“Yağmurda Eriyen Adam” öykü kitabımda yer alan “Av” isimli öykümü, yıllar önce burada sizlerle paylaşmıştım. Bu karlı günlerde, sizlerle, doksanların sonunda yazdığım ikinci Av öyküsünü de paylaşmak istiyorum. Haydi, bürünün battaniyelerinize, çayınızı, kahvenizi yanınıza alın ve başlayın okumaya…

“ İnsanlık tarihi kadar eski bir beslenme, geçim, eğlence ve spor türü. Av hayvanları ve av kuşları olarak bilinen yabanıl hayvanların ve kuşların aranması, izlenmesi ve vurulmasına dayanır… ”

Ansiklopediler böyle tanımlıyorlar avcılığı… Oysa benim için avlanmak, pek çok insan gibi beni boğan, günlük sıkıntıları ve standart yaşamı içerisinde öğüten şehir yaşamından bir kaçış, farklı bir soluk alıştan başka bir şey değil. Bin dokuz yüz seksen altı yılının soğuk bir Mart sabahı, gün henüz ışımadan evimden ayrılırken, amacım iki günlüğüne de olsa kendimi doğanın özverili kollarında olabildiğince özgür hissetmekti. Tabii daimi eşlikçilerimle birlikte; yaşlı ama beni hiç yollarda bırakmayan Land-Roover, sadık köpeğim Apollon ve bir diğer emektar, on iki kalibrelik, beş atışlı otomatik Remington tüfeğim.

Geçmiş av öykülerimde, avlanmaktan ziyade, doğanın mis gibi toprak kokulu koynunda özgürce uyumanın huzurunu yaşamış, diğer yandan da evrensel avlanma kurallarına harfiyen uymuştum. Tüm av yaşamım boyunca, çok uygun bir atış konumunda olmadığımı düşündüğüm zamanlarda, diğer bir deyişle av hayvanlarını kesinlikle vuramayacağımı anladığım koşullarda onları sadece yaralamak pahasına onlara asla ateş etmedim, bir avcıya öğün olamayacak av hayvanlarını asla avlamaya çalışmadım. Böylelikle doğayı da göreceli olarak daha az incittiğimi düşündüm.

