Ayağımın altında gıcırdarken fosforumsu mavi bir ışıkla parlayan kar, eskimiş botlarımın kenarlarından içeri doluyor, tabanlarımdan başlayıp ayak bileklerime kadar bir karış mesafedeki tüm duyularımı hissizleştiriyordu. Sabah yürümeye başladığımda güneşin varlığına dair tek işaret olan bulutların üzerindeki o aydınlık yansımasını görebiliyordum, oysa vadiyi kaplayan sisle karışmış zayıf, oksit sarısı aydınlık bir süre sonra yitip gidecek, daha sonra zifiri karanlık gelene dek gözlerim sadece kardan yansıyan o fosforumsu maviyle yönünü tayin etmeye çalışacaktı.
Yola çıktığımdan bu yana ne kadar zaman geçtiğini bilemezdim çünkü bana yardım edebilecek ne bir saat vardı ne de pusula, sadece elimdeki silahla içgüdülerimin tayin ettiği bir yönde yol alıyordum o kadar. Tanrım, bu nasıl tarifi zor bir soğuktu böyle! Dudaklarım kabarmış, kızaran yüzümün derileri çoktan çatlamaya başlamıştı bile. Yürümeye başladığımdan beri kulağımda ıslıklar çalan dondurucu ve nemli rüzgardan içim katılaşmış, neredeyse bilincim bile donmak üzereydi. Silikleşmeye başlayan belleğimden kimi ne için aradığımı hatırlamaya çalışarak tedirginlik içinde ağır aksak yürümeyi sürdürürken birdenbire bulunduğum tepe yamacından aşağıda, vadinin çukur bir yerinde o karaltıyı gördüm. Onu fark ettiğim andan itibaren yüreğimin sesi kulağıma beyaz sessizlikte herbiri bedenimi sarsan patlamalar olarak ulaşmaya başladı.
Elbette oydu, o, ta kendisi.
Bu kimsesiz ve vahşi doğada bir insan boyunda dikine hareket eden, çok iyi bildiği bir yöne zor da olsa yürümeyi sürdüren gölge başka kim olabilirdi ki. Her bir hücresi iğne batırılmışçasına acıyan, artık katılaşarak bir buz kütlesine dönüşmek üzere olan zavallı bedenimi feda etme pahasına aradığım avıma sonunda ulaşmıştım..
Otuz yıllık bir hesap kapatılmak üzereydi. Bugünün gelmesi için tam otuz uzun yıl beklemiştim. Ve artık kimi, niye, ne kadar beklediğimi unutmadan bu görevi tamamlamalıydım.
Birden yüzümü bir alev dalgası kapladı. Ya benim onu gördüğüm gibi o da beni gördüyse! Eğer gördüyse..
O anda üzerime vınlayarak bir merminin gelmesinden korkan içgüdülerim kendimi derhal yere atmamı emrettiler, -İçgüdü mü? Belki de içgüdü değil öğretiydi bunlar. Olabilir miydi acaba? Ama şimdi bunun üzerine fikir yürütecek zamanım yoktu- kendimi yüzü koyun yere attım, sessizlikte pat diye bir ses çıktı, sağa sola iri kar parçaları sıçradı. Aynı karlar yüzüme dolarak görüşümü bulanıklaştırırken bir kısmı da düğmesi kopuk yakamdan içeri girerek üşümüşlüğümü bir kat daha artırdılar. Silahımı büyük bir dikkatle karaltıya doğrulttum, gözümü kırpmadan, soluk bile almaktan çekinerek bekledim. Hareketli karaltıyı bir türlü namlunun ucuna alamıyordum. Ve daha kötüsü kendi silahımı hatırlamıyordum, acaba bir emniyeti var mıydı ? Varsa kapalımıydı açık mı? Hiç emniyetsiz tüfek olur muydu, elbette bir emniyeti vardı, yavaşça tetiğin üzserindeki elimi tüfeğin emniyet düğmesine uzatarak onu yavaşça açtım. Çıkan klik sesi sanki tüm vadide yankılandı gibi geldi bana. Peki bu tüfek kurşun mu atıyordu saçma mı? Tanrım kendi silahımın özelliklerini unutmuş olamazdım ya! Yoksa gerçekten de bilincim bedenimden önce mi donmaya başlıyordu. Dikkatimi yeniden karaltıya yönelttim, bakışlarımı asla hedeften ayırmamam gerektiğini biliyordum, çünkü bunu bir anlığına yapsam bile onu gözden yitirebileceğimi çok iyi biliyordum. Lanet olsun, silahımı çok önce kontrol etmeliydim!
