Garip bir çelişki yumağıydı yaşadıklarım… Lalin aklıma ne zaman gelse, o geceki hali beliriyordu gözlerimin önünde… Kulaklarımdaysa çınlayan bir ses ve o sesle söylenmiş sözleri yankılanıyordu;
– “Şimdiyi soruyorsan hayatımda kimse yok. Aklımı soruyorsan boşver…”
Kafası bolca karışmış bir kadın ve muhtemelen bitiremediği bir aşkın acısını hafifletme, hatta onu başka bir acı ile unutabilme çabası… Belki de çabasızlığı…
Unutulamayan bir adamın boşluğunu dolduracak ya da dolduramayacak olmak değildi içimi burkan. Sadece o adamın Lalin tarafından unutulmamasıydı. Aynen hayatımdan sonsuza kadar çıkıp gitmesine rağmen, benim de Özge’yi unutamamam gibiydi.
Hayatta her insanın karşısına bir defa çıkan ve seneler boyu süren o güçlü duyguların sadece kısacık bir anda yakaladıklarına inanırdım. İşte bu yüzden Lalin’le tekrar bir şeyler yaşayacağıma dair inandığım o büyülü anı yitirmiş gibi hissediyordum.
Böyle bir anımız olmuş muydu? Hayır, sanmıyorum… Sadece birbirimizi çok iyi bilen, konuşmadan anlaşabilen ve birbirimizi anlayan bir yanımız vardı. Çiftlerin yaşlandıkları zaman, evlerinin cam kenarlarında kucaklarında kedi ile oturup sessizce ve huzurla sokağı, dışarıyı, kendi dış dünyalarını paylaştıkları; birbirlerine aşktan çok, dost olmuş iki sevimli genç ihtiyarlardık. Tutkulu bir aşk ve onun getireceği fırtınalardan çok, dingin, sakin ve huzurlu bir sevgi yaşanabilirdi sanki bizim aramızda. Çünkü anlamıştık birbirimizi ve çözecek, çözmek için uğraşacak bir şeyler kalmamıştı. Heyecanı soğumuş, durulmuş ve tutkudan arınmış saf bir sevgi olabilirdi huzur limanında demirleyecek.
Diğer bir yanım ise Lalin’in kimseyle paylaşmadığı bir sırrının olduğunu söylüyordu. Bu gizemdi belki de beni bu denli asılı bırakan…
O geceden sonra bir süre görüşmedik. Görüşmeyi istiyor muyduk onu da bilmiyorum. Başarısız geçen bir sınavın bütünlemesine hazırlanır gibi işte böyle gergin bir bekleyiş hüküm sürüyordu henüz tanımlanmamış…
Bazı geceler sahne aldığı bara gidiyor, bir kaç şarkısını dinliyor, umulmadık anlarda gözgöze geliyor ve boş geçen anlardan birinde de kaçarcasına uzaklaşıyordum. Yakalanma ihtimaliyle karışık bir heyecan arayışı vardı yani. Lalin eğer isteseydi, bir gece onu dinlerken gözlerimi yakalar ve şarkısını bitirip yanıma gelinceye kadar da bırakmayabilirdi. Yani istese beni gözlerimden yakalayıp köşeme sıkıştırabilirdi. Aynı bir avcı tarafından yakalanmak isteyen ve ortalarda “yakalasana beni…” diye dolaşan bir av gibi. Ama yapmadı… Her gittiğimde, zorluk çekmeden kaçabilmem için bana kısa süreler verdi.
Düşündükçe yaşadığımız gariplik daha da anlaşılmaz geliyordu. Yakınlaşmak için buluştuğumuz ilk gecenin tatsız finalinin ardından konuşmadan, hatta vedalaşmadan ayrılmış ve ardından gelen süre içerisinde de sanki o gece hiç yaşanmamış gibi yabancılaşmıştık birbirimize.