O cumartesi sabahı, içimden gelen güçlü dürtülere uyarak, en iyi avımı gerçekleştirmek niyetiyle çıkmıştım evden. Bu nedenle de her zaman avlandığım yerlerden daha uzak mesafelerde, çok iyi tanımadığım, sakin fakat heybetli Kil dağının yamaçlarında arayacaktım avımı. Gün ağarmadan yola çıkıp, sabah ayazındaki yaklaşık iki saatlik bir yolculuktan sonra ulaştım Kil dağının eteklerine. Bozuk yoldan yukarı doğru yaklaşık yarım saat daha yol aldıktan sonra geniş patikanın bittiği yerde, sola, ağaçların altında bıraktım Land-Roover’i. Yukarı, tepelere doğru yürüyerek, bacaklarıma, gücünü kanıtlaması için bir fırsat tanıyacaktım. İlk yirmi dakikanın sonuna yaklaşırken, yakınlarda sesi duyulan, ancak kendisi yol seviyesinin altında kaldığından göremediğim bir derenin kıyısından havalanan çulluk sürüsünün gürültüsü bozdu sabahın huzurlu sessizliğini. Çulluklar üzerimden geçerken, tüfeğimi doğrultmadım bile, çünkü benim istediğim büyük, çok daha büyük bir avdı ve avcı duyularım kulağıma, bu gün kesinlikle istediğim gibi bir avla karşılaşacağımı fısıldıyorlardı. Yola devam ettiğim süre içerisinde yolumun üzerinde kayda değer hiç bir şey ile karşılaşmadım. Bu iş sabır gerektiriyordu, sabır ve dayanıklılık. Oysa şehirde baş döndürücü bir hızla geçen yaşamımın, bu özelliğimi acımasızca körelttiğinin farkındaydım. İki saate yaklaşan, uzun bir yürüyüşün ardından, önsezilerim bana bir puma kadar sessiz olmamı buyurdular. İşte bu duyguyu çok seviyordum; avını görmeden hissetme duygusunu. Ses çıkarmadan önümde neredeyse bir insan boyu yükselen kil tepeciği siper alarak beklemeye başladım. Sabahın sessizliğinde yalnızca rüzgârın acı iniltileri duyuluyordu. Saniyeler birbirine eklenerek dakikaları oluşturmaya başladığında, bir an için önsezilerimden şüphe eder gibi oldum. Ama, beklentilerimi tatmin ederek, saatler süren bu yorucu av seremonisine yanıt olabilecek büyüklükte bir av karşıdan göründüğünde, yanılmadığımı görerek sevindim. Namlumun ucunda gördüğüm; heybetli boynuzlarıyla az önce yakınından geçtiğim dereye su içmeye giden inanılmaz büyüklükteki erkek bir dağ keçisiydi. Bir yay gibi geriye kıvrılan güçlü boynuzları, bir metreden uzun olmalıydılar. Tek kelimeyle muhteşem bir hayvandı… O, yaklaşırken ben de soluğumu tutarak bekledim. Hayvan, benim arkasına saklandığım kil tepeciğe yaklaşık elli metre kala birden durdu, rüzgârı dinlercesine başını rüzgâr yönünde hafifçe eğdi ve hareketsiz kaldı. Kan basıncımın yükseldiğini, yürek atışlarım hızlandığını duyumsuyordum. Saniyeler, Dali ustanın dallardan sarkan saatlerdeki gibi uzayıp sünerek, tedirginliğimi daha da arttırıyorlardı. Bu avı kaçıramazdım, çünkü bu dağ keçisi, benim bu güne dek en büyük avım olacaktı. Ben, bulunduğum mesafeden etkili bir atış yapabilir miyim diye düşünürken, hayvanın tedirginliği de artmıştı. Belki de kokumu almıştı. Karar vermek için fazla zamanım yoktu, ya atış şansımı deneyecek ya da bu avdan vazgeçecektim. Yok, bu avdan vazgeçemezdim, elbette atış şansımı deneyecektim ve bu atış hayatımın en önemli atışı olacaktı. Bu nedenle tüm dikkatimi toplamalı ve çok iyi konsantre olmalıydım. Soluğumu tuttum, nişancılığıma ve şansıma aynı derecede güveniyordum. Sessizlikte, avımın duymaması için büyük bir dikkat harcayarak yavaşça tetiğin boşunu aldım. Çıt… Sanki ses bütün sırtta yankılandı gibi geldi bana ama hayvan bulunduğun yerden kımıldamamıştı bile. Sonra saniyeleri saymaya başladım; üç… iki… bir… Parmağım karıncalanıyor, sanki bir an önce tetiğe dokunmak istiyordu ama kesinlikle bir yanlış yapmamalıydım, vuruş doğru yerden olmalıydı. Sağ işaret parmağım, tetiğin üzerinde gerildiği anda, ayağımı dayadığım zayıf kil tümsek aniden parçalanarak ayağımın altında un ufak oldu. Ben dengem bozularak aşağı kayarken, beynim ateş emrini çoktan vermişti bile. Parmağım tetiği çekti, patlarken hedefinden çoktan sapmış bulunan tüfeğimdeki mermi, gökyüzünü delerek uzaklaşırken, ağır ahşap dipçik de ters yönde hareket ederek alnımın üzerine bir balyoz gibi indi. İlk anda tarifsiz bir acı başımdan başlayarak tüm vücudumu sardı, gözlerimden bir şimşek parıltısı geçti, sonra tüm ışıklar yok oldu ve sessizce bir karanlıklar denizine yuvarlanıp kendimi kaybettim.