Ama belki de bunu yapmış daha sonra yine unutmuştum.
Elimi tetikten ayırıp yüzümdeki karları temizleyemediğimden sakalımdaki karlar nefesimle eriyerek önce kirli bir suya, hemen ardından da buzdan dikenlere dönüşmeye başlıyor, buna karşılık kalın keçe başlığım saçsız başımı ateş gibi yakıyordu. Alnımdan süzülen tuzlu ter taneleri yüzümdeki çatlakları acıtmaya başlamıştı.
Avımı vurmak için vaktim sınırlıydı, çünkü az sonra hava tamamen kararacak, göz gözü görmez olacaktı.
“ Onu bu mesafeden vurabilir miyim acaba ..? Ya vuramazsam..! ”
Tüfek artık soğuktan ellerime yapışmaya başlamıştı. Aydınlık an be an eriyor, zayıflamaya başlamış gözlerim alaca karanlıkta hedefini seçmekte daha da zorlanıyordu. Aklımdan yanıp sönen ışıklar gibi düşünceler peşisıra geçmeye başladı;
“ Acaba yeterince usta bir nişancı mıyım…? Onu bu mesafeden vurabilir miyim…? Peki daha önce birini vurdum mu…? Onu niçin vurmam gerekiyor…? Elinde bir tüfek varmıydı göremedim, yani benimkinden daha iyi bir şey. Yoksa o benden daha iyi bir atıcı mı…? Beni fark etti mi…? Hava daha da kararıyor, ellerim sızlıyor, parmak uçlarım donmak üzere, karnım ağrıyor, karnım üşüyor. Kendimi yere attığımda kar içime kadar girmiş olmalı. Onu vurduktan sonra ne yapmalıyım…? Bu karanlıkta yolumu bulabilir miyim…? Kar bütün gece yağmaya devam edecekmi acaba…? Belki bir-iki saate kadar kar durur, işte o zaman yıldızlar çıkarak bana yol gösterirler. Ama yıldızlar çıkarsa hava iyice ayaza kesecek demektir. ”
Hem üşüyor hem de terliyordum. Ter tanecikleri bu kez de alnımdan süzülerek gözlerime ulaşıyor, gözlerimi yakarken bakışlarımı da bulanıklaştırıyordu.
