yengemin diktiği beyaz kareli mavi montumdan, komik alabros traşımdan ve masum bakışlarımdan kendimi mutlaka tanırdım. Belki de annem bakkala göndermişti öğle yemeği için alış veriş etmeye. Öyle ise bakkal Hacı Mehmet’ in dükkanına bir uğramalıydım çocukluğumu bulmak için. Mavi gözlü, koca kafalı Hacı Mehmet, bakkalının önüne oturmuş ahşap ağızlığına taktığı Birinci marka sigarasını tüttürüyor, bakkalın önündeyse bir kaç çocuk içine lokum konulmuş pötibör bisküisi eşliğinde markasız gazoz içiyorlardı tadını çıkararak.. ama ben yine aralarında yoktum.
“ Buyur beyim ! ” dedi bakkal ayağa kalkmaya davranarak.
“ Rahatsız olma Mehmet amca ! ”dedim, “ Ben… Çocukluğuma bakınıyordum da .. ”
“ Adı ney bakayım çocukluğunun? ”
“ Sabit olacaktı. ”
“ Tamam ! Daha demincek makarnayla yoğurt almak için buradaydı. Belkim şu ötede oynayan çocukların arasındadır, bir bak bakalım. ”
Gülümseyerek teşekkür ettim. Ben ayrılırken bakkalın iki gözü ayrı ayrı elanın en güzel iki tonuna sahip karısı yemek getiriyordu Hacı Mehmet’ e başından hiç çıkarmadığı yemenisiyle. O arkamdan hatırlayacak gibi bakarken ben de çocukluğumu yeniden kendini oyuna kaptırmış arkadaşlarımın arasında aramaya karar verdim.
Tam çocukların yanına ulaştığımda bu kez evinden çıkmakta olan Demiryolu emeklisi -çalıştığı zamanlarda kolları sarı sırmalı koyu renk üniforması çok hoşumuza giderdi- Fahri amca ile karşılaştım; görmüş geçirmiş, mahalle sakinlerine neşeli, bazen de açık saçık fıkralar anlatan kocaman sesli komik Fahri Amca. Bana sormak yerine çocuklara döndü ;
“ Kimdir bakayım bu efendi? ”
Arkadaşlarım söz birliği etmişçesine;
“ O, misafir! ” dediler.
Fahri Amca altmışlı yaşlarında geçirdiği bir kalp kriziyle yaşama veda etmişti. Şimdi ellilerinde görünüyordu. Demek ki yaklaşık bir on yıl daha komşularını o gür sesi ve şakalarıyla oyalayabilecekti. Bana döndü, bir şeyler söyledi. Sanırım söyledikleri, yaşama dair bir mahalle filozofunun düşünceleriydi. Aklım son derece karışıktı söylediklerini anlamadım, sadece başımı sallayarak onu onayladığımı belirttim, o da çevredekilerle selamlaşarak yoluna devam etti. Arkasından öylece bakıp kaldım.
Bu arada yaz güneşi tepede hükümranlığını sürdürürken arkadaşlarımın çoğu öğle yemeği için evlerinden çağrılmış, oyunun tadını bırakamayan birkaç tanesi dördüncü veya beşinci kez yenilenene kadar yemek çağrılarına kulak asmamaya karar vermişlerdi. Ve hepsi de kadar mutlu ve tasasız görünüyorlardı, tıpkı onlarla aynı yaşta olduğumda benim de olduğum gibi.
Aşağıdan sıcak yüzünden yokuşu yavaş yavaş tırmanan bir satıcı arabası göründü. Yaklaşınca tanıdım, meşhur ‘Dana Kahküllü ’ yü. Sürmeli yeşil gözleri ve özenli kıyafeti dışında, son derece düz saçlarını briyantinleyip önüne bir de kahkül bırakırdı. Aslında kahkül, mahalle kadınları arasında söylene söylene ‘Kekil’ e dönüşmüş, saçlar da böyle abartılı bir şekilde pırıl pırıl briyantinlenince adamın adı haliyle
‘Dana Kekilli ’ kalmıştı. Aslında kırklı-ellili yılların Amerikalı aktörlerini andırır bir yakışıklılığı vardı. Kimse gerçek adını bilmezdi. O, dana kekilliydi işte o kadar. Arabasından hevenk hevenk muzlar gibi renk renk naylonlar, plastik kovalar, leğenler, kaplar, maşrapalar, hamam tasları ve süzgeçler sarkardı. Sıcakta arabasını itmekten yorgun, aralanmış ağzında bir de altın dişi parlıyordu Dana Kekillinin.
