Sadece bir çift göz sebep olabilir mi bütün bu yaşananlara… İnsanın bakışlarını kaçıramadığı, bakarken de içinin ürpermesine engel olamadığı bir çift kömür parçası.

Onu gördüğümde ilk dikkatimi çeken şey o kömür karası gözleriydi. Sanki bir girdaba kapılmışım gibi çekememiştim bakışlarımı ondan kısa bir süre. Yanımda oturan arkadaşımın sorusunu da bu yüzden duymamışım. Ama o da  bakışlarımı çekmeme mani olmak için elinden gelen her şeyi yapmış; kömür karası gözlerini gözlerime dikmişti. Hastasının tedavisinde hipnozun faydalarından yararlanan bir doktorun gülümsemesi ve huzuru vardı dudaklarında. Biraz da muzip bir ifade. Farkındaydı! İnadına da farkındaydı gözlerimin ona takılı kalmışlığını, hatta bundan vahşi bir  haz aldığı belli oluyordu dudaklarının kıvrımlarından. Eğer arkadaşım susmasaydı ve ani gürültüden bir sessizlik boşluğuna düşürmeseydi beni, ona ve gözlerine esaretim daha ne kadar devam ederdi bilmiyorum ama gözlerimi ondan koparıp arkadaşımın sorusunu kaçırdığım için tekrarlatırken eminim o da bana gülüyordu.

Yanımda oturan Nedim, bende hasıl olan bu değişikliğe bir anlam verememiş ama konuştuğumuz konu her ne idiyse daha fazla uzatmama nezaketini göstermişti. Hemen ardından da ani bir hamleyle elimdeki içki kadehini alarak içkilerimizi tazelemeye kalktı. Ben de fırsattan istifade biraz kendime gelmeye çalışıyordum. Çaktırmadan onu aradım salonun içinde. Tekrar gözlerimin, gözlerine kilitlenmemesi için dikkatli davranmalı, sadece masum bir temasa izin vermeliydim bakışlarımla…

Balkona açılan kapının kenarında buldum onu, elinde bir içki kadehi, evin sahibi ile konuşuyordu. Aslında daha ziyade o konuşuyordu ve etrafındakiler hayranlıkla onu izliyordu. Attığı ve attırdığı kahkahalar salonu dolduruyor, bütün dikkatleri üzerine topluyordu. Birer, ikişer etrafındaki grup da bu eğlenceye katılmak için kendine yer açmaya başladı. Keyiflenmiştim.  Gözlerine tekrar yakalanmadan onu seyredebilme fırsatı verdiği için etrafındaki insanlara keyifle baktım.

Uzun ve açık bıraktığı saçları omuzlarına dökülüyordu. Tek parça halde bileklerine altına kadar inen ince askılı siyah bir elbise, simsiyah saçlar ve kömür karası gözler. Bir de bu bütünlüğü tamamlayan ve muhtemelen zirkon taşlardan oluşan şıkır şıkır beyaz küpeler. Tek kelime ile sadeliğin ve zarafetin uyumu. Ani bir bakışıyla tam da beni ona dalmış bir halde yakalamıştı ki, imdadıma içkilerimizi tazeleyen arkadaşım yetişti. İçki kadehini elime tutuştururken, onun bulunduğu tarafa olan bakışımı yakalamış ve ondan bahsetmeye başlamıştı. Öğrendim ki o bir jazz şarkıcısıydı. Şehrin iyi sayılabilecek bir jazz kulübünde haftanın üç gecesi sahne aldığını ve azımsanmayacak kader iyi bir kitlesi olduğunu, sesinin, güzelliğinden daha da çekici olduğunu anlatmaya başladı bir çırpıda. İlerde, çok daha fazla tanınacağından falan bahsetti. İlgilenmiyormuş gibi dinledim. Sadece arada sırada, “yaaa…” , “çok güzel…” gibisinden klasik ve genel tepkiler vererek…

          “Abi istersen gel gidip tanıştırayım seni…” dedi, ayağa kalkarken.

          “Yok Nedim, sağol. Beni kendi halime bırak, tadım yok bu gece. Sen git selam ver, konuş konuşacaksan. Başka bir zaman belki…”  diyerek geçiştirdim.

Sanki bu fırsatı bekliyormuş gibi süratle uzaklaştı yanımdan. Bir başıma kalmışlığımla, kulağımı tırmalayan ve saçma sapan melodilerden oluşan müziği değiştirmek için müzik setinin yanına gittim.