Üşüyordum… Nemli, ısıran bir soğuk tüm bedenimi kaplamıştı. Neden yerde, soğuk toprağın üzerinde yattığımı anlamaya çalıştım ama bilincim sanki bomboştu. Kafam zonkluyor, acıdan ve ağrıdan sağlıklı düşünemiyordum. Doğrulmaya çalıştım, başaramadım. Beynim, içi su dolu bir torbaymışçasına eğildiğim yöne akmaya çalışıyordu. Midem bulanıyor, başım patlayarak beynim küçük zerrecikler halinde çevreye dağılacak kadar şiddetle ağrıyordu. Tekrar sırtüstü uzandım ve bir süre daha bekledim. Daha sonra parmaklarımı yaranın olduğu yere götürdüğümde onun ne kadar derin ve ciddi bir yara olduğunu anlayabildim. Yaranın bulunduğu yerde bir kan pıhtısı elime geldi, yüzüm ise kan olmayan yapışkanca bir sıvı ile sıvanmış gibiydi. Apollon’un sıcak nefesini yüzümde, dilini yaranın çevresinde hissettiğimde yüzümdeki bu yapışkan sıvının ne olduğunu tahmin etmek zor olmadı. İşte o zaman anımsadım başıma gelenleri. Bir av kazasına uğramıştım.

Acı ve ağrı yüzünden, gözlerimi hala sımsıkı kapalı tutuyordum. Az sonra neler olduğunu görebilmek için gözlerimi açmaya çalıştığımda garipliği fark ettim. Hiç bir şey göremiyordum. Her yer kapkaranlıktı… Sabah kazayı geçirdiğim andan, akşam hava kararana kadar baygın mı kalmıştım yani? Ama karanlık niye bu kadar yoğundu ve niye sarımtırak bulutların ışığında tepelerin karanlık siluetlerini hayal meyal de olsa göremiyordum?

Gözlerimi tekrar kapadım, tekrar açtım, tekrar kapadım, tekrar açtım, kapadım, açtım, kapadım, açtım… Gözlerim açıktı ama gözlerimi içten perdeleyen kapkara bir örtü, görmemi engelliyordu sanki. Neler olduğunu anlamakta zorlanıyordum. Endişe içinde açma kapama işlemlerini defalarca tekrarladım… Hayır, karanlık bir türlü dağılmıyordu. İçinde bulunduğum durum bana çok garip geliyordu. Aklımdan şimşek gibi bir düşünce geçti. Yoksa… Yoksa bu karanlığın nedeni tüfeğin dipçiği kafama çarptığı anda beynimde oluşan bir hasar mıydı? “Ben şimdi kör mü oldum!” diye mırıldandım kendi kendime ve bunun doğru olduğuna inandığım anda yüreğimi müthiş bir korku kapladı. “Tanrım!… Kör olmuşum, gerçekten kör olmuşum!…” Bu gerçeği kabul etmeye bir türlü yanaşmıyordu bilincim. Bunun darbeden kaynaklanan geçici bir körlük olduğunu, bir kaç dakika içinde düzeleceğini ümit ederek çıplak toprağa tekrar uzandım. İçine düştüğüm durumu kabullenemiyor, bir değerlendirme yapmaya çalışıyor ancak başımdaki müthiş acı ve ağrı ile sağlıklı düşünemiyordum. Bir süre sonra doğrularak bütün gücümle bağırmaya çalıştım; “İmdat !..İmdat.. Kimse yok mu? Heey, burada kimse yok mu?”

Sesimin yankısını bile alamadım.

Lanet olası yerde kimse yoktu, hiç kimse… Demek ki bu gün büyük bir av peşinde koşan tek ahmak bendim. Bağırmaya çalışırken, başımdaki yara müthiş ağrımıştı, acıya dayanamayıp tekrar uzandım.