Ciğercilerden Hacı Sadık Amca’nın kiracısı, öğle yemeğini bitirmiş, sokağın tozunu kaldırarak üzerinde ‘ Altıntaş ’ yazılı Ford minibüsü ile çıktı mahalleden. Ulus-Topraklık hattındaki servisine gidiyordu besbelli. Sonra, delice bir yağmur sonrasındaki o bayram gününde, yanlış bir zamanlamayla yapılan bir patinaj sonrası abimin ilk kez giydiği beyaz takım elbisesini nasıl boydan boya çamur içinde bıraktığını hatırladım Altıntaş minibüsünün.. Kavgaya ramak kalmıştı..
Yemeğini bitiren çocuklar yavaş yavaş dökülüyorlardı sokağa. Birkaç tanesi yakınıma geldiler, karşıdaki taş duvarın kimi dibine, kimi üzerine oturarak beni izlemeye başladılar. Her biri 8-12 yaşlarındaydılar. Çok iyi tanıdıkları ama kim olduğunu bir türlü çıkaramadıkları bu adamı merak ediyorlardı.
“ Sen yukarı mahallede mi oturuyorsun ? ” diye sordu birisi.
“ Ben mi! Ee.. eskiden oturuyordum, belki de hala oturuyor sayılırım.” diye yanıtladım onu. Cevabımı pek tatminkar bulmadıklarını bakışlarından anlaşılıyordu. Sonra içlerinden birisi, birden bire aklına gelmiş gibi;
“ Hadi maç yapalım! ” dedi. Hep birlikte top bulmaya gittiler.
Onlar uzaklaşırken yukarıdan başka bir tanıdık ses yükseldi. Bu yanık ve güzel ses kısa bir gazel okurken çocuklar ve büyükler başına toplandılar. Onu görmeden kim olduğunu anladım. Sesin sahibi, saçlarını sürekli dibinden kazıttığı için terli kafası güneşte sürekli pırıl pırıl parlayan, buna karşılık yukarı doğru burulmuş uzun yeniçeri bıyıklarıyla minyatür bir eski zaman yağlı güreşçisini andıran Karadenizli macuncumuzdu. Önce o güzel sesi ile okuduğu güzel kısa gazellerle insanları çevresine toplar, sonra onlara yuvarlak, içi bölümlere ayrılmış metal bir kaptan cıvıl cıvıl renkli, parlak cam görünümlü macunlar satar, macunları küçük tahta saplara dolamak içinse sarı, kırık saplı bir tornavida kullanırdı.
Az sonra çocuklar içine bez doldurulmuş plastik bir topla yeniden geldiler. Taşlardan kaleler hazırlandı, takımlar seçtidi, ama takımlardan biri eksik kalmıştı. Kıvırcık Uğur ;
“ Amca be! ” dedi “ Şimdi arkadaşımız Sabit gelir yemekten, o gelene kadar yerine oynasana. ”
“ Oynarım çocuklar ! ” dedim, “ Neden olmasın. ”
“ Geç o zaman kaleye ! ” dediler, ikiletmden geçtim. Kıvırcık yine ;
“ Çıkarın bakalım gazoz paralarını ! ” dedi karşı takıma.
“ Niyemiş o? ”
“ Yenilince hep mızıkçılık yapıyorsunuz oğlum.”
Mızıkçı Niyazi yüzünü ekşiterek,
“ Yok yaa ! ” dedi “ Esas siz yaparsınız mızıkçılığı. ”
İçlerinden biri -en yakın arkadaşım Atilla- yaklaştı maç başlamadan, “ Amca senin adın ne? ”
“ Sabit ! ” dedim. “ Sabit benim adım. ”
Bu benzerlikten oldukça şaşkın, “ Tamam ! ” dedi, “ Bizim Sabit gelince sen çıkarsın ama ! ”
“ Çıkarım ! ” dedim “ Söz ! ”
Oynadık, terledik, gol attık, gol yedik, yenildik, mızıkçılık yaptık, gazozları almadık, küstük, dalaştık, barıştık.
Küçük Sabit bir türlü gelmedi.
Ama benim için artık dönme vakti gelmişti.
Kavuşmak üzere olan güneşin yumuşak turuncuları evlerin beyaz badanalı duvarlarına yansımaya başlayıp, bahçeleri süsleyen keskin kokulu karanfillerin, kırmızı beyaz güllerin ve nanelerin sulanmasıyla ortaya çıkan o güzel toprak kokusu havaya karışırken biraz buruk, çocukluğumu bulmayı bir sonraki ziyaretime bırakarak garip bir hüzünle mahalleden ayrıldım.
Ben uzaklaşırken yıllar yılı yaşadığım, çocukluğumda gözüme neredeyse bir kent gibi görünen o koskoca mahalle şimdi küçülmüş bir maket gibiydi gözlerimin önünde.