9 aylık gecikmeden sonra, dünyanın en büyük rock gruplarından U2 nihayet Auckland’da konser verdi. Gitmeye niyetli değildik; ama son dakika yakın bir arkadaşın işi çıkınca biletleri bize kaldı. Bu biletlerin tanesi 250 Yeni Zelanda dolarıydı (YTL ile hemen hemen aynı.) Bizim arkadaşımız ise karaborsadan tanesini $450’ a almıştı. Hani sırf yüzlerce dolar yabana gitmesin diye bile gitmemiz farz olmuştu.

“En azından biletlerimiz pahalı yerimiz iyidir, hava da şahane, eh hepimizin ‘With Or Without You’ ya da ‘One’ gibi bir iki şarkısıyla anısı vardır, U2 seyredilesi bir gruptur” diye sevinirken stadyumdaki oturaklarımızı bulduk. Önümüze kurulan devasa ışıklandırma kulesi yüzünden sahne görünmüyordu. Ya büyük ekranlardan konseri izleyecek ya da bizim gibi pek çok görüntü mağduruna katılıp ileride ayakta konseri seyredecektik. İkinci seçeneği kullanıp, ahaliye katıldık.

Ön grup olarak adını bile öğrenmeye üşendiğim bir hip hop’çu çıktı. Hip hop karşıtı olduğumdan değil, ama ne alakası var anlayamadım. U2 gibi rock grubu olduğunu iddia eden bir grubun dinleyicisinin büyük kısmının hip hop’la alakası olmadığı aşikârdı. Ama U2 menajerlerinin, büyük müzik endüstrisi canavarlarının bir bildiği vardı ki bu hip hop’çunun albümü Yeni Zelanda’da satmalıydı ve biz seyirciler de bir şekilde buna hem alet, hem ikna olmalıydık.

 

Saat 9’a doğru peygamber(!) Bono sahneye çıktı. “Siz dün akşamki seyircilerden daha da güzelsiniz” deyince kıyamet koptu. Dolduruşlar silsilesi başlamıştı.

Ben ve eşim kendimizi sarhoşlardan ve marihuana dumanlarından kurtarmaya çalışıp sakince konseri seyrediyorduk. Sanırım Bono dışındaki grup elemanları da aynı sakinlikten nasibini almıştı. Edge bile hiçbir şova katılmıyordu. Grubun üç elemanı işini doğru ama monotonluk ve sıkıntıyla yapan memur edasıyla enstrümanlarını çalarken Bono tek başına milleti galeyana getiriyordu.

Bono’nun şarkı arası yüzeysel ama kışkırtıcı mesaj bombardımanı da tüm gücüyle sürüyordu. Konserin ortalarında, nihayet bizim zamanımızın geldiğini söyleyip insanların cep telefonlarını havaya kaldırmalarını istedi. Bir anda kırk küsur bin telefonun ışığı ortalığı aydınlattı. Etkileyici bir görüntüydü. Bono “Ah şu küçük telefonlar, bunların birer melek olacağı aklınıza gelir miydi, onlar birer melek” dedi ve dev ekranda bir kısa mesaj numarası belirdi. Hemen şimdi herkes bu numaraya mesaj yolluyor, böylece dünyadaki fukaralığı bitirmek için 20 centlik bir şey yapmış oluyordu. Nike ayakkabı giyebilirdik, Mc Donalds’tan haftada üç öğün yiyebilirdik, denize plastik şişe atabilirdik, trafikte birbirimizi geçmeye çalışıp her fırsatta diğer şoföre küfür edebilirdik; ama bunların hiçbiri önemli değildi. Biz kazandığımızı fukaralarla paylaşıyor, 20 centlik mesajlar atarak ve U2’ya destek vererek bu dünya için bir şeyler yapıyorduk.

Komedi bitmiyordu. İrlanda milliyetçisi Bono İrlanda bayrağını beyaz kısmı alnına denk gelecek şekilde kafasına bağlamıştı. Üstüne “co-exist” (bir arada yaşama) yazdırdı. C harfi İslam’ın hilaline, X harfi Yahudilerin Davud yıldızına, T harfi Hıristiyanların haçına benzetilmişti. Üstüne “İsa, Musa, Muhammed hepsi gerçektiler” diye bağırdı. Ortalıktaki heyecan ve desteği tahmin edebilirsiniz. Gerçi ertesi gün hatırı sayılı bir medya organında çıkan haberde C harfinin sembolü için komünistlerin orağı denmişti ama, olsun. U2 ciddi bir şey söylemeye çalışıyordu ve biz ona katılıyorduk. Önemli olan buydu.

Konserin sonuna doğru Bono seyircilerden genç bir kızı sahneye çıkarıp “With Or Without You” şarkısını söyledi. Şarkı sırasında gayet samimi hareketlerle kıza yaklaşırken kendi şapkasını ona takti. Şarkı bittikten sonra Demirel’in “şapkamı gaptırmam” havasıyla şapkayı geri alıp kızı yerine yolladı.