Sonra yattığım yerde birden av çantamı hatırladım. Dağ keçisini gördüğümde, sırtımdan çıkaracak vaktim olmamıştı. “Düştüğümde yakın bir yerlere savrulmuş olmalı!” diye aklımdan geçirdim. Bir kaç saniye ellerimle çıplak toprağı yokladıktan sonra, ona ulaştım. Bu arada başımdaki ağrının hafiflediğini fark ederek, bir nebze ümitlenmiştim. Çantamı el yordamı ile açtım ve hazırlarken içine neler koyduğumu hatırlamaya çalışarak karıştırdım. Bir bıçak, çatal ve kaşık seti taşıyan bir çakı, su mataram (bu beni fazlası ile sevindirdi, mataramdan bir kaç yudum su içerek onu ağzındaki kancadan belime astım), kalın bir naylon koruyucu içerisinde bir somun ekmek, iki iri parça kurutulmuş et, bir kangal sucuk… Ama ihtiyaç duyduğum şeylere hala ulaşamamıştım. Biraz daha derinlere indim, işte nihayet bir paket sargı bezi, küçük bir şişe tentürdiyot (bir ağrı kesici koymadığım için kendime küfrettim), iki iri elma, küçük bir poşette tuz, bir yedek çakmak… Hepsi bu kadardı.

Ya ceplerimde… Ceplerimde neler vardı? Kabanımın ceplerini karıştırdım, Roover’in anahtarları, bir miktar bozuk para -şu anda en az ihtiyaç duyduğum şey-, bir mendil, bir kalem, uğur getirdiğine inandığım için taşıdığım bir maskot. Belimdeyse iri av bıçağım kılıfında sallanıyordu. Acemi hareketlerle önce gazlı bez paketini açtım, bir miktar bezi çözerek koparmaya çalıştım, kopmadı, aksine incelerek sağlam bir ipe dönüştü. Öfkelenerek belimden bıçağımı çıkardım ve bezi kestim. Sonra bıçağı yere koyarak kestiğim beze kapağını açtığım tentürdiyottan biraz döktüm, başımdaki yaranın üzerine bastırdım. Yaranın üzerine bir ok saplanmışçasına, acı, gözlerimden yaş olarak fışkırdı. Bezin kalanını yaranın üzerine gelecek şekilde başımın çevresine sardım. Sonra bıçağımı yerde koyduğum yerde aradım, ilk anda bulamayarak telaşlandım, sonunda bıçak elime geldi, yerden alarak kılıfına koydum ve hala kabullenemediğim körlüğümün başlangıcında, bir daha benim için yaşamsal önemi olan bu tür kaynakları kullanırken çok dikkatli olmam gerektiğini kavradım.

Bu arada yakında hırıltılı soluğunu duyduğum, zaman zaman da gelip başını dizlerime koyarak ya da ellerimi yalayarak beni cesaretlendirmeye çalışan Apollon’un varlığından güç almaya çalıştım.