“Bir el ateş edip şansımı denesem mi acaba …? Ya ben onu vuramazsam da o karanlıkta namlu ateşinden yerimi fark edip beni vurursa. Tanrım! Acaba yeterince dayanıklımıyım…? Yani vurulsam kan kaybına dayanabilir miyim …? Peki o üşümüyor mu…? Elleri hala tutabiliyor mu…? D-Durdu galiba…? Niye hiç ses duyulmuyor ? Bana doğru mu döndü yoksa…? Eğer hala yürüyebiliyorsa bu karda en fazla yüz metre gitmiştir, eğer namluyu bir karış sağa kaydırsam onu yine namlunun ucuna almış olurum… Ama artık onu göremiyorum ki! Hayır, hayır riske girmemeliyim, onu daha iyi bir koşulda yakalamalıyım… Acaba hangi yöne yürüyordu…? Üzerime geliyor olabilirmi…? Ya geliyorsa…! Tepeye yakınım, tepenin arkasına kadar geri geri sürünebilir miyim acaba ? Denemeliyim, ben onu görmüyorsam o da beni göremiyor demektir… Ama ben aşağıya doğru kaçarsam da o buraya tepeye gelirse bu defa ben açıkta ve korumasız kalırım. Yine de bunu denemek zorundayım. Bu lanet ayaz yüzünden gözlerim yaşarıyor, doğru dürüst göremiyorum. Yüzüm niye ateş gibi yanıyor, oysa ellerim donmak üzere. Ayaklarım dondu bile hiç bir şey hissetmiyorlar, acaba donarlarsa onları kesmek zorunda kalırlar mı…? Tanrım, bunu kabullenemem, o halde yürümeliyim, ama yürüsem bile donabilirler… Bu nasıl bir av böyle ? ”
Kendi kendime söylenmeyi bırakarak önce yakındaki tepeye kadar geri geri süründüm, daha sonra ayağa kalkarak yokuş aşağı koşmaya başladım. Vadinin alçak yerlerine ulaştığımda dizlerime dek yükselen karda koşmak artık imkansızdı. Elimdeki ağır tüfekse hareket etmemi engelleyen gereksiz bir yüke dönüşmüştü artık. Daha fazla taşımaktan vazgeçerek onu bir kenara fırlattım, sadece karlara düşerken çıkardığı tok sesi duyabildim.
“Bu soğukta mekanizması bile donmuştur istesemde çalışmaz artık. ” diye söylendim. Peki bu lanet avdan ben nasıl kurtulacaktım ? Yapacak hiç bir şey yoktu, sadece kendimce bir yön belirleyip bir ışık bulana kadar yürüyecektim.
“Yürürken ya bir ırmak veya dereye düşer de donarsam. ” diye geçti bu kez aklımdan. “ Hayır, bu soğukta her şey donmuştur herhalde.”
Kendime bir yön seçmeye çalıştım midemden gelen gurultular iki gündür doğru dürüst birşey yemediğimi hatırlatırken.
“ Bir somun ekmek olsaydı şimdi ! ” diye düşledim, “ Şöyle sıcak, sıcak. Hiç bir şey istemezdim başka, sıcacık koca bir somun, bir de üzerine çay ! ”
Bir parça gayretlendim ve gün batımını işaret eden incecik sarı-gri bir ufuk çizgisini referans alarak batı olduğunu düşündüğüm bir yöne yürümeye başladım. Ayağımın altında donmaya başlayan karlar kıtırdayarak eziliyordu.
“ Acaba çevrede kurt ya da ayı var mıdır ? Ama açlıktan ölmüyorlarsa bu havada onlar bile çıkmaz dışarı ! ”
Gülümsedim. Daha doğrusu gülümsediğimi sandım. Çünkü bir palyaço fotoğrafı gibi, ağzımın sadece sağ köşesi tepki verdi gülümseme isteğime.
Üzerinde zaman kavramını tamamen yitirdiğim uçsuz bucaksız ovaya çöken zifiri karanlık eğer varsa bile kurtuluşa götürecek yolu benden gizliyordu, yine de bir çukurun içinden vınlayarak gelen bir kurşunun göğsüme saplanarak beni kanlar içerisinde donmuş toprağa düşüreceği tedirginliğiyle seçtiğim yöne yürümeyi sürdürdüm. Ara sıra ayağımın altında kırılan bir dal çıtırtısında hemen ellerimle başımı koruyarak çöküyordum. Bazen de karanlıkta görmeden takıldığım bir karaçalı, kalın aba kumaştan haki renkli pantolonuma küçük bir delik açıp acı soğuk o delikten bacağımı ısırdığında ;
“Hayır!” diye geçiriyordum içimden daha çok altıma giydiğim uzun yün paçalı dona güvenerek, “Bu kadarı beni korkutmaz !”.
Süresini bilmediğim bir yürüyüşün ardından soluğumun tükendiği yerde dallarından karlar sarkan kuru bir ağaca sırtımı yaslayarak bir nebze olsun soluklanmaya çalıştım.