* * *
Sahnede olmasını beklediğim bir gece bara gittiğimde barın sessizliği ilgimi çekti. Ortalama kalabalığın epey altında bir insan grubu ve ışıkları sönük bir sahne gerçekten oldukça tuhaftı. Üstelik her zaman oturduğum masa da sahne gibi boştu. Ama oraya oturmamı gerektirecek kadın yoktu. Yıldızları kaybolmuş bir gece gibi ortam loş geldi gözüme ve oturmak için bara geçtim. Her zaman içtiğim içkiyi söyleyip, bir sigara yaktım. Servis yapan barmene ilgilendiğimi belli etmemeye çalışarak Lalin’i sordum. İki gecedir gelmediğini söyledi. Merak etmiştim. Ama içimden bir ses bana ihtiyacı oluncaya kadar onu aramamam gerektiğini söylüyordu. Bu yüzden aramaya yeltenmeyecektim. Eğer ihtiyacı varsa buna kendisi karar verecekti.
Fazla melankolik bir görüntüm mü vardı bilmiyorum. Çünkü adının Ali olduğunu öğrendiğim barmen, servis yapmadığı bir zamanda, ne zaman hazırladığını bilmediğim bir meze tabağı ve kendisine hazırladığı içkisi ile karşıma geçip oturunca uzun bir muhabbetin eşiğinde olduğumuzu hissettim. İçkiye meyilli olan müşterilere uygulanan özel bir muhabbet servisi verilmesine tanık olmuşluğum çoktu. Ama içki yanında verilen “tek kullanımlık muhabbet” o an isteyebileceğim son şeydi.
Barmen beni şaşırttı açıkçası…
İçki kadehini benimkiyle tokuşturup bir yudum aldı ve müzik setine doğru yöneldi. Listesine eklediği bir kaç parçadan sonra isteğim olup olmadığını sordu. Aslında fonda çalan müziğin ne olduğunun farkında değildim. Farketmez anlamında başımı sallamış ve kendisinin sunduğu “içki yanında verilen tek kullanımlık muhabbet” paketinden yararlanmayacağımı sessizce anlatmıştım. Hoşuma gitti bu tavrı. Tekrar karşıma geçip oturdu ve içkisini sessizce yudumlaya başladı. İşte fonda çalan parçayı o anda fark edebildim. Ray Charles söylüyor ve Bonnie Raitt eşlik ediyordu; “Do I Ever Cross Your Mind?”
Kadehimin boşaldığını fark eden Ali, söylememe fırsat vermeden yerinden kalkarak bardağıma bir duble daha ekledi. “Bu duble de benden…” der gibi koyduğu içki şişesini raftaki yerine yerleştirirken, “çok şey biliyorum ama aslında hiçbir şey bilmemem gerekiyor” ifadesi de gözümden kaçmamıştı. Ve fondaki parça tam da bu esnada “You don’t know me.” ye terfi etmişti.
Kısa kesilmiş saçlarına rağmen şakaklarında belirmeye başlamış beyazlarıyla Ali’nin, sanki hayata doğuştan barmen olarak başlamış gibi bir havası vardı. İnsanın gözüne bakan ve bakınca da nasıl bir içkiye ihtiyacı olduğunu anlayan bir tipti adeta…
Ama esas beni tedirgin eden yanı, insana bakınca içini, yüreğinin taa derinlerini görebilen deli bir yetisi varmış gibi durmasıydı. Kulağında tek halka küpesi ve kırlaşmaya başlamış saçları ile uçuk kaçık olan tipi değildi ürküten… O bakışlarındaki dünyayı anlamış ve çözmüş havası, olgunlaşmaya başlamış bir metropol delikanlısının üzerine hakkıyla oturuyordu.