Ne yapmalı ve nasıl davranmalıydım? Evden çıkmadan sıkı bir kahvaltı ettiğimden henüz aç değildim. Ancak Mart ayı, yüksek Kil Dağı için hala çok soğuk bir ay demekti ve ben gecelemek için kesinlikle sığınacak bir yer bulmalıydım. Benim Roover’den en fazla iki – iki buçuk kilometre uzaklaşmış olmalıydım, öyle ise ne yapıp edip araca dönmeyi başarmam gerekiyordu. Hatırladığım kadar Roover’den ayrıldıktan sonra aracın sağ yanından başlayarak kuzey yönüne bir yay çizmiştim, şimdi o yayı geri izleyerek Roover’e dönebilirdim. Ama öncelikle, yürürken bana yardımcı olacak sağlam ve uzun bir dal parçası bulmalıydım. Çevrede böyle bir dal olup olmadığını düşündüm. Evet, kazaya uğradığım yerin biraz altında bir kaç kuru ağaç vardı. Aradığımı orada bulabilirdim muhtemelen. Remington’u sırtıma asıp ayağa kalktım. Ne yaparsam yapayım bulunduğum patikadan ayrılmamalıydım. Bir an için, iri bir dağ keçisinin yüksekçe bir yerden, alaycı bir ifade ile bana baktığını düşündüm. Sonra, acemi adımlarla, düşmemeye çalışarak yolun altına, kuru ağaçların bulunduğu yere yöneldim. Bir süre uğraştıktan sonra, istediğim gibi olmasa bile baston amaçlı kullanabileceğim bir kuru dal elimdeydi, sonra aynı yoldan patikaya döndüm. Referans noktası olarak kullanmak üzere kazaya uğradığım kil yükseltiyi arayıp buldum, duvara sırtımı verdim. Şimdi eğer çok belirgin olmayan bu patikayı kaybetmezsem, başlangıç noktasına geri dönebilirdim. Dönüş için en çok Apollon’a güveniyordum. Aslında köpeğimin boynuna bağlayacak bir ip bulabilirsem bana dönüş yolunu gösterebilirdi. Ancak hem bende uzunca bir ip yoktu, hem de av hayvanlarını kovalamak üzere eğitilmiş köpeğim, gördüğü bir tavşanın ya da tilkinin peşine takılıp beni yanıltabilirdi. Aklıma kemerim geldi. Belimden çıkardığım kemerimi Apollon’un boynuna hayvanı rahatsız etmeyecek bir şekilde geçirdim, kalanını uzun bot bağcıklarımla tamamladım, son olarak ta tüfeğimin emniyetini açıp geliş yönüme doğru yürüyüşüme hazırlandım. Körlük duygusuna hala alışamamıştım, bu yüzden cebimdeki koyu renkli mendili çıkararak gözlerimi bağladım, böylece kendimi biraz daha iyi hissederek yürüyüşe başladım. Yürürken bir yandan da bastonumla, kışın yağışlı zamanlarında patikanın kenarlarına yığılan kurumuş çamur tepeciklerini kontrol ederek patikada kalmaya gayret ediyordum. Bu durumda, bir saate yakın bir süre yürüdükten sonra köpeğime taktığım iplerin kısalığı nedeniyle ağrıyan belim yüzünden bulunduğum yere dizlerimin üzerine çöktüm. Apollon yanıma geldi, başını okşayarak ona çantamdan bir parça kuru et verdim, büyük bir iştahla yediğini işittim. Sonra ona mataramdan biraz da su verdim.

Ne kadar yürümüştüm acaba, saat kaçtı, hava nasıldı ve çevrede daha önce dikkat etmediğim neler vardı? Şu ana kadar iyi gelmiştim. Birkaç tökezleme dışında, bir uçuruma falan yuvarlanmamıştım. Patika dışına taştığımı sanmıyordum. Bu yolu gelirken yaklaşık iki saatte almıştım, bir saattir de dönüş yönünde yürüyordum. Eğer yanlış yola sapmadıysam, bu yavaş yürüyüşle bile olsa, en çok bir-bir buçuk saatte jipe ulaşmalıydım. Tekrar ayağa kalkarak ümitle yola koyuldum, bu arada önce ilk yağmur damlaları, ardından sulu bir kar yüzüme kırbaç gibi inmeye başladı. Acı soğuk, kendini yeniden hissettirmeye başlıyordu. Ne pahasına olursa olsun yönümü şaşırmamalı, bu yüzden yağıştan korunmak için bile olsun başımı eğmemek zorundaydım. Lanet tipi!… Yüzümün acımasına aldırmadan yola devam ediyordum ama artık yürüyüş başlangıçtaki kadar kolay olmuyor, sık sık ayağım kayarak, bazen de tökezleyerek düşme tehlikesi geçiriyordum. Aniden güçlü bir hırlama ile Apollon’un ipi gerildi. Belli ki sadık köpeğim bir tehlike sezinlemişti. Ancak çevrede bana tehlikeyi hissettirecek ne bir ses, ne de bir hırlama duymamıştım. Vahşi bir hayvan, bir insan ya da başka bir şey. Nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya olduğumu kestiremiyordum. Apollon’un ipini bırakmadan yere çöktüm. Köpeğin hırlamaları artıyordu, sadece, tehlikenin, köpeğin ipinin gerildiği yönden geldiğini sezinleyebiliyordum. Yapabileceğim tek şeyi yaparak yüksek sesle bağırdım; “Kimsiniz? Kim var orada?” Burada, bu saatte ıssız dağ başında kim olacaktı ki. Muhtemelen yaklaşan bir hayvandı. Bu sefer ağzımdan, vahşi hayvanları ürkütmesini umduğum bir haykırış çıktı; “Arrggghh!”

