Çalan saatin, o insanın içine işleyen tiz sesiyle uyandım. Bu sesin aceleci ve devamlılığını ara vermeden sürdüren hali, bir an için saati fırlatıp, bir şekilde yok etme isteğini uyandırdı içimde. Her ne kadar o an istesem de, hafta sonu uykumu son bulduran, iğrenç cismi, fırlatmadım. Sadece ellerimle, göz kapaklarımı aralamadan, görmeden, yoklayarak baş ucumdaki masanın üstünden yakaladım saati, arkasındaki çıkıntıyı öbür tarafa kaydırmamla telaşlı, gıcık bağırış, yerini mahmur bir sessizliğe bıraktı. Nefret ettiğim, hep tekrarlanan, saatin gıcık bağırışıyla uyanma sorununu, bir daha yaşamayabilirdim, başka şekillerde uyanabilir ve hatta hiç uyanmayabilirdim. Buna rağmen, saati hiç yok etmedim, hep kalkmam gereken zamana ayarladım, hep uyandım. İstemediğim ama bilinçli olarak devam ettiğim bu duruma neden hiç son vermediğimi, niye bu eziyeti bile bile çektiğimi düşünmekse, sadece hayatı daha zor bir hale soktu. O an, tüm bu karmaşık düşüncelerden sıyrılıp, kafamı yastığıma gömüp uyumaya devam ederdim etmesine ama, bir saat sonra olmam gereken bir spor salonu, almam gereken maçlar vardı. Gitmek istiyordum, kalkmak ızdırap verici de olsa, bana ait sıcacık bir yataktan… İçimdeki hiperaktivite uyanmıştı bir kere. Hafta içleri yetmiyormuş gibi, hafta sonları da erken kalmak, belki de yazın öğlen bire kadar uyanmayışlarımın bir cezasıydı bana, kim bilir belki de çok fena bir şey de değildi aslında…
Banyodan çıkıp, giyinmeye gittim. Üzerime bir şeyler geçirdikten sonra, bu kez daha özenli bir şekilde bütün gün üzerimde neyle dolaşacağımı düşündüm. Seçtiğim kıyafetleri çantama yerleştirdikten sonra, geç kalmamak için biraz da telaş ederek en rahat spor ayakkabılarımla, attım kendimi dışarı. Şimdi bir şeylere binip, gitmem gereken yere, ulaşmam gerekiyordu. Kadıköy’ün ısrarcı minibüslerinden birine bindim, şöföre parayı uzattım, aldı. Oturacak yer olmadığı için ayakta durmaya başladım. İnenlerin ardından boşalan yerler olsa da, oturmak içimden gelmedi. Az sonra siyah fönlü saçlarıyla, siyah çorabıyla, siyah eteği, siyah mor çizgili tişörtü, yine siyah olan converse’i ve üstüne indirdiği siyah mor çizgili kısa çoraplarıyla bir kız minibüse bindi. Boş olan bir yere oturdu. Yüzünde sert bir ifade vardı. Gözlerini sabitliyor soğuk soğuk bakıyordu. Taktığı kulaklıklarından fışkıran müzik, çantasının içinde bilinmeyen bir merkezden geliyordu, ne dinlediği temel hatlarıyla belliydi. Bol gümbürtülü, bir şekilde ritim tutmanı gerektirecek, uyandıracak, hareketlendirecek bir müzik. Bu kız inadına gözlerini sabitlemiş sakin sakin ama bir yandan da sanki öfkeli öylece duruyordu. Neyse işte.
Ya, insanlar neden bu kadar kasıyorlar kendilerini anlamıyorum, sabahın o saatinde. Yani pazar pazar uyan, kalk giyin, çeki düzen ver kendine, makyajını yap, oo bir sürü işkence, hem de saat sekizde. Başka derdiniz yok mu kardeşim, bir de o kadar ilgilen kendinle, sonra bunalım takıl, anlamıyorum valla. İnsan eğer mutsuzsa, depresifse, amaçsızsa, nasıl o kadar dönüştürebilir, giydirebilir ki kendini? E, peki değilse neden öyle donuk donuk bakar, gözlerinde neden görürsün mutsuzluğu, sıkılmışlığı, öfkeyi? Beni ilgilendiriyor, çünkü çevreye yayılan negatif elektirik israfından başka bir şey değil bu…
Vardım sonunda, ulaştım, yapacağımı yaptım. Yeterince yorulduktan sonra, giyinip çıktım. Aklımdan geçen onlarca yiyeceğe engeldi zaman. Saat daha on buçuk olduğundan, kahvaltı dışında ciddi yemekler beni bozardı. Kahvaltı, biraz soluklanma vs… En sonunda yaptığım ara yolculuklardan sonra Taksim’den Kocamustafapaşa’ya giden bir otobüse bindim, boştu. En arka sıraya gittim oturdum. Derin bir nefes aldım, yorgun, çok yorgundum, oysa kimileri için gün daha yeni başlıyor gibiydi; öylen on iki buçuk da olsa, ne de olsa pazardı. Hava sıcaktı, yumuşaktı, buharlaşmıştı sanki, elle tutulur gibiydi, büyüleyiciydi. Zaman kavramı, ölçüt olmaktan çıkmıştı sanki…
