Elleri birbirine dolaşmış halde küpesini takmaya çalışan ben olamazdım değil mi! Neydi bu telaş? Daha buluşmamıza en azından iki saat vardı ve ben gayet salaş, yırtık kotumun üzerine siyah bir bluz geçirerek şeklen umutsuz halime bir boy aynasından küfür ediyordum.
Bu iki uyumsuz parçayı bir arada giymeyecek kadar estetik bir zekam olduğundan en ufak bir şüphem yok. Hızla mutfağa gidip cattle’in düğmesine bastım. Belki de kendime gelmem için biraz kahve iyi gelirdi.
Kahve fikriyle eş zamanlı çalan bir telefon melodisi ve kendini arattırmaktan hoşlanan bir ahizenin kendi içindeki mutluluk tripleri… Ancak bu sahnenin aksine sesimi karşılayan buruk bir Özlem’di…
– N’aber Lalin?
– İyiyim de, senin neyin var?
– Bilmem, tuhafım o kadar!
– Önemli bir şey yok değil mi?
– Yok yok…
– Gel istersen diyecektim ama biz de Oğuz’la buluşacağız.
– Siz buluşun canım! Ben de Nedim’i arayacağım birazdan…Olmazsa vurur kafayı uyurum.
– Bak sakın sıkkınım ayağına çok içme, e mi?
– Of Lalin, annem bile senden daha az vaaz veriyor.
– Hani ne bileyim, sen delisindir. İçersin, sızarsın. Bak hatta Nedim’le buluşursanız ilerleyen saatlerde bize de katılabilirsiniz.
– Siz bakın keyfinize canım.
– Konuşalım ama…
– Ya tamam, size iyi eğlenceler. Biz buluruz yapacak bir şeyler.
Özlem’in tonu pek hoşuma gitmemişti ki, cattle’dan gelen bir kaynama sesinin akabinde atan düğme “tık” ıyla ve telefonumun ikinci kez çalmasıyla irkilmiştim. Bu sefer de arayan Oğuz idi.
– Seni almamı istemediğinden eminsin değil mi?
– Çok naziksin ama gerçekten gerek yok. Benim uğrayacağım bir iki yer var.
– O zaman sen geç kalırsın, trafik feci!
– Sorma, bir bahar geldi toplum depreşti. Keşke hava dışarıda oturabilecek kadar güzel olsaydı.
– Olsun canım hava ısındığında da gideriz, kaçmıyor ya!
– Sabırsızlık işte benimkisi. Neyse, sağol yine de düşündüğün için…
– Olur mu öyle şey! Görüşürüz öyleyse…
– Bye…
Kendime hazırladığım çok sert bir kahve eşliğinde Rachmaninov 2. sonatını cd çalara koyup, giyindiğim tüm parçaları çıkararak ikili bir koltuğun üzerine uzandım. Biraz kafamı boşaltmaya ve sakinleşmeye ihtiyacım vardı. Tuğan’dan ayrıldıktan sonra ilk kez biriyle buluşacak olmama bu kadar heyecanlanıyordum. İçimde çok tuhaf bir his, beni içsel olarak iyi anlayabilecek, çözecek ve hissedebilecek birinin yanına gidiyor olduğumu söylüyordu. Ama beni bu heyecanlandırıyor olamazdı. Acaba bir yandan da onu etkilediğimi bilmek miydi içimi içime sığdırmayan…
* * *
Saat akşam yediyi gösterdiğinde Oğuz’un yanılmadığını bir kez aha anladım. Çünkü boğaz yolunda müthiş bir trafik vardı. Oysa Rumeli Kavağı’nda buluşma isteğimin altında yatan yegane şey sessiz, şehirden ve trafikten uzak olmasıydı. Ama tabi bizi oraya götürecek yolların durumunu gözardı etmişim. Uçarak gidecek halimiz de yok ya… Hele güneş bir de yüzünü göstermeye görsün… Sanki tüm insanlar yıllarca güneş görmemiş gibi adeta tecavüz ediyorlardı sokaklara…
Neyse ki trafik Tarabya’dan sonra biraz açılıverdi. Arabaya dolan balık ekmek kokusu eşliğinde birazcık acıkarak, biraz da keyiflenerek kavağa doğru yol aldım. O arada radyoda çalan “i remember” adlı parçanın –ki bir Damian Rice parçası olması bir yana, benden başka bilen ikinci bir kişi olduğundan bile şüpheliydim – o ana denk düşmesi bile enteresandı tabi…
Yine telefonum çaldı.
