Saat 10.30… Baba hadi geç kalıyoruz.

Yok be oğlum neye geç kalacağız.

Kapılar saat 13.00 de açılacakmış.

Açılsın oğlum, konser 14.00 de başlayacak, iki saat ayakta mı bekleyeceğiz.

Ya bize yer kalmazsa?..

Oğlum bizim biletler numaralı tribüne… Sıramız belli, koltuğumuz belli, kimse oturamaz.

Atladık baba oğul arabaya, Beşiktaş’a doğru yola çıktık. En büyük dert arabayı park edecek yer bulmak… Neyse, Akaretlerdeki kat otoparkında yer bulundu ve araba bırakıldı. Başladık Dolmabahçe’ye doğru yürümeye…

Yolda karalar bağlamış yüzlerce genç, erkeklerin büyük çoğunluğu uzun kırpık saçlı, keçi sakallı, kızların bir çoğunun saçı ya simsiyah ya da komple kırmızı, mavi mor boyanmış ve siyah tonlarında makyaj yapmışlar, rujları bile siyah… Yine çoğunun kulağında, burnunda, kolunda ve özellikle başparmağında metal ve halkasal ilaveler var. Tişörtler hep siyah ve üzerlerinde “Metallica”, “Slayer”, “Megadeth”, “Anthrax” yazıları ve garip garabet resimler var, bazıları kurukafalı, bazıları boynuzlu, bazıları kanlı, bazılarında pentagram yıldızı…

Pentagram yıldızı, aslında ruh ve onun yanında doğanın 4 ögesini (Hava, Su, Ateş, Toprak) temsil ediyor. Bazıları da bu yıldızı, benzer ama 6 kollu olan Mason ve Yahudi yıldızları ile karıştırıyorlar. Kimisi de bu yıldızın satanizmi temsil ettiğini iddia ediyor ve “şeytanın yıldızıdır o” diyor. Belki de bir bağlantısı var, filmlerde falan bazen rastlıyorsunuzdur, şeytan ayinlerinde veya şeytan çıkarma ritüellerinde yere bir daire içine bu yıldızı mutlaka çizerler. Olmazsa olmaz sahnelerden biridir.

Her neyse ben bütün bunları gençlerin bir çeşit kendini ifade tarzı olarak kabul ediyorum ama uç noktalara da karşıyım. Çünkü bu uç noktalara kayan ve kaydırılmaya çalışılan gençler bir şekilde kendilerini kullandırıyorlar diye düşünüyorum. Tabii bunda ana ve babaların da büyük bir etkisi var, Çocukların, gençlerin hava ve su kadar ihtiyacını hissettikleri şefkati ve sevgiyi onlara göstermezsen, ilgisizlik had safhada ise ve bir diyalog kuramıyorsan, çocuğuna arkadaş olamıyor ve onunla ortak bir şeyleri paylaşamıyorsan, bu genç ruhları şeytana da, ota da, boka da kaptırırsın.

Anlayamadığım bir şey daha var o da gençlerin kafalarını kullanmamaları ya da kullanmıyor olmaları… Gençlerin o yaşlarda kendi kendilerine inanç sistemini sorgulamaları ve onu bi yere oturtmaya çalışmaları çok doğal, sistem oturuncaya kadar ateistlik ve deistlik yollarında gezinmeleri de doğal. Ama “ben kararımı verdim, Allaha, Kitaba inanmıyorum” derken Şeytana yönelmen ona inanman da bir çelişki değil mi? İnanmadığını beyan ettiğin o Tanrı ve tüm kitaplarda bahsedilen kötülüğü temsil eden Şeytan da bu inancın veya inançsızlığının bir parçası değil mi?

Satanizmi tüm metal tarzı müzikle özdeşleştirmek istemiyorum, ama öyle gruplar da var ki hakikaten Satanizmi kendilerine bayrak edinmişler. Bunu özellikle “Black” ve “Death” metal tarzında gözlemleyebilirsiniz. Dinlediğiniz de duyabileceğiniz şey arkada bir cazırtı gitar topluluğu ve önde bir solist… Soliste şarkı söylüyor demek imkansız adam resmen bir sığır gibi böğürüyor ve ne dediği anlaşılmıyor, metalin bu tarzını sevenler bu böğürtüye “brutal” adını veriyorlar! Yani anlayacağınız ne melodi var, ne ses var, ne de söz ve anlam bütünlüğü… Eee hani müzik?.. Bu müzik mi şimdi? Bir de Şeytan’a iman işin cabası…
Her neyse 14.15 gibi stad önünde yığılmış kuyruklar bitti ve biz sahilde oturduğumuz çay bahçesinden kalkıp rahat bir şekilde içeri girdik ve delikanlıyla yerimize oturduk.