“ Neredeyim ben, neresi sağım, neresi batı, hani yol, hani iz, niye hiç ışık yok ? ”
Gerçek olan o ki bu kör karası gecede ne sağ vardı, ne sol. Ard yoktu, ön yoktu, sanki yön diye bir kavram hiç olmamıştı, sadece üçyüzaltmış derece kar vardı, don vardı, ayaz ve bir de çelik mavisi sessizlik. Artık ne adımı hatırlayabiliyordum ne de yaşımı. Duyumsayabildiğim tek şey beni bir kardeş gibi sarıp sarmalayan uykunun omuzlarıma çöken tatlı ağırlığıydı. Yine de bu ölümcül kardeşe karşı koymaya çalışarak, hiçbirşeyliğin ve hiçkimseliğin uzayında gözleri kapalı sürüklenircesine yürüdüm, yürüdüm.
Ağrılı ve soğuktan yaşarmış gözlerimi son kez açtığımda tüm dikkatim istem dışı bir hareketle ilerlerde bir noktaya odaklandı. Eğer yarı donmuş ayaklarım bana ihanet etmese o anda sevinçten havaya bile sıçrayabilirdim. Uzakta, sisler içerisinde hayal meyal fark edilen, uzayın derinliklerinde yanıp sönen bir yıldızı andıran zayıf, sarı bir ışık yolumu değilse bile bilincimi bir nebze aydınlattı. Orada bir ışık varsa, insanlar da olmalıydı. Yanan bir ateş, birkaç lokma aş. Son bir güçle ışık yönünde ilerledim ancak mesafeleri kestirmenin mümkünü yoktu. Zaten mesafe ve zaman kavramları anlamını çoktan yitirmişti.
Ölümle yaşamak, uykuyla donmak arası sarı ışığa ulaştım.
Ama oraya ulaştığımda yeşeren umutlarım, çevredeki kurumuş ağaçlar gibi birden kuruyuverdiler. Beni uzaktan çağıran bu sarı ışık, adına trafo denilen ölü demirler ve çelik teller yumağından başka bir şey değildi . Umutsuzluk ve acı beynimi kemirirken ben de trafonun dibine çöküp kaldım. Tepedeki bozbulanık sarı ışık üzerine bastığım karlar üzerine ikiz kardeşim gibi mavi gölgemi düşürüyordu.
Bir anda aklıma gelen düşünceyle sıçrayıp ayağa kalktım.. Onu tamamen unutmuştum..
Şu halimle ışığın altında korumasız koskoca bir hedef olmalıydım, her an bir kurşun gelip ciğerlerime saplanabilir ya da kafamın yarısını uçurabilirdi. Bir parça adrenalin katılaşan kaslarıma ulaştı, onları zayıfça da olsa harekete geçirdi, karanlığın içine doğru koşmaya başladım. Bir yandan da aklımdan ;
“ Burada bir trafo varsa yakında evler de olmalı. ” diye geçiyordu.
Soluk borumu yakan hırıltılı, acı soluğum göğsümden yükselip boğazıma susuz bir ayva gibi takılana, göğsüm çatlayana ve yüreğim ağzımdan fırlayıp bedenim tamamen hareketsiz kalana dek sürdürdüm koşmayı. Sonra düştüğüm yerde hareketsiz kalarak soluğumun tekrar beni yaşama döndürmesini bekledim.. ve
ona tam umudumu yitirdiğim anda yeniden kavuştum.