Arayan gizli bir numara, benim sesimi dinleyen bir nefes… Çokça bekleten bir sabır… Ve ben kapatmadan kapamayan kimliği meçhul biri…
Sessiz telefonların kasten beni hedeflediğini anlamanın bir yolu vardı. Karşıdaki kapatana kadar kapatmamak. Eğer derdi gerçekten bensem oldukça uzun bir süre bekler. Yok tesadüfi biriyse, esas sapık kendi gibi davranan bir tarafı işletmeyi ve en azından onun uğruna keseyi açmayı çok yeğlemez. Sadece bir niyet ölçme mekanizması, gerisi de en az bu mevzu kadar boş!
İşte aynen öyle oldu. Ben pes edip kapatmak durumunda kaldım ki, hiç böyle olmamıştı. Derken Sarıyer, Telli Baba, Rumeli Kavağı… İşte o çok sevdiğim denizin üzerindeki balıkçı…
Belki de birazdan çok seveceğim adam…
…ve hala heyecanlı ben …
İlk defa garip bir huzursuzluk duyuyordum Lalin ile beklenen buluşmamıza hazırlanırken… Heyecan değil, tarif edilemez bir huzursuzluk sadece… İlk buluşmasına gidecek bir liseli aşıktan çok, insan içine ilk defa çıkacak bir mahkum huzursuzluğu vardı üzerimde… Ofisten normal saatimden biraz erken çıkmış ve eve gidip duşumu aldıktan sonra içimde dolaşan bu garip duyguları yatıştırabilmek için giyinmeden önce kendime bir duble içki hazırlamıştım. Boğazın kuytusuna bakan penceremin soğuk zemininde ise alnı dayalı kalakalmıştım.
Uzun zamandan beri belki de ilk defa bu kadar çok beğendiğim ve etkilendiğim bir kadınla, bu gece baş başa yemeğe çıkıyordum. Heyecanlı ya da gergin olmam gerekmez miydi? Yani normal bir insanda bu süreç işlemez miydi? Bende ise tam tersine garip bir dinginlik ve gizli bir huzursuzluk vardı.
Yavaş yavaş kararmaya başlayan hava, boğazın boynuna yerleştirilmiş ateşten bir kolye misali duran köprü ve üzerindeki araçların ışıkları geç kalmamamı fısıldıyor gibiydi. Hazırlanıp çıktım on dakika içinde. Kendisini almamı gereksiz bulan Lalin’le Rumeli Kavağı’nda bir balık lokantasında buluşacaktık.
Erken bir saatte gittiğim için, keyfime göre cam kenarında denize nazır bir masaya yerleştim. En azından daha Lalin’in gelmesine yarım saat vardı. O gelene kadar içecek ve birkaç meze siparişi verebilirdim. Fonda da tercih sebebi sayılabilecek ve bizim gibi orta yaş bunalımı insanları rahatlıkla avlayabilecek kalitede nostaljik bir müzik yayını vardı. Garson masayı hazırlarken ben ilk kallavi yudumumu aldım boğazın şerefine kaldırdığım kadehimden. Beni bu korkunç şehirde tutmayı başarabilen ve şu anda burada bu masada oturuyor olmama neden olan tek aşk şerefine içtiğim boğaz manzarasıydı bir kez daha tek başıma “şerefe” dedirten…
Orhan Pamuk bir kitabında “boğazın suları çekildiğinde” diyerek bir hayal yaratmıştı. Yazıyı okuduğumda nefesim daralmış ve böyle bir olay gerçekleşirse hemen o anda bu şehri terk etmeye karar vermiştim.