Şapka olayından sonra artık iyice yorulmuş ve açıkçası konserden sıkılmıştık. İlk bislerini beklemeden, çıkışta kalabalığa da kalmamak için stadyumdan çıktık.

Aradan günler geçti. Konsere gitmiş ve hayran kalmış pek çok kişiyle konuştum. U2’nun, Bono’nun niye beni bu kadar irite ettiği konusunda kendimi sorgulamak ihtiyacı hissettim. Sonuçta bu adamlar kendi çaplarında bir fark yaratmaya ve dünyayı daha yaşanılır bir yer haline getirmeye çalışıyorlardı. En azından öyle bir imaj yaratmışlardı. Bir yanım halkın büyük çoğunluğu gibi onları desteklemek ve onlara içten bir saygı duymak istiyordu. Ama sistemin dışında düşünen yanım oldukça rahatsızdı…

Pek çok otuzunu aşmış kişinin hatırlayacağı gibi 1980’li yılların başında Bob Geldof önderliğinde zamanın en mucizevî ve başarılı Band Aid projesi yapılmıştı. Dünyanın en ünlü şarkıcıları devasa bir grup kurup bir Noel şarkısı olan “Do They Know It’s Christmas Time” ı söylemişlerdi. Bu single çok fazla satmış, Band Aid’den büyük paralar elde edilmişti. Bu paralarla Afrika’daki açların kurtarılması için yardımlar yollanmıştı. Yirmi küsur sene öncesinden bahsediyoruz. Bir ağaç diksen meyvesini yemeye başlayacağın bir zaman diliminden. Ne değişti o zamandan bu zamana Afrika’da? Hiçbir şey! Ruanda katliamını, AİDS’in hızla tırmanışını, açların daha açlaştığını; oradaki ülkelerin hep dünyanın en işsizi, en fukarası, her tür insanî koşuldan en yoksunu olduğunu gördük. Gözümüz alıştı…

Neden peki?

Son dönem U2, Bob Geldof, Angelina Jolie, Brad Pitt, Madonna gibileri, bu kadar örnek olup başta Afrika’yı sonra dünyayı böylesine kurtarmaya çalışırken neden hala her şey sarpa sarıyor. Cevabı basit: Çünkü zincirin halkaları birinden kopuk değil. Sistem düzenini çoktan hazırlamış, yuvarlanıp gidiyor! Her birimiz sistemin içinde çözümler aramaya kalktıkça onun vazgeçilmez parçası haline geliyoruz. Vahşet küçüleceğine büyüyor…

Ahlaksız kapitalizm ve tüketim canavarı başta bireylerin içinde tek tek dizginlenmedikçe, insanlar kendi içlerinde, kalplerinde ışığı, umudu, mutluluğu hissetmedikçe daha da hiçbir şey değişmeyecek.

Dünyanın şu anki düzeni öylesine büyük saçmalık ve çelişkilerle dolu ki, U2 konseri mikro düzeyde bu saçmalıkların kendisini bana göstermişti. Bir yanda dünyadaki fakirliğe son vermeye kolları sıvamış bir grup, bir yanda tanesi $450’lik ise yaramaz biletlerimiz; buna karşılık 20 centlik hayırlar, bir şapkayı hayranına fazla gören şarkıcı, hayatından bezmiş müzisyenler…

Aynı şey Hollywood’un tatlı çifti Brad ve Angelina için de söz konusu değil mi? Kendilerini yıpratıyor garipler oradan oraya seyahat edip evlat edinirken, ama bir yandan da Mr. and Mrs. Smith gibi silah kullanımı ve adam öldürmenin çok cool göründüğü bir film yapmaktan da geri durmuyorlar.

Bu dünyada gerçekten fark yaratmaya, insanlığa hizmet etmeye kendini adamış pek çok isimsiz kahraman ve grup var. Ancak görünen o ki, Big Brother ya da artık sistemin adı her neyse, kendi işine geleni meşhur edip pazarlıyor.

Afrika’daki açlık ya da dünyanın pisliği 5–10 yılda bir yapılan konserlerle, dünya starlarının çabalarıyla bitmeyecek. Tek yapabileceğimiz, bireyler olarak olabildiğince bilinçlenmek ve bu bilinci hayatlarımızda pratiğe geçirmek. İnsanlık derin uykusundan uyanıp mutluluğu bulacağını düşündüğü azgın ve arsız materyalist isteklerine son vermedikçe, konser alanlarında kafayı bulup aşka gelmekten öte bir değişim yaratamayacağız. Hepimiz bir diğerinin bağlantısıyız. Kendimize olan sorumluğumuz başkasıyla, başkasına olan sorumluğumuz bizle ilgilidir. Sevgi, sadece çiçek böcekle anılan bir sözcük değil yapıcı ve güçlü bir kavramdır. Bunları ve daha ötesini slogan gibi söylemeyip sorguladığımız, araştırdığımız, günden güne içselleştirdiğimiz zaman bakın dünya gerçekten de nasıl değişecek…
Feyza Hepözden