Biraz sonra yerli grup “Gren” sahne aldı. Gren’in müziği güzeldi ama ses tesisatı ve ayarları için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Solistin sesi ve şarkının sözleri hiç anlaşılmadı. Bir de solistin sürekli namaz kılar veya tapınır pozisyonda yerlerde sürünmesi ve sallanması bana itici geldi. Diz çöküp oturduğun ve biteviye sallandığın yerden seyirciye hakim olmak ve onunla iletişim içinde olmak da yine bence pek mümkün değil…

Onlardan sonra yine bir başka yerli grup, “Foma” sahne aldı. Foma daha iyi bir müzik, solistin yeteneği sayesinde daha iyi bir sahne ve ayarları daha iyi bir ses tesisatına sahipti. Fakat aslında o da baba metalcilerin olduğu böyle bir konsere uyacak bir tarza sahip değildi. Yani grup iyiydi ama yeri bu konser değildi.

Yarım saatlik bir ara ve hazırlık süresinden sonra “Anthrax” sahne aldı. Anthrax sahneye çıktığında İnönü stadyumunun üçte biri ve saha içinin yarısı doluydu. Daha önceden tüm albümlerini dinlemediğim halde Anthrax beni büyüledi diyebilirim. Fazla cızırt bızırt olmadan kaliteli, güzel bir müzik ziyafeti verdiler. Tüm grupların konserlerinden sonra, bence en iyi sahne performansı, ses ve tesisata sahip Metallica’dan sonra ikinci grup onlardı. Grup olarak yaşlanmışlardı ve oturmuşlardı bence… Bu olgunluk müziklerine de yansımıştı. Aynen Metallica gibi…

Anthrax’ın sahne performansı bittiğinde İnönü stadı neredeyse dolmak üzere idi…

Megadeth sahne almadan önceki yarım saat arada, seyirci beklemekten sıkılmaya başlamıştı, bu sıkıntı bir dalgalanmaya sebep oldu. Aslında organizesi amigolar olmadan çok zor olan “Meksika dalgası” bir anda kapalı tribünden başladı ve açık tribüne doğru yol aldı, açık tribünden numaralı tribüne geçti, dalga numaralıda bittiğinde sahne önü dalgayı aldı ve tüm saha içine dalga yayıldı. Bu dört beş kere böylece devam etti.

Ve Megadeth sahnedeydi, gençler tüm stadyumda çığlık çığlığa bağırıyordu. Mega, mega, mega, death… En güzel parçaları ve güzel düzenlenmiş bir “set list” ile onlarda son buldu.

Bu arada oğlum yeni sahip olduğu elektrogitardan ve bir grup kuracaklarından bahsetti bana, metal çalacaklarmış onlarda… Sonra iki gitar bir davul üç kişiyiz dedi ve solisti henüz bulamadıklarından anlattı. Ben de ona, “o da mesele mi oğlum, eğer siz de black veya death metal yapacaksanız, bulursunuz bir manda koyarsanız solist diye, böğürür durur” dedim ve karşılıklı gülüştük.

Sahne hazırlıkları bitince “Slayer” sahne aldı, onlarında çok güzel parçaları vardı dinlediğim ama çaldıkları çoğunluk parça çok cızırtı ve ince telden solo içerdiği için bir ara kulaklarımı kaybetmek üzereyim sandım. Ayrıca Megadeth ve Slayer’da sahne performansı, seyirciyle ilişki bence zayıftı. Slayer’da bunu bir dizi sırt ameliyatları geçiren ”Tom Araya” nın sahnede fazla hareket edememesine bağladım.

Nihayet herkesin beklediği an gelmişti. Metallica güzel bir gösteriyle sahne aldı. İnönü stadı açığın alt tribünleri hariç tıklım tıklım dolmuştu. Saha içinde ise iğne atsan artık yere düşmezdi. Numaralı tribinde “baba oğul” gelen birçok kişi daha olduğu dikkatimi çekmişti, hatta bir “baba oğul ve torun” bile vardı. Bu da Metallica’nın üçüncü nesle ulaştığını gösteriyordu. “Nothing else matters”, “Master of puppets” ve diğer muhteşem şarkıları ile güzel bir “set list” ve seyircinin büyük çoşkusu ile konser devam edip gitti. James Hetfield’ın gözalıcı sahne performansı ve seyirci ile muhteşem iletişimi konserin güzelliğini kat kat arttırıyordu. Bu arada bizim gençlerinde James ile olan harika iletişimlerini ve uyumlarını atlamamak gerek… Metallica’nın konserinde ses tesisatının önemini her söylenenin, her enstrümanın tek tek anlaşılmasından anlayabiliyordunuz. Ne de olsa en zengin gruplardan biriydiler. Para olunca her şeyinde en iyisi oluyordu ve avantaj yaratıyordu galiba… En sevdiğim parçalardan biri olan “Seek & Destroy” ile muhteşem bir final yaşandı ve konser son buldu.

Dışarı çıktık ve oğlumla Beşiktaş’a doğru yürümeye başladık. Stadyumdan çıkan binlerce kişi her yeri doldurmuş, trafik bile tıkanmıştı. Ama bizim keyfimiz yerindeydi, diğer seyircilerde güzel bir konserin ve unutulmayacak bir “Big Four” un keyfiyle oldukça memnun ve mesut evine doğru gidiyordu.

Evet, herkesin içindeki şeytan çıkmıştı.

Reha Ersavcı