Lalin sahnede ışıl ışıldı… Gökyüzünde, uzaklarda bir yerde tek başına, ama binlerce kilometre uzaktan bile ışıltısını hissettirebilen bir yıldız gibi parlıyordu. Söylediği parçalara kendisini öylesine kaptırmıştı ki, bizlerin salondaki varlığını fark etmesi bir yana, ona eşlik eden küçük orkestranın bile farkında olduğundan şüphe ediyordum.
Kırılgan bir hali vardı. Ya da belki çoktan kırılmış…
Gözleri sanki içinden gelen çığlığın dışarı taşmasını istiyor, “beni duyun” artık diyordu. Lalin’in ilk karşılaşmamızda bende uyandırdığı güçlü kadın imajı ile büyük bir çelişki taşıyordu şu an karşımdaki hali.. Korunmaya ve sakınılmaya ihtiyacı olan küçük bir kız çocuğu… İki farklı insanın bir bedende can bulması, aynı bedende birbirlerini rahatsız etmeden uyum içerisinde yaşaması ne kadar mümkündü ? Aslında Lalin’i tanıdığım günden bugüne kadar tek yanıyla düşünmüş ve o yanına hayran olmuştum. Ama şimdi bu iki farklı yanı bir arada tutabilme becerisini görebildiğim için ona daha farklı bir hayranlıkla bakıyor, daha farklı bir göz ile izliyordum onu…
Söylediği şarkıyı bitirmiş, salondan gelen birkaç cılız alkıştan sonra biraz içkisini yudumlayıp yeni bir şarkıya başlamıştı. İşte o anda içimde bir yerlerde bir şeyler koptuğunu hissettim. Ne olduğunu kestiremediğim ama onunla aynı anda, aynı şeyleri hissettiğime adım gibi emindim. Lalin mutsuzdu… Bunu nasıl hissettiğimi ya da bundan nasıl emin olduğumu bilmiyordum ama hayatımın son birkaç haftasında düşüncelerimden atamadığım ve gözlerine bir tutsak gibi esir olduğum o kadın mutsuzdu!
Şarkıyı mırıldanmaya başlayıp da sözlerini duyunca, yanılmadığımı bir kez daha anladım. İlginçtir ki mutsuz olduğum zamanlarda bana meditasyon gibi gelen ve aksi bir ruh durumunda dinlemekten asla haz almadığım eski bir parçaydı seçtiği… Zuhal Olcay’dan dinlemiştim ilk kez… Başka söyleyen olmuş muydu diye düşünürken bazı şarkıların bazı insanlarla özdeşleştiği gelmişti aklıma… Parçaya ruhunu veren kişi, onun yaşamasını da ancak kendisi sağlayabilirdi. Mesela “My way” ile Frank Sinatra ya da “Kol düğmeleri” ile Barış Manço, bana göre asla ve asla birbirlerinden ayrı yaşayamayacak sevgili gibiydiler.
Ama Lalin sanki beni yalanlamak veya kendisinin bir istisna olduğunu ispatlamak için şarkı ile bütünleşiyordu karşımda.
Kim geri verebilir bana, harcadığım yıllarımı
Dağınık yatağım, mutsuz yatağım
Onardın mı yüreğimi…
Şarkı sadece bende değil, salonu dolduran diğer insanlarda da aynı etkiyi yaratmış olmalıydı ki bir de alkolün yardımıyla kendilerinden geçmenin sınırında olanlar derin çıt çıkaramadan onu dinliyorlardı. Nedim ve Özlem bile benim Lalin’e daldığımı fark edince aralarında kaynatmayı bırakmış sahneye yöneltmişlerdi dikkatlerini.