Eski sevgilim bile demeye kıyamadığım Özge ile aramdaki tek bağ olsa da, onu zihnimden çıkarmama her seferinde mani de olsa, hayatımdan çıkaramadığım yegane güzellikti İstanbul. Tabi Özlem’i de unutmamalı. Hayatımdaki yerini ve zamanını…
Yavaş, yavaş dolmaya başlamıştı boş masalar. Saatime bir göz attım. Kararlaştırdığımız vakte daha beş dakikası vardı ama ben çoktan ilk dublemi bitirmiştim bile. Tam garsona ikinciyi doldurmasını işaret ediyordum ki birdenbire kapıda bir ay parçası gibi belirdi Lalin. Bu gece için fazlasıyla özenerek hazırlandığı belli idi. İlk defa upuzun saçlarını sımsıkı bir topuz yapmış ve açıkta kalan omuzlarını da şeffaf bir şal ile örtmüştü. Her zamanki gibi siyah rengin asaletine sığınmıştı ama bir tek farkla, bu sefer boynuna şık ve zarif bir kolye takmıştı. Hemen hemen bütün bakışlar bu güzel hanımın büyüsüne kilitlenmişti. Lalin ile gözlerimiz buluşup bulunduğum masaya doğru hareketlenince, sessizce bütün bakışlar eski yerlerine döndü. Gariptir ama gururum okşanmıştı bu kadar güzel bir kadınla yemek yiyecek şanslı erkeğin ben olmasından.
– Özür dilerim, seni bekletmedim umarım.
– Yok canım, ben de az önce geldim sayılır. Yine harika görünüyorsun her zamanki gibi…
– Teşekkür ederim. Ama bana kendimi hatırlatıyorsun bu sözlerle… Oysa ben bir süre daha unutmak istiyorum.
– O kadar kolay olmuyor insanın kendisinden kaçması değil mi ? Bir yerlerde yakalanıyorsun işte yansımalarına gördüğün gibi. Neyse ne içersin? Ben sensiz başladım, kusura bakmazsın umarım..
– Tabi ki hayır! Ben de ortamı bozmayayım bari, rakıya devam edelim. Bu arada beğendin mi burayı?
– Aslında yıllar var şehrin bu taraflarına gelmiyorum. Özlemişim. Gayet güzel bir yer, sessiz, huzurlu ve sanki yaşadığımız kalabalığın çok uzağındaymışız gibi. İnan ki çok hoşuma gitti. Buz alır mısın bu arada?
– Yo hayır, soğuk su yeter. İnan buralara geldikçe ben de arındığımı hissediyorum. Keşke gerçekte de öyle olsa değil mi… Eve döndüğünde, yine aynı kaosun içinde olduğunu bilmek, beni perişan ediyor.
– Ben de soruyorum çoğu zaman kendine, şans mıdır, yoksa şanssızlık mı bu şehirde yaşamak diye… Bu kadar kaosun içinde bile bir gizli iç dengesi olan sayılı dünya şehirlerinden biri şu yeditepe aslında…
– Aslında alıp başımı gitmeyi sıkça düşünür oldum.
– Bir başka kaosun içine mi ? İçimizdeki kaostan kurtulamadan değişir mi sence şehirlerin kaderi ?
– Ya şehirlerin kaderi bizim kaderimizi etkiliyorsa?
– Ya da bizlerin kaderleri birbirimizin kaderini etkiliyorsa ?
– Belli mi olur, kiminin kederi kiminin kaderi…
– Galiba kederleri çekiyor kaderlerimiz. Kederlerimize içelim o zaman… Hoş geldin Lalin. Kederime ya da kaderime hoş geldin!
Sanıldığının aksine bir küçük kısa bir zamanda devrilmiş, hemen akabinde ikincisi sipariş edilmişti.
Fondaki alaturka müzik ve çatal bıçak seslerinin eşliğinde ise sigaralar yakılmış ve havaya ilk derin nefesler salınmıştı. Tabi ikinci nefese mahal vermeyen bir soru ortamı biraz dumanlaştırmıştı.
– Hayatında biri var mı ?
– Hepimizin hayatında her zaman birileri var. Ama özel birisini kastettiysen, uzun zamandır kimsesizim. Bundan da şikayetçi olmamıştım şu ana kadar… Daha doğrusu senin gözlerinle tanıştığım yılbaşı gecesine kadar…
– ….
– Nedenini bilmiyorum Lalin! Adını bile koyamadığım ortak bir duygu yakalamıştım o gece gözlerinde. Sanki bir hüzün ve o hüznü taşıyor olmanın saklı bir gururu vardı sende.