Çok değil, daha üç beş sene öncesine kadar plaklarımız vardı. Ama şimdi, sanki o ruhu kasıtlı yitirmemiz isteniyormuş gibi her şeyimiz değişime uğruyor. Bir dünya dolusu CD denilen bodur plak benzeri disk yığının arasından uzun zamandır dinlemediğim ama asla da dinlemeye doyamayacağım bir disk buldum. CD çalara yerleştirip sesini biraz daha artırırken evin sahibinin sesi ile sıçradım yerimden. Yaramazlık yapan bir çocuk gibi suçüstü yakalanmıştım sanki. 

          “Oğuz !!! Naber yaa ?”

          “Vay Özlem hanım, iyidir güzelim, napalım. Şu gürültülü şeyden kurtulmak istedim biraz. Bilirsin, gelemem ben öyle genç işi şeylere…”

          “Bırak oğlum ya! Duyan da yüz yaşına geldin zannedecek. Aslında sen pek gelmezdin bu partilere. Ama sevindirdin beni. Buna da gelmeseydin darılırdım bak sana…”

Tam da Özlem’in sustuğu yerde doldurdu odayı Bob Marley’in sesi “No woman, No cry”

Özlem’le tanışıklığımız taa okul yıllarına kadar gidiyordu. Beraber büyümüştük.  Okuldan sonra da koparmamıştık bağımızı. Belki de aynı şehirde kalmamızdı buna neden. Çünkü diğer arkadaşlarımızla fazla görüşememizin nedeni sonraki uzaklıklardı.  Ayrı şehirlerde, ülkelerde ayrı hayatlar kurmuşlardı kendilerine. Bir biz kalmıştık birbirimize. O nedenden belki sımsıkı tutunuşumuz arkadaşlığımıza.

          “Zaten küsme diye geldim güzelim. Yoksa sen de biliyorsun, hayatta gelemem böyle kalabalılara. Sen de domuzuna inat her seferinde çağırırsın beni. Al işte geldim. Bundan sonra önümüzdeki yıl sonuna kadar bekleme beni….” dedim.

 

Gerçekten de doğruydu söylediklerim. Ben de farkındaydım. Yabanıl bir yanımın varlığının. Dayanamıyordum kalabalığa…Daha önce de defalarca duyduğu bir şeyi ezberlenmiş gibi yeniden duyunca gülmüştü Özlem.

          “İşte bu kafayla devam ettiğin içindir ki hala bekarsın, Oğuz efendi…”

          “Kızım ben seni bekliyorum. Senden başkasıyla evlilik çekilmez olur benim için. En azından senin huyunu, suyunu biliyorum…”diye işi gırgıra vurdum. 

          “Zevzeklim etme oğlum. Keşke olabilse dediğin ama sen bana fazlasın. Hem de tipim değilsin. Ben hırpalarım sevdiğim adamları. Sana kıyamam ve tut ki kıydım sen dayanamazsın bana…” Özlemin kahkahasına döndü birkaç göz bu sefer de. Ben de kızı yalnız bırakmamak için güldüm yarım yamalak. Tam o esnada gördüm Nedim’in onu bize doğru getirmekte olduğunu. Yapacağını yapmıştı sonunda Nedim. Kafasına bir şeyi koymaya görsün.

 

          “Ne oluyor orada bakim, bensiz kaynatmak olur mu? Kıskandım vallahi  oğlum seni. Harika bir parti oluyor Özlem’ciğim. Kutlarım seni. Sayende bu hayırsız arkadaşlarla da bir araya gelme fırsatı buluyoruz…” İşte buydu bizim Nedim. Patavatız, ağzına geleni bekletmeden söyleyen, deli dolu bir adamdı.  Ne gerek vardı onun yanında bu anlamsız konuşmalara şimdi. Neyse ki fazla dağılmadan topladı güzelim Özlem.

          “Oğuz’cuğumun dokunulmazlığı var Nedim. Onun ne kadar yoğun olduğunu ben iyi bilirim. Yok öyle, yalnız bulup yüklenmek benim arkadaşıma. Bu arada siz tanışıyor musunuz  Lalin ile?

Tam “yok” demeye niyetleniyordum ki elimi uzatırken giriverdi lafa;

          “Sanırım az önce tanışma fırsatımız olmuştu…” dedi, beni köşeye sıkıştırmak ve bakışlarımı yakaladığını belirtmek için. Gülümsemesi ile de meydan okudu aklı sıra uzattığım elini sıkarken. Buz gibiydi elleri,  bembeyaz, yumuşacık ve buz gibi. Gözlerine hiç benzemiyordu. Belki de tüm vücudunun sıcaklığını gözlerinde topladığı için soğuktu. Bozmadım başlattığı oyunu, gülümsemesine karşılık;

 

          “Evet sanırım az önce tanışma fırsatımız oldu. Geleceğin büyük yıldızı, ünlü jazz şarkıcısı, Lalin! Hangi klüpte söylüyordunuz ?”