Bu garip çığlık, zayıf bir hırıltı ile sona erdi. Sesim daha fazla çıkmıyordu. Aynı anda Apollon’un ipi elimden kurtuldu, hayvan hırlayarak fırladı. Korkmuştum, riski göze alarak Apollon’un gidiş yönünde -ama ona rastlamaması için yukarıda, göğüs hizasında- bir el ateş ettim. Tüfek patlaması ortalığı çınlattı, sonra ortalık duruldu, hiç bir ses duyulmuyordu. Tüfeğim aynı yönde doğrultup bir süre hareketsiz bekledim. Az sonra bir hışırtı duyuldu ve Apollon’un güven veren nefesini tekrar yanımda hissettim. Tehlike, her neyse şimdilik uzaklaşmıştı, ancak yeni bir sorun vardı bu telaş arasında yön duygumu şaşırmıştım.

Bu konuda yine köpeğime güvenmeliydim, tüylerinde kan olup olmadığını ellerimle yoklayıp rahatladıktan sonra ona bir parça kuru et daha verdim, ben de bir elma yedikten sonra ipinden kavradım ve Apollon’un doğru yönde ilerlediğine kanaat getirerek onu izlemeye devam ettim. Uzun süredir dur duraksız yürüyordum, artık bir yarım saat kadar daha yürüyerek Roover’e ulaşmalıydım. Tek sorun Roover’i yoldan bir otuz-kırk metre kadar içeriye park etmiş olmamdı, o konuda da Apollon’a güvenecektim. Yolda ekmek ve sucuktan biraz yemiş, kalan son kurumuş et parçasını yine köpeğime vermiştim. Mataramdaki suyum da azalmıştı.

Bu arada kar artmış, bağcıksız botlarım yürümemi daha da zorlaştırıyorlardı. Yürürken fazlaca hissetmediğim nemli soğuk, soluklanmak için durduğumda varlığını fazlasıyla hissettiriyordu. Varlığına şükrederek Apollon’u izlemeye devam ettim. Bir ara köpek durdu, kulaklarını tedirginlikle havaya diktiğini hissedebiliyordum. Sonra aniden havlayarak fırladı. Elimde, sadece kemere bağladığım yerden kopmuş bot bağcıklarım kalmıştı. Onu çağırmak için arkasından seslendim, beni dinlemedi. Gittiği yönde birkaç sarsak adım attım, sonuncusunda ayağım görmediğim bir şeye takıldı, tüm ağırlığımla yere kapaklandım. Ellerimin derisi yüzülmüş, içime soğuk ve kirli karlar girmiş, ağzı açılan çantamdaki öteberi çevreye yayılmıştı. Her iki diz kapağımın üzerine soğuk bir ıslaklığın yayıldığını hissediyordum. Defalarca ve ağız dolusu küfrettim, sinirden ve çaresizlikten ağlamamak için dudaklarım morarıncaya kadar ısırdım, el yordamıyla çantamdan dökülenleri toplamaya çalıştım ve benzer bir durumda içindekilerin dökülmemesi için bu kez çantayı sıkı sıkı kapadım.