– Aslında haklısın… Gözlerime bakınca bir hüzünle karşılaşanların sayısı oldukça arttı. Ben de içime baktıkça beni hüzünlendirenlerin sayısında bir artış görüyorum tabi bununla paralel olarak…
– Ya sen Lalin? Bu kadar hüzünlü bakan bu gözlerin sahibinin feci şekilde içinin yanmış olması gerekir. Yanılıyor muyum?
– Sadece içim mi? Bence bu konuyu gözlerim taşmadan kapatalım Oğuz’cuğum. Ama şimdiyi soruyorsan hayatımda kimse yok. Aklımı boşver…
– Kendi cevabı içinde saklı yani… Mesaj yerine ulaştı sayın bayan! Biraz daha kalamar isteyelim mi? Lezzetliymiş doğrusu. Bu arada seni sıkan konudan da uzaklaşmış oluruz, ne dersin?
– Seni kırmadım umarım…
– Bu kadar kolay olmaması lazım değil mi ? Galiba henüz kabuk bağlamamış bir yarayı kaşımaya kalktım. Kabahat bende…
– Belki de ben kanamak istedim…
– Sebep olmak istemem ama… İnsan dışarıdan gelen bir müdahaleye daha sert bir tepki verir genelde, kendi içinde çözmek dururken. Umarım uzun süre daha kanatmazsın kendini. O gece fark etmiştim içinde bir fırtına koptuğunu ve sahilden epeyce uzaklarda bir yerlerde olduğunu …
– Sanırım seni sıktım, gerçekten özür dilerim…
– Hayır sıkılmak değil bu Lalin…. Sanırım ben kendimi ifade edemedim. neyse boş ver istersen.
– Ben biraz iznini rica edeceğim.
– Tabi ki, eğer iyi değilsen kalkabiliriz?
– Yo hayır, biraz hava almak iyi gelecek sanırım”
* * *
Denizden esen bir meltem eşliğinde dayandığım çitler, sanki sadece bedenimi taşımıyor tüm yıllarımı yükleniyordu. Bir anda üzerimde nedensiz bir ağırlık belirmişti. Halbuki geleli bir saat bile olmamıştı. İçimden bir ses, onu nedensiz bir şekilde masada yalnız bırakarak kabalık yaptığımı söylüyordu. Ama hiçbir güç beni açık havada bir sigara içmekten alı koyamazdı.
Sigaramın bitmesine yakın saatime göz attığımda dışarı çıkalı on dakikayı geçmiş olduğunu gördüm. Bir elimde yere atılmaya hazır sigara izmaritiyle beraber restoranın giriş kapısına doğru yürürken telefonum çalmaya başladı. Oğuz’un meraklanarak beni aradığını düşündüm ve adımlarımı sıklaştırdım. İçeri girer girmez oturduğumuz masada onu göremeyince biraz sakinleşmiş ve çalması sona eren telefonu çantamın içinde aramaya başlamıştım.
Aslında durum hiç de tahmin ettiğim gibi değildi. Masada yarı dolu halde bırakılmış kadehimin yanında yer alan beyaz bir papatya ile beraber bir not duruyordu.
“Bugün seni sana bırakmaya karar verdim. Benden önce kendine ihtiyacın var. Ama ne zaman istersen ben buradayım. Göremeyeceğin kadar yakınında, duyamayacağın kadar içinde bir yerlerde…”
Tam anlamıyla şoka girmiştim. Yine ilk geldiğim telaşıma geri dönerek garsonu yanıma çağırdım. O da notu teyit edercesine hesabın beyefendi tarafından ödendiğini ve kendisinin gittiğini söyledi. Mahcubiyet ağırlıklı bir pişmanlığın eşiğinde elimi telefona götürürken telefon tekrar çaldı;
Tabi ben aramayı ve açmayı unuttuğum telefona heyecanla sarılarak Oğuz’un arıyor olduğundan çok emin bir ifadeyle;
– Sana inanamıyorum! diyerek telefonu açtım.
Ancak biraz şaşkın, biraz çekingen ve bundan memnun olmuş edayla sesimi karşılayan bir başkasıydı;
– Nasıl bildin ben olduğumu?