Garibim Nedim, tenis maçı izler gibi şaşkın bir bana bir ona bakıyordu. Özlem de anlam verememişti ama yüzündeki tebessümden bunun acısını daha sonra benden çıkaracağı belliydi.

          “Jazz’a ilgi duyduğunuzu tahmin etmezdim. Yani yanlış anlamayın, diğer müzik türlerinin yanında daha spesifik kalır. Hatta dilerseniz bir akşam benim davetlim olun. İstiklal’de Blue Way diye ufak bir mekan.”

 

Uzun zamandır susmak zorunda kalan Nedim, varlığını belli edebilmek için eline geçen fırsatı hemen kullandı.

          “Aaaa, ben biliyorum orayı. Gideriz değil mi çocuklar. Siz bakmayın Lalin’e, mütevazılık yapıyor. İstanbul onu konuşuyor valla…”

 

Ne kadar da belli ediyordu ona asılmaya çalıştığını. Gülmemek için zor tuttum kendimi. Bütün bu konuşmalar boyunca da gözlerimin, gözlerine takılı kalabilmesinin keyfini çıkardım.

Özlem, ya ona bakışlarımdan ya da az önceki garip tanışmamızdan bir anlamlar çıkarmış olmalı ki beni Lalin ile yalnız bırakabilmek için Nedim’in koluna girerek, mutfakta kendisine yardımcı olacak bir centilmen bulduğu için ne kadar mutlu olduğunu söyleyerek uzaklaşmıştı yanımızdan.

Ne konuşacaktım ki onunla? Veya yeni yıla çeyrek kala açılacak nasıl bir konu olabilirdi? Sırf bir devinim olsun diye yaslandığım müzik setine döndüm, az önce dinlediğim parçayı tekrar başlaması için seçtim. İnsanlar artık yavaş, yavaş içtiklerin içkinin etkisi altına girmiş, yaklaşık on beş dakika sonra girecekleri yeni yıla hazırlanıyorlardı. Kaşla göz arasında bir sigara çıkardı elindeki küçük çantadan, uzanıp sigarasını yakmaya ancak yetişebildim. Kendime de bir tane yaktıktan sonra elimdeki kadehin içinde kalan içkiyi de kafama dikerek Bob Marley’e eşlik etmeye başladım.

Durup dururken soruvermişti o soruyu. Ancak neden sordu, ya da ne anlamda sormuştu anlayamadım.

          “Ne anlıyorsun bu parçadan ?”

Beğenmeyip burun kıvırma mıydı yoksa benim bu parçayı sevebileceğim mi şaşırtmıştı anlayamadım. Ya da öylesine, cevap gerektirmeyen bir konuşma başlatma çabası mıydı? Cevap vermeli miydim; yoksa sorusunu yok mu saymalıydım, kararsızdım. Yuvarlak laflar etmeyi de hiç beceremezdim. Çünkü  ya içimden geçenleri dilime dolamadan olduğu gibi söyler ya da susardım. Ama bazen susmanın bile durumu toparlayamayacağı durumlar vardı. Aynı o an gibi.

          “Bu parçadan ne anladığımı bilmiyorum ama anladığım bir şey var ki, o da bu insanları anlamadığımdır.” diyerek elimle salonun orta yerinde kafalarına kukuletalar yerleştirip yılbaşına hazırlanan grubu gösterdim. Ellerinde kaynana dili denilen zımbırtı, kafalarında palyaço bozması şapkalarla bence komik ötesiydiler. Kendime içki tazeleyecektim ki elinde azalan bardağı görünce ona da sordum. Kadehini boşaltıp, “aynısından lütfen!”dedi, o beni deli eden, çok bilmiş dudak kıvıran gülümsemesi ile.

Bir an önce yeni yıla girsek de, en kısa zamanda kurtulsam beni ürküten ve kendine esir eden o bakışlarından diye geçirdim içimden.  Elimde içkilerle dönerken yanına bir parti insanı gelmiş, müzik setinde bir şeyler kurcalamaya çalışıyordu. Hamlesinin akabinde başlayan “jingle bells” ile beraber herkes birer birer bulunduğumuzu salonu doldurmaya başlamıştı. Özlem’le Nedim de yanımızda aldı yerlerini. Dakikalar kalmıştı yeni yıla. Birisi, “ışıkları kapatın!!!” diye bağırıyor, bir diğeri maytaplar dağıtıyordu.