Gözlerim sahneye baktıkça Lalin’i arıyordu… İçimden ona doğru akmak isteyen bir bağımlılık duygusunun belirdiğini hissettim, ki bu korkutucuydu. Kalkıp eve gitmek istedim. Ama şu anda yapmam gereken en son şeydi bu. Evim bana artık bir mezar gibi geliyordu. İçine sığamadığım bir mezar. Aksi gibi Özlem’i de bu saatte arayamazdım. Muhtemelen yeni bulduğu sevgilisiyle mutlu saatler geçiriyordur. Ardı ardına devirdiğim kadehlerin kaça ulaştığından haberim yoktu. Dönmeye başlayan başım, hesabı ödeyip bardan kalktıktan sonra kendini hepten hissettirdi.
Uzun zaman sonra ilk defa kendimi sarhoş gibi hissediyordum. Hissediyordum çünkü yaşadıklarımın ne olduğundan emin değildim. Merdivenleri inerken uğradığım birkaç yuvarlanma tehlikesini saymazsak hala ayakta durabiliyor olmam bir şans sayılırdı. Bardan çıkıp da Beyoğlu’nun serin havasının yüzüme çarpmasıyla biraz kendime geldim. En azından daha derli toplu yürüyebiliyordum.
Kendimi nasıl bu kadar bırakıvermiştim anlayamıyordum. Sebebi sadece Lalin miydi? Yoksa ben Lalin’i kullanıp zaten depresyona olan meyilimin kapılarını mı açıyordum… Bu gece nasıl bitecek Tanrım??? Birisi beni eve götürse ve yatağıma yatırsa, güneş ışıkları gözümü alıncaya kadar da hissetmesem geceyi daha fazla…
Neyse ki arabama binmemem gerektiğini kestirecek kadar aklım başındaydı. O nedenle meydandan çevirdiğim taksiye atladığım gibi, cebimden çıkardığım telefonu kulağıma dayadım. Lalin’in numarasını çevirmemek için kendime neden müdahale etmediğim ise hala bilmiyorum.
Taksi şoförü nereye gideceğimizi söylememi beklerken ben telefonu kulağıma yapıştırmış bir halde Lalin’in sesini duymayı bekliyordum. Elimle önümüzde uzanan yolu işaret ettim ama gitmem gereken yerle bir alakası olup olmadığının bile farkında değildim. Kulaklarımdaki uğultu ve yüzümdeki yanma hissi beni boğacak gibiydi. Uzun uzun çalan telefonu tam kapatıyordum ki uykulu sesini duydum Lalin’in… Konuşamadım bir süre… Aradığıma pişman olup da parmağım kapatma düğmesini aradığı vakit
Lalin’in sorusu ile irkildim ;
– “Bu sefer ne istiyorsun!!!”
Duymayı asla tahmin etmediğim bir cümle idi… Tamamen kontrolden çıkmıştım artık, konuşan sanki ben değildim.
– “Seni sevmek istiyorum Lalin…”
Beklemediği bir ses ya da bir söz karşısında Lalin’deydi susma sırası bu sefer. Uzun süren sessizliğin ardından anlamsızlaşmaya başlayan suskunluğun daha fazla uzamaması için kapattım telefonu. Ve kapatmamla koltuğun ucube bir köşesine fırlatmam bir oldu. Ne bok yemeye böyle bir saçmalık yapmıştım ki?
Sanki bilmediği bir şeyi söylemiştim ona… Ama şimdi nereden duyduğumu bile hatırlamadığım bir söz geçiyordu aklımdan ;
“Bir söz eğer söylenmez ise sahibini zehirler, ama söylenirse de karşındakini…”
Uykumun arasında gelen o telefonun ne manaya geldiğini bile anlamadan suratıma kapanması beni uyandırmak için fazlasıyla yeterliydi. Saat gece yarısını bir hayli geçiyordu ve neye uğradığımı şaşırmıştım.Yataktan adeta fırlarcasına kalkarak, son arayan numaranın kim olduğuna baktım. Hayır sandığım gibi o değildi!
