Ailelerde, özellikle birkaç pedagoji kitabı okudum diye kendini mükemmel ebeveyn sananlarında, çocukluğunda yapamadığı şeyleri çocuğuna zorla yaptırmak gelenek halini almıştır. Çocuğun sadece bazı şeylere yetenekli olduğu ya da sadece bazı spor/sanat dallarıyla ilgilenmek istediği hiç göz önünde bulundurulmaz. Bütün çocuklar dekatloncu, ressam, müzisyen, dansçı olmak zorundadır. Bir de tabiî ki bunların üstüne dersleri de mükemmel olmalı ve öğretmenlerin parmakla gösterdiği öğrencilerden olmalıdır. Normal bir çocuğun bu kadar şeye karşı yeteneğinin ya da en azından ilgisinin olması ihtimali ise çok düşük olduğundan başarılı da olunamaz. Bu beklentileri karşılayamayan çocuklar da ya bir spor dalını seçip ona yoğunlaşır ya da kendini derslerine verip sosyal faaliyetlerini sıfıra indirger. Hiçbiri olmazsa kendini işe yaramaz hissedip Türkiye’nin “odasına kapanıp ‘gotik rock’ dinlemekten başka bir şey yapmayan ergen” açığını kapatır.
Ben de ‘sanatsal gelişimimi destekleyen’ (daha doğrusu sanata doğru iteleyen) bir ailede büyüdüm. “Ben heykel yapamadım çocuğum yapsın”, “Ben eskrim oynayamadım çocuğum milli eskrimci olmazsa gözüm açık giderim,” gibi replikler annemin sözlüğünde ‘günaydın’ ve ‘merhaba’dan sonra en çok kullanılanlarıydı. Bu sebepten dolayı anaokulundan liseye kadar hayatım o kurstan bu kursa gitmekle geçti: Sabah yüzme, öğlen resim/heykel, öğleden sonra tenis, akşam drama… Ee, modern dansla fotoğrafa yer kalmadı! Ondan sonra da “Bu çocuk matematik yazılısından 82 almış. Ben bir kurs haberi görmüştüm. Böyle çalışmayan(!) çocukları motive falan ediyorlarmış,” başladı. Eklendi mi bu çizelgeye motivasyon ve psikolojik destek. Tam bir kısır döngü!
Kurslara yoğunlaştıkça derslerim düşüyor (düşüyor diyince o yıllarda en fazla düşebileceğin yer 80 zaten) derslerim düştükçe ‘motivasyon ve çalışma teknikleri kursları’ artıyor. Kimse de durup “Bu çocuk kursa gitmeden önce hep 5 alırdı,” ya da en azından “Biz bu çocuğa o kadar ders çalışma ‘taktiği’ öğretiyoruz da bu çocuğun ders çalışacak zamanı yok ki,” demiyor!
İşin kötüsü kurslardan da zevk alamıyorum. Herkes güle oynaya derslerinden artan boş zamanında kafasını dağıtıp biraz da laklak yapmaya gelirken ben dünyayı kurtarmaya hazırlanırmış gibi gergin bir ifadeyle ‘görevimi’ yerine getiriyorum.
Dersler ve kurslar arasında denge kurmaya çalışırken ortaokulda ani bir darbe yediğimi hatırlıyorum: Gitar kursu!
Aileme ilk defa “Asla!” dediğim zaman bu döneme rastlar herhalde. Neden bilmiyorum ama gitara karşı güçlü bir antipati besliyorum. Sebep olarak dünya üzerindeki insanların %98’inin eline en azından bir kere alıp çalması geliyor aklıma. Bir de yaz gecelerinde sahil kenarında ateşe bakarak duygulu bir şekilde “Akdeniz Akşamları” çalınmasından bıkmış olabilirim. Gitar sesini de sevmem zaten. Sebebi ne olursa olsun hiçbir müzik aleti çalmak istemiyordum. Ailemin bahane prototipi ise hazır ve kullanılmayı bekliyor: “Ben zamanında gitar çalmak istemiştim de çalamamıştım. Sen çal en azından.” Benim itirazlarıma rağmen annem asla yılmıyor. İçinde kalmış gitar çalma enerjisini tamamen Bizans oyunlarına yöneltiyor: Kurslara kayıt ettirip son gün haber vermeler, “Biz enstrümanı sipariş ettik bile”ler…
Neyse ki son üç yılımda ÖSS ile uğraştım da peşimi bırakmak zorunda kaldılar. ÖSS’ye sevinen tek genç olabilirim ama aranızda benim gibi heykel kursu ile tenis antrenmanı arasında kendini kaybetmiş insanlar varsa anlayış göstereceklerdir.