Neden böyle bir münasebetsizlik yaptığımı bilmiyorum. Öfkelenmiş ya da kırılmış mıydım? Hayır, sanmıyorum. Sadece keyifsiz bir finale giden geceyi düz duvara toslamadan kurtarma çabası… Ya da belki de gelecek olan yıkımı biraz daha erteleme telaşı. O muhtemelen şu anda ılık bahar gecesinde yıldızlarla hesaplaşmasını bitirmiş ve içtiği sigarasını fırlatıp masaya dönme kararında. Biliyorum ki benim gibi içinden gelen duygulara tercüman olamıyor. Kızgınlık ve belki de onu kendisine bırakma nedenimi anladıysa şükran duygusu arasında gidip geliyor belki de…Elim telefonun son arananlar listesine gitti gitmesine… En azından arayıp gönlünü almalıydım. Bir başka gece, bu geceyi yeni baştan yaşamayı teklif etmeliydim. Ama parmaklarım istem dışı başka bir ismi tuşladı. Sığınacak bir limandı aslında o… Yani Özlem… Ona ihtiyacım vardı, konuşmasak bile… O beni anlar ve her zaman yanımda olacağını hissettirirdi. Telefonunu ısrarla çaldırmama rağmen açılmadı. Tekrar tekrar denedim. Hayır, açılmıyordu. Uyuması için erken bir saat olduğunu biliyordum. İçime dolan ani bir panik dalgası ile direksiyonu Özlem’in evine doğru kırdım.
Apartmana girerken evinde yanan ışığı görmesem bu kadar ısrar etmezdim ve hatta yumruklamazdım kapısını Özlem’in… Ama başına bir iş gelmiş olabileceğinden korkup tam kapıya yüklenmeye hazırlanıyordum ki, şişmiş gözlerle açtı kapıyı sonunda Özlem hanım. Dağılmış, ağlamış ve ağlamaktan gözleri kan çanağına dönmüş gözleri ile ilk defa bana “ne işin var senin burada” der gibi bakıyordu. Bakışlarını cevapsız bırakıp girdim içeriye…
– Neredesin yahu??? Neredeyse kıracaktım kapıyı. İyi misin sen?
– İyiyim ben de, sen Lalin’le değil miydin? Ne işin var burada?
– Bakıyorum da, herşeyden haberiniz var Özlem hanım… Maaşallah… Kaç şişe devirdin bu gece? Bana da kaldı mı biraz? diye havayı yumuşatmaya çalıştım, ceketimi çıkarırken. Ama belli ki bu gece canı sıkılan tek insan ben değildim.
– Git kendine mutfaktan bir bardak al! Şu anda yerini bulamayacak kadar dumanlı kafam…
Sonrası büyük ve uzun bir sessizlik. Karanlık gecenin içinden uzandığım koltuğun üzerinde konuşmadan Özlem ile sessizce yudumladık yarım kalan şarabını. Acaba Lalin ne yapıyordu şu anda? Telefon etmediğine göre muhtemelen bana kırılmıştı. Belli ki onu bırakıp gitmeme bozulmuştu. Belki de bir telefon açıp gerekçesini açıklamamı bekliyordu. Ama arayamazdım. Eğer ararsam artık benim için dönüşü olmazdı bu yoldan.
– Ne oldu? Neden erken bitti senin gecen? Daha ilk gecenizden kavga mı ettiniz yoksa! derken sesinde, çocuğunun okulda neler yaptığını soran bir anne tınısı vardı.
– Bilmiyorum Özlem ya! Bilmiyorum. Karışık biraz. Bu gece sende kalabilir miyim? Belki sabah toplarım kafamı. Güzel bir kahvaltı eşliğinde her şeyi anlatırım.
– Anlaşıldı Oğuz efendi… En son bende kaldığın zamanı düşünecek olursak senin durumlar gittikçe boka batıyor galiba. Yorganın, yastığın yerini biliyorsun, yorma beni kendin alırsın yatacağın zaman. Ben sızmaya gidiyorum. Sana iyi karışıklıklar…
Kederimin adı “Lalin” idi ve bundan sonra da uzun bir süre devam edecekti. Unutulamamış bir eski aşkın gölgesine nasıl bir gelecek inşa edilebilirdi ki? Olabilirdi ki. Ya da bu ilişki kederden başka ne getirebilirdi bir insanın kaderine?
İçimde garip bir his vardı. Aslında birden fazla… Boğazımdan mideme kadar inen yanma ve karıncalanmanın yanında bir burukluk duygusu da dolaşır olmuştu artık.
Garip bir çift…
Garip bir his…
Garip bir çift his…