Kafamdaki son düşünce kırıntıları bana ateş yakmam gerektiğini hatırlatırken kar altında kalmış ıslak dal parçalarıyla çalı çırpının asla bir ateşe dönüşemeyeceğini anımsadım. Artık düşünemez halde ayağa kalktım ve neresi olduğu artık hiç önemli olmayan bir yöne doğru son gayretimle yürümeye başladım. Aslında buna yürümek bile denemezdi. Sadece bacaklarım daha önce aldığı emirle, beynimin şu andaki halinden bağımsız hareket eden birer araç gibi üst yanı da donmaya başlamış vücudumu kendi isteklerince sürüklüyorlardı hepsi o kadar. Önümde uzanan tek görüntü, sert rüzgarın etkisiyle geceyi çaprazlama bölen beyaz kar çizgileriyken benim de kendi isteğimle yapabildiğim son hareket sağ taraftan gelen karın ağzıma ve burnuma dolarak beni tamamen soluksuz bırakmaması için kafamı sol tarafa eğmek oldu.
Soluğum tükendi, gücüm tükendi, ümidim tükendi, gece bir türlü tükenmedi. Cesaretimi toparlamak üzere son bir kez gülümsemeye çalıştım, bu kez sadece beynimde kaldı gülümseme… Ben bu avda üzerime düşeni yapmış ancak bu noktaya kadar ulaşabilmiştim ve içime işleyen bu acıya artık bir son vermek zamanı gelmişti… Önce, onları acımasızca yakan uyku duygusuna teslim olmamak için sürekli açık tutmaya çalıştığım gözlerimi yavaşça kapattım. Kendimi yere bırakmayı istediğimi bacaklarıma anlatana dek, onlar daha önce aldıkları komutla bir süre daha sürüdüler kar üzerinde yarı donmuş bedenimi… Ve ben aynı anda göremediğim bir engele çarparak karların üzerine yuvarlandım. Neye çarptığımı görmek üzere kafamı çevirmek istediğimde bu kez boynum bana ihanet ederek istediğim yöne dönmeyi reddetti. Acı dolu bir sürünmeyle yüzümün görebilen yanını çarptığım duvara çevirdim. Işıksız, ateşsiz soğuk bir avcı kulübesinin taş duvarıydı çarptığım. Girişe ulaşabilmem için, ayrıca kulübenin çevresinde acı dolu bir yarım tur daha sürünmem gerekti. Kapıyı bulduğumda, taş eşikten içeri bir adım mesafeyi sürünmekse dakikalar aldı… Ne bir ışık, ne yanan bir ateş, ne de tek bir eşya görebildim içerde, kulübe bomboştu…
Yani… Bir anlamda boştu…
Dışarıdan sızan soluk bir gri-sarıyla aydınlanan köşede gördüğüm şey beni şaşırtmamıştı…
İşte oradaydı…
Kulübeye benden önce ulaşmış, taş zeminin en kuytu köşesinde büzüşüp kalmıştı. O kadar güçsüz kalmıştı ki ocakta hazır bekleyen odunları bile yakamamıştı. Yanında ne silah ne de herhangi bir şey görünmüyordu. Donmuş yüz ifadesi avcı mı yoksa av mı olduğunu gizliyordu. Zaten bulunduğumuz bu yerde ve bu anda kimin avcı kimin av olduğunun da artık hiç bir önemi kalmamıştı, çünkü şu anda av da avcı da ölümün soğuk avuçlarındaydı…
Kulübedeki varlığımı duyumsadığı anda yapabildiği tek şey yarı yarıya kapanmış göz kapaklarının arasından donuk gözlerini inanılmaz bir yavaşlıkta bana çevirmek oldu. Kasları verilen emre itaat etmese bile beyninin o anda gülümseme emri verdiğini çok iyi biliyordum. Ben de onu kendi beynimdeki bir gülümsemeyle yanıtladım. Gücümün son kırıntılarını kullanarak ona doğru süründüm ve donmuş gövdesine kendi donmuş kollarımla sarıldım. Artık ikimiz de diğeri için tehlikeli olmaktan çok uzaktık. Ona sarıldığımda vücudunun hala sıcak kalan en küçük parçası olan yüreğinden yayılan rahatlamayı duyumsadım.
Ölümü biriyle paylaşmanın rahatlığı..
Aynı huzurlu rahatlama beni de sarmalarken yavaşça kapanan göz kapaklarıma karşı koymaktan vazgeçtim.