O kadar spor yaptım, kursa gittim de ne kaldı peki geriye? Türkiye’nin kültür elçisi, bir numaralı sporcusu olabildim mi? Hayır!
Eskrim ve okçuluk zevkli olsalar da lojistik yetersizlik yüzünden iptal edildi. Drama ve dans zaten bana göre değil. Resim ile heykeli kaldıracak sabırdan yoksun doğmuşum ne yazık ki. Kaldı mı geriye sadece tenis ile yüzme. Ben bunları sevdiğimi biliyordum zaten. Sorsaydınız da gençliğimi heba etmeseydik olmaz mıydı?
O günlerden geriye sadece bir sürü kurs arkadaşı kar kaldı bana. Onları da kurs isimleriyle hatırlıyorum: Mert resim, Duygu dans, Mustafa tenis…
Lise yıllarıma geldiğimde o bol kurslu zamanlar çok uzakta kalmış gibi geliyordu. Ta ki en iyi arkadaşlarımdan biri tepemi attıracak bir teklifte bulunana kadar: “Şimdi ben bateri çalacağım. Sen basgitarı alıyorsun. Petek de solist olacak,”
Yok ya!
Liseye giren ve birkaç nota bilen gençlerde refleks olmuştur grup kurmak. Sırf bu yüzden tahta ve sıralardan sonra bateri ve gitar liselerin demirbaşı olmuştur. Bütün önemli günlerde bu gruplardan birkaçı çıkartılıp zamanın popüler şarkıları söyletilir. Günün anlam ve önemi şarkı seçiminde ikinci hatta üçüncü plandadır. Resim yarışmasının ödül töreni de olsa Cumhuriyetin ilanının 82. yıldönümü de olsa aynı şarkılar çalınır.
Belki yeteneğim olmadığından belki de yeteneğim olmasına rağmen ortaokul dönemindeki hengâmeden ortaya çıkacak zaman bulamadığından hep bu tür aktivitelerle dalga geçen gruptaydım. Bir de üstüne gitar fobim eklenince iyice soğumuştum bu gruplara karşı. Alıştırma yapmak için dersten çıkanlara, okul müsameresinde değil de Viyana Filarmoni Orkestrası ile ‘Staatsoper’da sahneye çıkacakmış gibi stresli grup elemanlarına küçümseyici bakışlar attım hep. Arkadaşlarımı da “bu tür gereksiz işleri esefle kınayan insanlar” kategorisinden seçtiğime inandığım için bu teklif bende soğuk duş etkisi yaptı. Onları anlayamamış olsam da en azından kendimi doğru anlatabilmiş olmam gerekirdi! Benim böyle bir grupta hele de gitarla ne işim vardı?
“İyi de sen bateri çalmasını bilmiyorsun. Ben zaten gitara hayatımda dokunmadım. Petek’in de sesi kargadan hallice,” diye bahanelerimi sıraladım. Bu kadar haklı bahaneye karşı gelen cevap ise sinirden gülmemi sağladı: “İyi ya öğreniriz işte!”
Ben artık kızgınlığımı sesimin tonuyla anlatmaya çalışarak “İnsanlar gitar ya da bateri çalmayı bilerek grup kurarlar. Grup kurmaya karar verip de öğrenmezler,” diye bağırdım. Cevaplar gittikçe ilginçleşiyordu: “Çağrı sen de hiçbir şey beğenmiyorsun. Farklı olmak isteyen sen değil misin? Al işte sana farklılık! Grubu yoktan var edeceğiz.”
Lise hayatımda bulaşmak istemediğim iki şey vardı. Eroin, çete savaşları? Hayır, daha önce önlenmesi gereken şeyler var: Mantar gibi türeyen lise grupları ve hiç anlam veremediğim pop-rock savaşları.
Bu pop-rock savaşları bir güruhun diğerinin dinlediği şarkılar için “Ben şahsen anlamadım yane. Bunun nesini dinliosunuz ki? Paso bağırıp çağırıyo,” ya da “Ne kadar sığsınız! Bu kızda da ses mes yok! Hard Rock Foreveeer!” gibi yorumlar yapmasıyla alevlenip hiç dinmez.
İki tarafın da kendini temsil eden grupları hâlihazırda vardır. Bilmem kaçıncı bilgi yarışmasının açılışında kim daha çok şarkı söyleyecekten tutun yazılılarda birbirine kopya vermeme gibi önemli mevzulara(!) kadar ilerler bu münakaşa.
Her yeni çıkıp ortalığı kasıp kavuran pop şarkısında popçular hüküm sürer okulda. Eurovision gibi bir şarkı yarışmasını kostümleriyle ele geçiren rock grupları da diğerlerinin gurur kaynağı olur.