Sevginin gücünü görmeyen gözler
Gecikmiş yaşlarını döker
Öyle bir an gelir ki, sevişmek ölmeye benzer
Dağınık yatağım, mutsuz yatağım
Seni artık yalnızlık bekler…
İlk gördüğümde vurulduğum gözleri şu anda söylediği şarkının sözleri ile buğulanmış, ağladı ağlayacak bir Lalin vardı karşımda. Belki de en savunmasız haliydi şu anda seyrettiğim. En hassas ve en kırılabilir… Ama inanılmaz bir haz alıyor gibiydi aynı zamanda. Kanımca bunun farkına varabilecek olan insanların azlığından, korkmadan ve kimseden çekinmeden ardına kadar açıyordu kapalı kapılarını. İçinde biriktirdiği ve bastırdığı, sakladığı, kilit altında tuttuğu ne varsa özgürlüğüne kavuşmuş, dört nala saçılıyordu etrafa. Az sonra şarkı bittiğinde hepsi dönecekti tekrar surlarının ardına ve ilk tanıdığım Lalin, daha doğrusu diğer tüm insanların tanıdığı Lalin olacaktı tekrar. Onun rahatlığı ile söylüyordu şarkısını ama bir noktanın o da farkında değildi. Artık asla eskisi gibi olamayacaktı. Sırrına ortak olan birileri en azından biri vardı bundan sonra. Artık eski Lalin olmasına izin vermeyecek ve onu şefkatle sevecek biri…
Gün gelir hesap sorar
Yaşanmamış anılar
Yüzünüze örtülür böyle
Geç kaldığınız kapılar…
Şarkıyı bitirdiğinde salondan benim de şaşıracağım şiddette bir alkış koptu. Şarkının bitişi bile bir kapı gibi kapanmıştı anlaşılan tüm dinleyicilerin üzerine…Bu kadar kişinin alkışına şaşırmış gibi utanıp kızararak teşekkür etti. Sonra da orkestranın kısa bir ara verdiği anonsundan sonra sahnedeki kadehi alıp yanımıza geldi. Demek salonda onu izlemeye geldiğimizin farkındaydı… Bu sefer de şaşırma sırası bendeydi. Özlem ile sıcak bir kucaklaşmadan sonra Nedim ile bana “hoş geldiniz” deyip masamıza oturdu.
Yanılmamıştım. Sanki sahneden inerken üzerine giyindiği kostümü ama aslında maskeyi sahnede bırakmış, masamıza onu ilk tanıdığımız hali ile gelmiş oturmuştu. Ama bir farkla… Onu daha farklı izleyen bir çift gözün seyrinden habersizce… Sanki ona “seni tanıyorum” diyen gözlerle bakıyordum. Bendeki değişikliğin farkına henüz varmamış bir mahcubiyet ve baştan çıkarıcı bir gülümseme ile;
– “Çok mu feci görünüyorum?” diye sordu.
– “Bence tam tersi. Bu şarkıyı sizin sesinizden dinledikten sonra insan bir feci oluyor.” dedikten sonra kadehimi Lalin’e kaldırıp “size, sadece size…” diyerek gülümsedim. Özlem, bende hasıl olan bu ani değişiklik ve atik tutumum karşısında şaşırmış ama ortalıkta esen sessizlik rüzgarını dindirebilmek için araya girme gereği hissetmişti.
– “Lalin, baktık ki senin bizi çağıracağın yok. Bizde Nedim’le karar verdik, Oğuz’u da tuttuğumuz gibi kolundan çıktık geldik işte. Muhteşemdin güzelim! Hele de son parçan bir harikaydı. Hepimizi bir alemlere götürdün…” derken yüzünde hafif bir burukluk belirdi.
– “Beğendiğinize sevindim. Ayrıca sevdiğim insanlara söylerken ayrı bir keyif alıyorum. Benim için de yeri özeldir bu şarkının…neyse…
Masamıza bakan garsona içkilerimizi tazelemesini işaret ettikten sonra kendime bir sigara yakıp kalan paketi içen olur diye masaya uzattım. Lalin içinden bir tane aldıktan sonra sigarasını yakmamı bekledi ve ardından da ekledi hemen;
– “Eğer geceyi erken terk etmeyecekseniz size bir sürprizim olacak Oğuz Bey.”
Nasıl onu böyle güzel bir gecede ve bu kadar güzelken terk edebilirdim ki ??? Aklınca bana yılbaşı gecesini hatırlatmak istiyordu. Yabanıl yanımın farkında olduğunu belirtmek istiyordu.