İnsanlar otobüse bindiler, teker teker. Çok ilgilenmedim hiç biriyle, sadece alnımı dayanım cama, dinlediğim müzikle uzaklaşmak istedim o an ordan. Uzaklaştım. Aldım başımı gittim, bir süreliğine, keyfim yerine geldi. Hemen varmak istemedim, geç kalmış da olsam gideceğim yere; hemen varmak istemedim. Havanın yoğunluğu içinde, bir yerlere koşuştururken, bir durak gibi, uyumak, soyutlanmak gibi, iyi geldi oturmak…
Henüz Tarlabaşı’ndan geçiyorduk. Sağa doğru bakıyordum, camın ardından insanlara. Yine ne çoklardı… Garip insanlar… Her insan garip… Bölge bölge farklı insanlar… Yine de acayip cosmopolitti geçtiğim yerler…
Dağınık olsun, öyle gözüksün diye değil de, gerçekten dağınık ve pek iyi görünmeyen sarı, siyah karışımı toplanmış saçları, net olmasa da gördüğüm kadarıyla, kirli beyaz, kalın topuklu ayakkabıları, boyu kısa, rengi koyu tükenmez kalem mavisinde, dar, paçaları kısacık yırtmaçlı pantolonu, üstünde pantolonla hemen hemen aynı renkte kot ceketiyle, sırtı dönük, yüzü silik, kollarını başından bir hışım aşağı çeken, bağırdığı görülen, tepinen bir kadın. Elinde beyaz bir çanta Beyoğlu’nun derinlikli dar sokaklarına doğru, merdivenleri atlayarak dalan bir adam, bir genç. Duymuyordum ama, görüyordum. Kadının nasıl bağırdığını,duyuyormuş gibi biliyordum. Bir gürültü vardı, ağlamaklı bir kadın silüeti, derken, biz, şaşkın simitçiyi gördük en son, sonra hızla geçtik, kadını, hırsızı, simitçiyi, durakta bekleyenleri. Otobüsün içinde bir karmaşa yaşandı aniden, önde bir grup başı bağlı hanım teyze vardı. Onlar telaşla konuşmaya başladılar, şöför ve kapının yanında oturan biletçinin bile bu muhabbete katıldığını gördüm. Gözlüklü bir teyze, zıplayarak giden otobüse aldırmadan kalktı yerinden, minik ve çabuk adımlarla, bana doğru geldi. Sonra otobüsün arka camından merakla parmak uçlarına kalkarak bakmaya çalıştı. Avusturalya çöllerindeki, mirketlere benzettim onu o an. Aceleci, meraklı, tetikte… Sonra yine minik ve çabuk adımlarla diğer hanım teyzelerin yanına döndü.
Artık daha fazla atraksiyona tahammülüm kalmamıştı, gözlerimi kapadım biraz. Eğer müzik dinlemiyor olsaydım ne kadar sıkıcı olurdu, daha fazla orda olurdum, daha fazla o otobüsün içinde, daha fazla kargaşa, daha fazla kalabalık, daha gerçek, daha… Neyse ki değildim, eğer olsaydım bu kadar da dikkat edemezdim zaten, bir çok şeye. Varmam gereken yere yakınlaştık, o sırada yine yeni insanlar bindi otobüse.
Küçük bir kız bindi, bir da baba. Kız babasına benziyordu, bir küçük çanta ve “Arçelik” yazan yıpranmış bir küçük telli not defteri taşıyordu, babası bıyıklı siyah saçlı bir adamdı sanırım. Kız gülümsüyordu, babası onu önüne aldı elinden tuttu, yanıma oturttu. Kendi oturabilecek kadar büyüktü kız, çok küçük değildi, ama babası ona kibarlık yaptı, o oturduktan sonra oturdu yanına. Siyah kısa topuklu, klasik okul ayakkabısı cinsinden ayakkabıları vardı kızın, önleri soyulmuş, grileşmişti. Gülümsüyordu sürekli, babası da gülümsüyordu. Bence baba kız bir yerlere gidiyorlardı, bu onlar için önemli bir geziydi, özellikle kız için…
İnsanlar gün içinde, en iyi nerede gözlenir? Toplu taşıma araçlarında.
Adamın ellerini görüm, elleri.. Siyah kıllı, kalın parmaklı, tırnakları pis, kötü oldum nedense…
Adam kızını öptü, kız güldü, adam bir daha öptü, kız yine güldü. Omzunu, kanatları altına almış gibi güven vererek sıktı kızın, kız güldü. Adam yüzünü elledi kızın, konuşuyorlardı, duymuyordum. Adamın elini tuttu kız, o pis ellerini, adam güldü, kız güldü. Eskimiş de olsa ayakkabıları, küçük de gelse montu, kapanmasa da düğmeleri, “aç değil, açıkta değil”lerdi. Dünyalarındaydılar, mutluydular, kendi bakışları, kendi görüşleri, kendilerine göre onlar gayet iyi…
Kız adamın elini tuttu, öptü, o pis elini. Ona göre pis falan da değildi belki…
İnmem gerekti indim otobüsten, zaten artık çok daralmıştım, bir taksiye bindim, geç kaldım ama yine de sonuçta gittim. Yolda neden herşeye bu kadar takıldığımı düşünürken, o an boş vermek geldi içimden, boşverdim.
Yine karışmıştı her şey… Elleri, elleri… Herkesin kendi iyisi, kendi kötüsü, kendi zengini, kendi fakiri, güzeli, çirkini… Kuzguna yavrusu… Belki…
Düşündüğüm zaman, iyice karıştı kafam, hayat ne başka…
Peki ya acaba, benim ellerim kimlere göre pisti?