– “Sakın saat on iki olmadan yeni yıldan dilek dilemeyi unutmayın haaa.” dedi Özlem, sonra da karnıma yumuşak bir dirsek atıp; “Sen de bayım, özellikle sen! Artık sıkılmaya başladım çünkü birilerini bulsan iyi olur kendine!” dedi ve geri saymaya başlayan kalabalığın arasına karıştı.

Kadehimi ona uzatıp gecenin bana göre en uzun konuşmasını yapmıştım sanırım,

          “Gelen yeni yıla, ve yeni yılda tüm dileklerinizin gerçekleşmesine.”, sonra da kaldırdım kadehimi. 

 

          “Umarım dileğiniz gerçekleşir. Bana saçma geliyor gerçi ama ….”

sözlerinin sonunu duyamadım, zaten duysam da bir cevap veremezdim, çünkü evin içinde ne kadar davetli varsa hepsi bir ağızdan çığlık çığlığa bağırmaya başlamıştı. Bana da yapacak bir şey kalmadı millete eşlik edip yeni gelen yılı alkışla karşılamaktan başka.

 

Çığlıklara karışan kelimelerimi yeniden toparlayıp bir araya getirecek gücümü almıştı salondaki enerji… Ben de söylediklerimden sıkılıp izin isteyerek ortamın en sessiz yerine yani  terasın köşesine doğru yürümeye başladım. Tabi Aralık ayıyla üzerimdeki siyah elbisenin yıldızları pek uymuyordu ama afakanlar basmıştı onca insanın ve alkole meyilli hamlelerin arasında. Eğer biri bar programı yaptığımı bilmese alkollü insanlara tahammülüm olmadığını sanırdı. Galiba eğlenmek için eğlenen insanlaraydı tepkim. Kendimi sıfır dereceye yaklaşan bir soğuğa hiç düşünmeden atışım. İliklerime ve aynı zamanda aklıma ilişen buraya ait olmama düşüncesi…

Sahi ben geçen sen yılbaşına girerken ne yapmıştım?

Bunu kendime niye sorduysam…

Belki de tarihe geçmesini hiç istemediğim bir sene geçirmiştim. Kendimi yeni yeni toparladığım şu aylarda, etrafımda tanıyan ve tanımayan herkese standart bir psikolojide görünmek de en zor olanıydı. Bazen “Change the World”ü söylerken  en sıradan yerinde bağıra bağıra ağlamak istiyordum. Tepkilerim koca bir tepkisizlikti. Belki de bu yüzden anlamsız kalabalıklara olan tepkim de şu an terasın tam üzerinden geçmekte olan bulutlara kanalize olmaktan ibaretti. İşte oldukça derine indiğim o an sırtıma dokunan bir elin ürpertisi sıfır dereceden bile daha soğuk ve yabancı gelmişti …

          “Anlıyorum sıkıldın ama burası da çok soğuk. Sesini üşüteceksin!”dedi Oğuz. Nezaketini anlayabilirdim ama herhangi bir asılma ya da yazılmaya doğru terfi ederse kendimi iyi hissetmeyeceğimden pek ilgilenmek istemedim.

 

          “Teşekkür ederim. Girerim birazdan içeri.”

          “Bence sen burada kal, ben üzerine bir şeyler getireyim.”

Tam da düşündüğüm gibi rolüm, pergelin kağıda saplanan metali gibi “ben” odaklı olmaya doğru gidiyordu.

          “Hayır, gerekirse ben alırım, teşekkür ediyorum tekrar. Hem henüz üşümedim.”

 

          “Peki, bu arada pasta servisi bitmek üzere, yeteri kadar ikna edici mi bilmiyorum ama içeri girmen için tatlı bir nedene benziyor.”

          “Tatlı yemekten çok hoşlanmam zaten alkolle de almam pek doğu olmaz. Sana afiyet olsun.”

          “Teşekkür ederim Lalin. Eğer görüşemezsek, iİyi geceler ve mutlu seneler!”

          “Sana da…” diyerek iyice içeri girdiğinden emin olduktan sonra, terasın ucuna doğru yaklaşarak bir sigara yaktım.

Şu an yanımda kimse olmamasının benim dışımda nasıl bir nedeni olabilirdi? Tüm bu tablodan yaşadıklarım mı sorumluydu? Bütün bunları ben yaşadığıma göre tek görgü tanığının işaret parmağıyla gösterdiği kişi aslında bendim. Sanırım alkolden olacak ki melankoliye ışık hızıyla gidiyordum. Bence ben oradan gitmeliydim, hatta belki gelmemeliydim de…

Sigaramın daha yarısına bile gelmeden söndürüp, hızla içeri girdim.