Oğuz ile buluşmamıza giderken başlamış olan sessiz telefonların sahibi, sevgili eski sevgilim Tuğan’ın son zamanlardaki zamansız arayışlarından bunalmış bir tepkiydi aslında az önce verdiğim….Ama yanlış kişiye verilmiş bir tepki.
Oğuz!
Keşke ona birazcık daha açık olmayı başarabilmiş olsaydım. Kendimden kaçtığım bu oyunda en azından ona direnebilseydim. Keşke bir şeyler sorsaydı. Keşke üzerime gelseydi. Keşke beni zorlasaydı. Keşke diğerlerinin davrandığı kadar kötü olabilseydi. Sanırım yaşadıklarımı paylaşabilmem için biraz ikna edilmem gerekiyor. O kadar yalnızım ki oysa. Bu yalnızlığın nereye kadar olduğunu bile göremiyorum. Ve bunu bile paylaşacak gücüm yok. O yüzden bir mikrofon yalnızlığımın bittiği son durak. Çünkü bir tek şarkı söylerken içimde, dışımda ve karşımda benden başka birileri var.
Şimdi fonda la minör bir parça çalsa ve ben yalnızlığıma bir şarkı mırıldansam. Kim olduğunun hiç önemli olmadığı biri saçlarımı okşasa… Ya da ağlasam bir başkasının kollarında… Başım omzuna düşse ve hiç uyanmayacakmış gibi uyuya kalsam. Kendimi bıraksam boşluğa… Ve bu boşluk ya da her neyse, kimse beni yargılamasa…
Belki de Oğuz’u tarif ediyorum. Yaptığım hatta yapmadığım şeyler hakkında bile beni yargılamayan, suçlamayan…. Az önce verdiğim yanlış tepkiyi açıkladığımda bile bana inanacak olan.. Düşündükleriyle, hissettikleriyle, aklından geçenlerle beni en ufak bir şüpheye bile itmeyen….
Oysa istesem çok farklı olabilir. Sanırım kimse beni bu kadar hak etmedi. Ama aslında böyle düşünerek kendime bir değer mi biçiyorum, yoksa Oğuz’u mu yüceltiyorum bilmiyorum. Her ikisi de doğru, her ikisi de yanlış belki de…
Sadece yanılmaktan çok bunalmış ve artık yanılacak gücü kalmamış birinin sözleri bunlar… Fazla geçerliliği yok, çünkü gereğinden çok temkin içeriyor. Hatta tüm doğal süreci, hissedişi, eylemi önleyen bir set de aynı zamanda. Tsunamiyi önlemek için kıyı şeridine döşenen yüksek duvarlar gibi.. Belki de en önemli güzellikleri temkin uğruna kaçırıyorum. Daha önceki yanılgılarımın cezasını henüz yaşamadıklarımdan çıkarıyor ve hatta bir daha yaşanamayacak hale getiriyorum.
İşte tüm bu düşüncelerle elime yeniden telefonu alırken, Oğuz’u arayıp ona her şeyi anlatmam gerektiğini biliyordum. Bunun vakti neden şimdi olmasın?
Neden böyle olduğumu?
Neden ondan kaçtığımı?
Neden kendimden kaçtığımı?
Neden canımın acıdığını?
…bu acıyı geçiremediğimi ve onu da bu acıya neden bulaştırmak istemediğimi…
Ama telefonu kapalıydı.
Ona yanlış bir cevap vermemin nasıl bir nedeni varsa, telefonu kapalı olmasının da bir anlamı olmalıydı.
Aradım, aradım, aradım…
Bütün uykum kaçmıştı. Yangına körükle gitme inadım sağolsun, hiç üşenmeyip kendime bir kahve yaptım, sanki uyuyamayan ben değilmişim gibi…
Ama Oğuz’a ulaşana kadar uyumayacaktım. Artık tesadüfi bir duruma bırakmak istemiyordum hiçbir şeyi… O, her şeyi bilmeyi hak eden ve son zamanlarda rastladığım en doğru insandı.