Rock dinleyenler nedense hep kültüründen uzaklaşmakla suçlarlar popçuları. Ne alakası var? Sen de Orta Asya’nın bağrından kopmuş, ‘Türk’ denilince akla gelen bir müzik türü dinlemiyorsun ki. Kopuz mu çalıyorsun elektrogitar yerine?
Tamam, pop biraz sığ olabilir ama çağımızda bu tür müziklere de ihtiyaç var. İnsanların sakinleştiriciler ile yaşadığı bir yüzyılda rahatlamak için rock mı dinlesinler yani?
İstisnalar hariç pop müzikte (burada pop müzikten kastım bol ‘baby’li teenage pop ‘eserleri’ ve genelde mankenden dönme ‘sanatçıların’ beach şarkıları tabiî ki) çok duygu iniş çıkışı yoktur. Dinledikten sonra hiçbir şeyden keyif alamama, aşırı intihar isteği gibi yan etkileri de olmaz. İntihar edip ölen popçu da yoktur zaten. Olsa olsa kokainden (yani zevkten) ölmüşlerdir.
Konu sıkıntısı hiç yok! Âşık olmak, ayrılmak ve ayrıldıktan sonra sevgiliye ayar çekmek üçgeninde gidip gelir bütün şarkılar. Yani sanatçı için ‘sanatımı anlamadılar’ derdi de yok. Çünkü anlaşılmayacak bir şey yok. Kız âşık olmuş (ya da menajeri öyle söylemiş), bilgisayardan bir ritim indirmiş (ya da birisine indirtmiş), üstüne de söz yazmış (ya da söz satın almış). Bu kadar…
Klasik müzik gibi belli bir eğitim de gerektirmez pop müzik. Yani şarkıyı eleştirdiğinizde ya da beğenmediğinizde yan gözle süzülüp ‘cahil’ kefesine de konulmazsınız.
Bir tarzdan daha ne beklenilebilir ki zaten?
Bu amansız savaşta pop tarafının daha barış yanlısı (bkz. Britney Spears-I Love Rock ‘N’ Roll) olduğunu da kabul etmek lazım. Buna karşın rock cephesi ne yapmış: Popçular, Dışarı!
Çok üstüne gidiyoruz pop dinleyenlerin. Kesinlikle yaşadığımız yüzyılın ruhunu yansıtan bir tür: Tekdüze, sıkıntısız, hemen tüketmelik.
Popçular ise Rock dinleyenleri asosyallik, dünyaya küsmüşlük ve de manik depresiflikle suçlarlar. Olmadı satanist derler. Sayın popçular buradan size sesleniyorum. Bütün siyah giyenler satanist değildir! İnsan beğenileri her zaman sizin müziğe bakış açınız kadar ‘basit’ değildir. Yani her zaman şu denklem işlemez:
Siyah giyen=Rock dinleyen=Yaşamdan elini eteğini çekmiş=Eroin bağımlısı=Satanist.
Hem zaten bırakalım artık bu tür kutuplaşmaları. İnsanların bütün müzik türlerini karıştırıp sonra da ad bulmakta zorlandığı bir çağda biz nasıl bu kadar kolay sınıflandırabiliyoruz ki müziği? Hepsi ait olma isteğimizin oyunları ama haberimiz yok! Ha Kylie Minogue, Madonna dinlemişsin ha Pentagram, Nirvana. Ne fark eder? Bunlar aslında dış mihrakların işi ben biliyorum. Her şeyde olduğu gibi bunda da bir teorim var:
Efendim biliyorsunuz Amerika hiç yoktan kargaşa çıkarmaya, ırkçılığı yayıp silah satmaya bayılır. Sırf Türk gençlerinin aklını bulandırmak ve derslerden uzaklaşmalarını sağlamak için(!) bu kumpası da onlar hazırlamıştır.
“Pop müzik zaten var. Bir de buna rakip çıkartalım. Farklı olmak için yırtınan arkadaşlar da kendini böyle ‘ifade etsin’. Zaten bunlar genç olduklarından ait olma istekleri falan da hat safhadadır. Birbirleriyle kavga ederler. Biz de bu arada Türkiye’nin yeraltı ve yerüstü zenginliklerini ele geçiririz,” diye düşündüler herhalde.
‘New Age sağ-sol zıtlaşması’nı liselerden yaymaya başladılar bile. Benden söylemesi… Kanmayalım bu tür oyunlara!
Müziğin iki yakası birleşin! Emperyalist ülkelerin ‘böl ve yönet’ taktiğine alet olmayalım.