          “Sen nerdesin ya!” diyen Nedim’e ufak bir gülümseme atarak,”Acil gitmem lazım!” dedim.

 

          “Hayırdır!”

          “Esas benim gitmem hayırlı olacak, lütfen daha fazla soru sorma.”

          “Anlamadım ama peki. Dilersen Oğuz da karşıya geçiyor, seni bırakabilir.”

          “Sağol bende de araba var.”

          “Yani çevirme olabilir diye dedim.” derken  Oğuz yaklaştı;

          “Çok memnun olduğum tanıştığımıza, ben izninizi rica ediyorum.” diyerek…

          “Ben de!” dedim. O arada Nedim söze girerek  “Bence tek araba gidin, ikiniz de karşıya geçmiyor musunuz?” diye bir laf attı.

          “Benim için söylüyorsan gerek yok” dedim. Sanırım aynı kanıda olan Oğuz da aynı tepkiyi verdi.

İşin ilginç yanı Oğuz gayet kendi halindeydi ve merdivenlerden inerken bana bu kalabalıkların ne kadar gereksiz olduğunu söylüyordu. Evet ben de aynı fikirdeydim ama bunu söyleme dökebilecek kelimeleri toparlayamayacaktım. Çok uykum gelmişti ve aslında değil insan sesi, sessizlik bile fazlasıyla gürültülüydü.

O anda kapının önünde aniden durup;

          “Sana bir sır verebilir miyim?” dedi.

 

          “Neye dayanarak?” diyerek gülümsedim.

           “Sende biraz ben var biliyor musun?”

          “Sen nereden biliyorsun?”

          “Henüz hiç cevap vermedik farkında mısın?”

          “Hala vermiş sayılmayız diyerek ilk cevabı ben vereyim bari…”

Oyunu andırıyordu söylediklerimiz ve son cümlemle beraber kapının önünde büyük bir kahkaha patlattım. O da benim gibi gülmeye başlamış ve kahkahalarımız birbirine karışmıştı. Yarı gülerek sarf ettiği söz karşısında nutkumun tutulması gecikmedi;

          “Şu anda benim yerimde olan bir erkek sana kahve içmeyi teklif eder ama bence uyu. Sen bu yıl çok yorulmuşsun çünkü…”

 

          “Nasıl yani?”

           “Bilmiyorum ama daha bu yılı bitirmediğini hissettim terasta. Belki de yıl olarak bakmamak lazım. Bir süreç ve sen bunun herhangi bir yerindesin. O nedenle yılbaşı filan hikaye senin için. Off neyse, neler saçmalıyorum ki?”

Tam anlamıyla demir kapıya yapışmıştım söyledikleriyle. Toplam beş dakika bile konuşmamıştık. O mu bu kadar yetenekliydi karşısındakini anlamada, yoksa ben mi bunu karşı tarafa yansıtacak kadar incelmiştim. Şaşkınlığımdan ağzımdan çıkan sözleri filtreden bile geçirememiş, kırıcılık oranıyla hiç oynamadan ortaya döküvermiştim.

          “Yarın sabah bu dediklerini hatırlayacak mısın?”

 

          “Sorunun içinde cevabı da saklı. Zaten yarın oldu ve artık unutma şansım olamaz değil mi…”

          “Ama alkol…veya her ne ise…”

          “Lalin, soruma evet ya da hayır de ve geç. Çok matah bir şey değil benim hissettiğim ve herhangi bir şekilde hayatında karşılığı olan şey…Kahin filan da değilim.”

          “O zaman bana telefonunu ver.”

          “Neden, yarın arayıp sözlü mü yapacaksın?” diyerek bir kahkaha attı.

          “Hayır daha hain planlarım var senin için…”

          “Peki.” diyerek birbirimize yedi haneli numaralarımızı tek çırpıda söyledik.

Arabalarımıza doğru yürüdüğümüz anda içimdeki garip tedirginliği asla ifade edemeyeceğim. Üstelik motoru çalıştırdıktan sonra benim gitmemi bekleyecek nezaketi göstermesi ve köprü sonrasındaki yol ayrımına kadar arkamdan rahatsız etmeyen varlığının belirtisiyle takip etmesi de cabası…

Eve girdiğimde, uykumdan eser kalmamasındaki rolünü belirtmeden geçemeyeceğim. Gecenin son karesi,  yorgunluktan bedenimin yığıldığı bir bambu koltuk ve artık uykuyu yenerek pembe bir hayal eşliğinde yerdeki peluşa dalan yorgun bir çift göz idi…

Evet bir çift göz…