Onca günden beri Tuğan’ın sessiz telefonlarından gına gelmişti. Tüm yaptıkları yetmiyormuş gibi, bir insanın sessizliğiyle bile bu kadar batıyor olması akıl alır gibi değildi. Sanki durum kanla çözülecek bir boyuta doğru taşınıyordu. Özellikle son telefon konuşmamızdaki tehdidi ucuz Amerikan filmlerinin bir repliği gibiydi ;
– Bunu sen istedin!
– Neyi?
– Merak etme çok kısa bir zaman sonra öğreneceksin…
Deli olmamak içten değil! Tüm bunlara rağmen, hala nasıl nefes alabiliyorum, uyuyabiliyorum, dışarı çıkabiliyorum bilmiyorum. Belki de artık başıma gelecek hiçbir şey umrumda değil. Hele ki öznesi Tuğan olan bir eylemin.
Aslında Oğuz’dan kaçışım içimde barındırdığım bir çok gölge yüzünden. Şimdi anlatmaya başlasam bile ne kadar anlayabilir ki? Ya anlatmak istediğimi sadece anlayabildiği kadar anlarsa? Onun algılarına teslim mi etmeli bütün sırları? Ne yapmalı?
– “Oğuz?”
– “Efendim…”
– “Afedersin, rahatsız etmedim umarım.”
– “Hayır esas ben…”
– “Dinle, görüşmemiz lazım.”
– “Nasıl?? Hemen mi?”
– “Anlatmam gereken şeyler var, belki de çok geç kalınmış…”
– “Doğru iş için yanlış zaman yok biliyorsun. Ama……”
– “Ben de onu diyorum Oğuz.”
– “Senin sesini özledim Lalin.”
– “İyi ya buradayım işte, hadi gel!”
– “Hayır sadece sesini özledim ve duydum. Bu yeter.”
– “Beni dinlemeyecek misin?”
– “Bilmiyorum.”
– “Neden?”
– “Bilmek istediğimden emin değilim çünkü.”
– “Neyi?”
– “O adamı.”
– “Nereden biliyorsun ki ondan bahsedeceğimi…”
– “Beni o sanmandan.Herkesi o sanmandan. Onu unutmamandan…”
– “Ne alakası var?”
– “Lalin, sen anlattıkça ben üzüleceğim. Bunu hissediyorum, kaldı ki o seni üzdü ve bundan adım gibi eminim. Sana söylenmiş bir kötü sözü bile duymaya tahammülüm yok. Sana kıyamıyorum. İşte bu yüzden işin içinden çıkamıyorum.”
– “Bunun bir yolu var aslında.”
– “Nasıl?”
– “Beni dinleyebilir misin?”
– “Şu anda onu yapmıyor muyum zaten?”
– “Yapma Oğuz, işi daha da zorlaştırma benim için, lütfen… Zaten yeteri kadar zor benim için…”
– “Tamam, tamam, dinliyorum.”
– “Ama bana eşlik edeceksin, tamam mı?”
– “Eşlik mi edeceğim, neye???”
– “Hadi Oğuz, sadece mırıldan benimle. Ancak eşlik edersen duyabilirsin içimdeki sesi. Bir çift ses duymak istiyorum ben.”
“Yeni tanıştık belki de
ama kimbilir belki de hep vardın
eşlik ediyordun sessiz ve sinsice
belki de…
şimdi şimdi anlıyorum kurnazca ayırdın beni belki de…
liğme liğme savurdun sevdiklerimi belki de…
yalnızlığım
yaşamak zorunda olduğum beraberliğimsin.
yalnızlığım, kanımsın canımsın
sen benim çaresizliğimsin…
yalnızlığım
bugünüm yarınım sen benim hüzünlerimsin
yalnızlığım
tek bilebildiğim, sen benim vazgeçilmezimsin…”