– “Sonsuza kadar bile sürse, beklerim sizi…” dedim, kendi ağzımdan çıkanlara hayret ederek…
Neler oluyordu bana? Kart bir zamparadan bile duyunca iliklerime kadar güldüren bu klişeleri ben mi söylüyordum? Daha yaratıcı olduğumu tahmin ederdim. Demek ki insan, ilişkilerden uzak kalınca neyi, ne zaman ve nasıl söyleyeceğini unutuyormuş. Korktuğumun başıma gelmesine hazır değildim. Hele ki bir aşka asla! Ama insan en olmayacak zamanda tutulurmuş aşk yağmuruna. Hem nereden bilebilirdim ki, hiç bu yağışa maruz kalmamış, değil iliklerine işlemesine, üzerindeki giysilere bile yağmasına izin vermemiş bir insan olarak…
Kibarca izin isteyerek aralarından ayrıldım. Aslında orkestradakilerin enstrümanlarının başına geçmesine henüz zaman vardı. Ancak içimdeki sıkışıklık beni daha tenha bir yere doğru götürüyordu. Hani insanların tek başlarına bir yerde unutulmak istediği zamanlar vardır ya… İşte tam da öyle bir psikoloji içinde onca kendinden geçmiş insana az sonra yine bir şeyler söylemek için sahneye çıkacaktım ki, hem bunu istemiyor hem de kendimi onların yerine koyarak ne düşündüklerini tahmin etmekten kaçıyordum. Hangisi saçıma, hangisi elbiseme, hangisi göğsüme bakıyor; hangisi sesimi dinliyordu?
Oysa ben burada, musluktan avuçlarıma doldurduğum bir tutam su ile saçlarımı alnımdan geriye doğru ıslatırken, bir anı travmasının ikinci raunduna geçmek için güç toplamaya çalışıyordum. İnsanların derdi neydi, benimkisi neydi? Ve herkes birbirinin dertlerinden nasıl da bihaberdi?
Lavabodan dönüşümde ne zaman başlayacağımızı soran bas gitariste elimle “biraz sonra” diye işaret ettikten sonra bara yöneldim. Huzurlu bir tebessümle beni karşılayan Ali ne içeceğimi sordu. Aklım o kadar doluydu ki, “farketmez” gibi absürd bir kelime çıktı ağzımdan. “Emin misin?” diye yineledi.
– “En iyisi sen votkanın içine biraz tonik koy, limon suyu, buz da ekle, yok ya da buz koyma sırf limon suyu olsun ama mümkünse soğuk tabi. Ha bir de duble votka!”
– “Lalin iyi misin?”
– “Cevabını bildiğin bir soruyu niye soruyorsun?”
– “Burada demeyeceksin değil mi?”
– “Hayır tabi ki! Hem burada olsa da kötü oluyorum, olmasa da…”
– “Hadi unut artık şu adamı!”
– “Onun yerinde oturan adamı görüyor musun peki?”
– “Evet, ne olmuş?”
– “O sandalyeye benim için özel olmayan hiç kimse oturmadı biliyor musun?”
– “Yani?”
– “Demişti dersin, onun orada ilk oturuşu…”
– “Ne yani, Tuğan’a inat sırf o sandalyede oturuyor diye baştan çıkaracağını mı ima ediyorsun?
– “Elbette ki hayır. Ama görürsün bak daha çok oturacak o sandalyede…”
– “Lalin yapma lütfen! Bırak sandalyeyi dön kendine, hatta gel buradan sahnedeki haline bak! Kızım buradaki cemaatin yarısından çoğu sana yazılmak için sırada bekliyordur ve bunun sandalyeyle ilgisi yoktur. Ne yani, her gelen orası Tuğan’ın yeri olduğu için sana aşık mı olacak? Hem ben bu adamı ilk defa görüyorum.”
– “Evet son görüşün olmadığı gibi….”