Apollon’dan hiç haber yoktu. Büyük bir ihtimalle ona en çok ihtiyacım olduğu zamanda, bir tavşan ya da bir tilkinin peşinden giderek beni yalnız bırakmıştı. Lanet tipi de durmak bilmiyor, yalnızlığımı ve korumasızlığımı vurguluyordu adeta. Artık Roover’i onsuz bulmalıydım. Artık iyice yakınlarına gelmiş olmalıydım. Toparlanarak yoluma devam etmeye çalıştım, ama hangi yöne gideceğimi bilmiyordum. Kuru ağaç dalını yeniden elime alıp, bir referans olarak yol kenarındaki yükseltiyi bulmaya çalıştım. Yükseltiye ulaştığımda, karın yağış yönünün de yardımı ile dönüş yolu olduğunu düşündüğüm bir yönde ilerlemeye başladım. Artık köpeğim olmadığına göre, her şey benim dikkat ve yeteneklerime kalmıştı. Tabii biraz da dayanıklılığıma. Aklıma sıcacık oturma odam geliyordu ve dumanı tüten bir fincan kahve. Şimdi onlar için neler vermezdim ki… Yeniden toparlanmaya çalışırken; “Sıcak odayla kahvenin canı cehenneme. Bu hayatta başıma gelebilecek en gerçek meydan okuma, öyleyse iyi olan kazansın.” diye söylendim yüksek sesle. Doğayı bir rakip gibi görüyordum. Aslında mücadele şimdilik pek de fena gitmiyordu. Elimdeki dal ile izlediğim yol kenarındaki eski çamur tepeciklerinin keskin bir şekilde sağa dönüş yaptığını algılar gibi oldum ve Roover’a çok yaklaştığımı düşünerek ümitlendim, fakat yolun başındaki derenin sesini niçin duyamıyordum? Taşların üzerinden şırıldayarak akan su sesini duymadan, doğru yere geldiğimi anlayamazdım. Derenin sesini duyabilmek için tüm dikkatimi topladım, soluğumu tuttum.. hayır derenin sesini duyamıyordum. Belki de derenin bulunduğu yere hala biraz mesafe vardı. Bunları düşünürken, yabancı ve boğuk bir hırlamayla irkildim. İşte başından beri korktuğum o an gelmişti… Ben karşıdan beklerken, saldırı arkadan geldi. Yaralı dizlerimden akıp pantolonumun paçalarında gittikçe büyüyen koca lekeler oluşturan kanın imrendirici kokusuna daha fazla dayanamayan aç ve salyalı bir ağız, sağ bacağımdan iri bir parça koparmak isteği ile dişlerini etime geçirmeye çalışırken, dengemi kaybederek düştüm. Ancak keskin dişler hedefin yerini yanlış saptadığından, korkunç dişlerini kalın ve sağlam avcı botlarımdan içeri geçirme şansı bulamadı ve bu onun şanssızlığı oldu. Çünkü düştüğüm yerde tüfeğimi omzumdan çıkararak, namluyu -kendi ayağımı yaralama pahasına- dişlerden yana çevirdim. Bir iki saniyelik tereddüdün ardından, dişleri botlarımda hissettiğim yerin tahminen bir karış yukarısına ve bir karış sağına ateş ettim. Kulakları sağır eden patlamanın ardından, boğuk bir inilti çıkaran keskin dişler, botlarımı bırakarak yakına bir yere savruldu. İri bir kurt olduğunu tahmin ettiğim düşmanımın öldüğünü, en azından bana bir kez daha saldıramayacak kadar yaralandığını ümit ederken, bu kez de henüz yerden kalmamamı fırsat bilen ikinci kurt saldırdı. Belki gözlerim görürken karşılaştığımda, müthiş bir korku ve paniğe kapılarak farklı tepkiler verebileceğim bu saldırı karşısında, bu kez sadece ümitsizlik içerisinde ve yalnızca çıplak ellerimle mücadele etmeye çalışıyordum. Bir an bu mücadeleyi dışardan izleyen biri gibi hissettim kendimi. İkinci kurt, önceki kurdun düştüğü hataya düşmemeye çalışarak doğrudan boynuma ulaşmaya çalışıyordu ve onun dişleriyle boynum arasında yalnızca ellerim vardı. Mücadele sürerken, bu ıssız doğada aç kurtlara canlı canlı yem olma duygusu tüm bedenimi sardı, aynı anda vücuduma yayılan adrenalin sayesinde üzerimdeki kurdu söküp attım. Ancak saldırılara uzun boylu karşı koyamazdım. Yeniden bir hırlama sesi, yeniden üzerime atılan kurdun aç soluğu… Ellerim kurdun yelesine geçmiş onu boynumdan uzak tutmağa çalışıyordu ki bu kez tanıdık bir hırlama ile ikinci kez üzerime çıkan kurdun ağırlığı ve dişlerini hissetmez oldum. Sevgili köpeğim bu kez tam zamanında yetişmişti. Duyduğum vahşi hırlamalardan, acı dolu seslerden, yakınımda ölümüne bir savaş gerçekleştiğini anlıyordum ama görmeyen gözlerimle bu ölümcül savaşta Apollon’a yardım etme şansım hiç yoktu. Kurt yerine onu yaralayabilir hatta öldürebilirdim. Yine de el yordamı ile silahımı buldum ve diz çökerek silah elimde, yaşayıp yaşamayacağımı belirleyecek bu savaşın sonunu beklemeye başladım. Apollon, sonuçta orta irilikte bir av köpeğiydi, iri ve aç bir kurdu yenmesi fazla iyimserlik olurdu. Üstelik karşımızdaki iki aç kurt yerine koca bir sürü de olabilirdi. Yine de bir kaç dakika süren kavga sonunda, kurdun inleyerek kaçtığını, Apollon’un ise yanıma gelerek ellerimi yalamaya başladığını sevinçle fark ettim. Ama köpeğime sarıldığımda, elime bulaşan sıcak ıslaklığın ne olduğunu anlamam zor olmadı. Boynu ve sırtı kanayan köpeğim titrerken bir yandan da acıyla inliyordu.