– “Buralara dönsen iyi olacak Lalin, bak bol limonlu duble votkan seni bekliyor tıpkı orkestra arkadaşların gibi…”
Ali’nin işaretiyle kafamı sahneye çevirdiğimde, seyirciler dahil herkesin yerini almış olduğunu fark ettim. Bu arada Mike piyanoda bir melodi çalmaya başlamıştı. Gayet rahat bir edayla sahneye doğru ilerlerken gözlerimi Oğuz’dan kaçırmayarak tebessüm ettim, hiç bekletilmeden de karşılığını aldım. Oysa oturduğu sandalyenin benim için taşıdığı anlam ile bezenmiş ve ucundan Oğuz’u da ilgilendiren bir çift söz az sonra ilgililere ulaşacaktı. Gerçi birbiri ardına söylenmeyi bekleyen nice parça, üzerimdeki burukluğu dağıtacak gibi gözüküyordu. Ama alkol oranı giderek yükselen bir topluluğun duygusal arzularından yararlanarak, hem ilk yarıya göre daha yavaş parçalar seçiyor, hem de parçanın bazı kısımlarını onlara söyletiyordum. Genelde şarkı söylemek istemediğim akşamlar bu yolu kullanırdım. O sırada tazelenmiş içkimi getiren garsonun uzattığı kadehi kaldırarak Ali’ye teşekkür ettim.
Oğuz’un gözlerini benden sürekli kaçırıyor olması aslında çok da derdim değildi. Nasılolsa o yerin esas sahibi, seneler boyunca bana uzun uzun bakmıştı. Gerçi ne olmuştu, kocaman bir hiç! Şimdi çok sıkıldığım bu işten ayrılmamamdaki tek neden hala Tuğan’ın beni bir gün gelip izlemesi ihtimaliydi. Artık sesim, bedenim, anılarım bile beni terk etmeye hazırlanırken ben, bu pespaye mekanı terk edemeyecek kadar güçsüzdüm. Belki bugün, belki de yarın hesabı onca gün geçmiş ama aklımdaki “o” hiç geçmemişti.
Gecenin sonlarına yaklaşırken, Oğuz’un çakırkeyif olan Nedim ve Özlem’i dizginlemesi dikkatimi çekti. Ona rağmen söylediğim tüm parçaları adeta nefessiz bir biçimde dinliyordu. Tam olarak anlatabildiğimden emin değilim ancak asıl ilgimi çeken benimle ilgilenmeyen ama altında varolan ilgili haliydi.
Vasat ama uzunca süren bir alkıştan sonra oturduğum bar sandalyesinden doğrularak;
– “Son şarkımı Oğuz’a ithaf etmek istiyorum. Bir anlamda bu şarkı sayesinde tanıyorum onu…”
No woman no cry!
Aslında bu şarkıyı seviyordum. Her ne kadar “kadın yok ağlamak yok” ifadesiyle yazılmamış olsa da, bilerek ya da bilmeyerek insanların büyük bir nefreti kusuyormuş gibi eşlik etmeleri dikkatimden kaçmazdı. Üstelik ilginç bir şekilde o gece kadınlar da eşlik etmeye başlamışlardı ki, orkestraya elimle fade out işareti yaparak biraz kısık çalmalarını rica ettim. Şimdi altta “no woman no cry”in melodisi eşliğinde üstüne konuşuyordum.
– “Sizlere biraz keyif katabildiysek ne mutlu bize. Özellikle son şarkıyı bu kadar içten söyleyen beylere sormak istiyorum. Gönlünüz kadınların ağlamasından mı, yoksa hiç olmamasından mı yana? Şahsen o kadar içten söylüyorsunuz ki, sormadan geçemedim. Bu şarkının politik ve duygusal yanı hala tartışılıyor olsa da, yine de size anlaşıp uzlaşabileceğiniz bayanlar ve baylar diliyorum. Ayaklarınıza, ellerinize, ruhunuza sağlık, hoşçakalın!”
Orkestra arkadaşlarımın da selamından sonra, Oğuz’un bulunduğu masaya doğru giderek;
– “ Teşekkür ediyorum geldiğiniz için, beni çok mutlu ettiniz.” dedim. Oğuz oturduğu yerden doğrularak;
– “Ben özellikle teşekkür ediyorum, “no man no cry” demene ramak kaldığı ama yine de demediğin için…”
– “Belki de daha önce demediğim için sen bu sandalyede oturuyorsun ama boşver.”
– “Pardon, haddim olmayan bir şey söyledim galiba!”
– “Hangi türlü söylenirse söylensin tek değişmezi “ağlamak” fiili. Ne değişir ki!!
– “Evet, her şey olabilecek ve hiçbir şey olamayacak kadar güçlü bir söz…
– “Madalyon gibi belki de… Her iki manaya da gelen bir söz, aslında “bir çift söz”…