Artık nasıl olacaksa, önce bu tanrının cezası yerden kurtulmamız, sonra gidip kuduz aşısı olmamız gerekiyordu…

Bu iyimser duygularla çantamı yeniden el yordamıyla karıştırdım, tentürdiyot şişesi oradaydı ancak sargı bezi kaybolmuştu. Gömleğimin, pantolonumun içinde kalan kısmını dışarı çıkararak ondan av bıçağımla olabildiğince düzgün üç şerit kesmeye çalıştım. Önce Apollon’un acı dolu tepkisine aldırmadan yarasına ilacı bolca döktüm, sonra da şeritlerin en kalınını yaranın üzerinden sardım. Aynı işlemleri, acıdan bağırarak kendi dizlerime uyguladım. Torbada kalan son yiyecekleri Apollon ile paylaştık.

Bu acı dolu yürüyüş esnasında; saat, gece, gündüz kavramlarımı tamamen yitirmiştim. Yorgundum, kan kaybetmiştim, soğuk ve bitkinlikten karların üzerinde uyuyacak hale gelmiştim. Hatta bir ara, bu garip dağda ölüp vahşi hayvanlara yem olacağıma bile inanmıştım. Ama artık dönüş yoktu. Apollon’un başıma geleni anlamış olmasını, beni doğruca Roover’a götüreceğini ümit ediyor, bunun için içimden dualar ediyordum. Ne yapıp edip, Roover’ı bulacaktık… Isınıp dinlenecektik, radyosunu açıp bizi rahatlatacak bir müzik yayını bulacaktık. Bu duygularla boynundaki kemere elimde kalmış bulunan bot bağcıklarını tekrar bağladım ve bir kez daha yola koyulduk. Artık Roover’a ulaşmak üzere beni çekiştiren Apollon’un ardından daha emin adımlarla yürüyordum…

Sabit Sümer