Müzik nedir, ne değildir? Her gün duyduğumuz, dinlediğimiz, hayatımızın içinde olmazsa olmaz hale gelen müzik nedir? Evrensel bir dil midir gerçekten de? En genel anlamıyla verilebilecek olan cevap, müziğin düzenli sesler birlikteliği olduğudur. İki ana unsur üzerine oturur: ritm ve melodi. Omurgası bunlardır müziğin, kasları ise armoni ve enstrüman ve türlerinin çeşitliliği ise organlar ve ırklarla tanımlanabilir.
Müziğin tarihçesine bakmak istediğimizde çok geniş bilgilere ulaşabiliriz ancak müziğin ilk şekli hakkında kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Ancak muhtemelen ilkel insanlar ritmi doğadan ve vücut hareketlerinden, melodiyi ise kendi seslerindeki perde değişimlerinden bulmuşlardır. Bu iki temel eleman ortaya çıktıktan sonra da ilk marifetlerini büyü ve sihirbazlık alanlarında göstermişlerdir.

Yunanlılara varıncaya kadar yüzyıllar boyunca müzik hem günlük hayatın bir parçası hem de dinsel bir ifade şekli olmuştur. Yunan uygarlığıyla birlikte müzik de toplum hayatında olağanüstü bir önem kazanmıştır. Yunanlılarda da önce insan sesi kullanılmış daha sonra buna enstrüman eşliği katılmıştır. Bilinen ilk çalgı müziği M.Ö. 585 te yazılmış olan ve Apollon ile bir ejderin savaşını anlatan Pythic Nome adındaki parçadır ve kamış sazlarla çalınmıştır. Bu müzik tek seslidir yani tüm çalgılar ve insan sesleri aynı tonu işler.

Başta Pisagor olmak üzere Yunan bilginleri tarafından akustiğin ve armoninin bulunmasıyla müzik eski Yunan’da büyük gelişme göstermiştir. Yunan müzikçileri daha sonra gamları çeşitli makamlara ayırmışlar ve bestelerini o makamlara göre yapmışlardır. Daha sonra Romalılarda da müzik günlük hayatta yerini devam ettirmiştir.

Hristiyan dininin ortaya çıkmasıyla müzik de ilahi amaçlarla kullanılmaya başlamış kilise tek sesli müziği benimsemesine rağmen dansa izin vermediği için kilise müziğinin yanında bir de halk müziği doğmuştur. Evet batı müziğinin bilinen gelişimidir tabi ki bu anlattığım. Diğer kültürlerde de ritm ve melodinin keşfiyle öncelikle tek sesli olarak gelişimini sürdürmüştür müzik. Daha sonra her kültür kendi enstrümanlarını geliştirip kendi armonilerini oluşturmuştur.

Müziğin tahmini keşfi gelişimi kabaca böyledir. Günümüzde akustik müziklerin yanında dijital, elektronik müzikler de gelişmiş durumda. Yüzyıllar sonra kimbilir müzik hangi boyuta gelecek, şimdiden bunu tahmin etme şansımız yok. Ancak şu bir gerçek ki insan var olduğu sürece müzik de varlığını ve gelişimini sürdürecektir.

Sanatın, herkesime ulaşan en yaygın türüdür müzik. Sesin ve sessizliğin birlikteliğidir de aynı zamanda. İnsan duygularını harekete geçirir, insana yaşadığını hissettirir. Bazı şarkılar vardır ki onu hayatımızın hangi döneminde duyarsak duyalım, öyle bir duyguyu hatırlatır ki, bizi birden o şarkıyı dinlediğimiz dönemdeki ana götürür. Adeta yılları, zamanı yok eder. Sanki yıllar öncesindeki kişiyizdir o an, her şeyiyle yaşarız o günleri… Evet müzik zamana meydan okur ve zamanı aşar.

Peki müzik sadece dünyevi yada insansal bir şey midir. Yani insan olmasaydı müzik var olmayacak mıydı. Aslında müzik sesten oluştuğu için, insani boyutta 5 duyuluk algılama sistemimizden birinin kapsamıyla bize ulaşır; işitme… Nasıl insanın olmadığı dönemlerde dünyada görülecek maddi şeyler vardıysa işitilecek şeyler de var olmalıydı. Yani işitecek insan olmasa bile ses vardı, bundan sonra da işitecek insan var olmasa bile seslerin yine var olacağı gibi. Bir kartalın kanat çırpışında, bir dalın hışırtısında, bir su damlasının yere düşerken çıkardığı seste de vardır müzik.

Bilimsel herhangi bir temelini bulamamış olsam da evrenin bir dip sesinin var olduğundan, bu sesin de bizim ölçeklendirmemize göre mi bemol olduğundan bahsedilir. Bunun doğruluğunu tam olarak bilemiyorum aslında. Ama evrenin eğer böyle bir dip ana sesi varsa ve zamanın da düzlemsel olmadığı gerçeği göz önüne alınırsa, varolmuş ve olacak olan tüm seslerin de bir bütün olduğu sonucu çıkıyor ortaya. Yani yapılmış ve yapılacak olan bütün besteler, bütün şarkılar, bütün sesler evrende tek bir besteyi oluşturuyor o zaman…

Biz bulunduğumuz boyut ve sahip olduğumuz işitme sistemimiz, sesleri yakalayabilen cihazlarımız kadar algılayabiliyoruz sesleri. Peki algılayamadığımız boyut ve düzeylerde ses, sessizlik ve müzik nasıl ve ne düzeyde acaba. Gerçekten hayal sınırlarını bile çok çok aşıyor.

Aslında müziği tanımlamaya başlamadan önce sesi anlamak gerekir. Ses, titreşim yapan bir kaynağın hava basıncından yaptığı dalgalanmalar ile oluşan ve insanda işitme duygusunu uyaran fiziksel bir olaydır. Başlıca iki temel özelliği vardır; şiddet ve frekans.

Frekans: Ses dalgalarının birim zamanda titreşim sayısıdır ve Hertz (Hz) olarak ölçülür. Sesin yüksek mi yoksa düşük mü olduğunu tanımlar. İnsan kulağı 20-20.000 Hz arasındaki sesleri duyar. Buna audio frekans aralığı denir. Bunun altındaki değerlerdeki seslere infrases, üstündeki değerlerdeki seslere ultrases denir.

Şiddet: volüm (hacim) veya yükseklik ile ilgili olup, desibel (db) birimi ile ölçülür. 1 ile 5 desibel arasındaki seviye kabaca, kulağı hassas bir kimsenin duyabileceği en zayıf sesi temsil eder. insan kulağı, 0 desibelden ortalama başlangıç seviyesi olan 130 desibele kadar hassastır.

Bu iki ana özelliği yanında tabii ki yoğunluğu, gücü, vibrasyonu ve sesin rengi de tanımlama açısından önemli kriterlerdir.

Frekans ve Ses Seviyesini matematiksel olarak ele alırsak: ses dalgalarının sinüz şeklinde olduğu görülür. Sinizoidal iki tepe arasındaki uzaklık da ‘dalga boyu’ olarak adlandırılır ve bir saniyede gözlenen dalga tepesi sayısına ‘frekans’ denir. Bu fiziksel terim müzisyenlerin ses seviyesi dedikleri şey ile aynıdır. Düşük frekansla bas sesler, yüksek frekanslar ise tiz seviyeli seslerdir.

Bir notanın ses seviyesi de frekansı olarak tanımlanır. Yani bir notayı diğerinden ayıran en önemli özelliği kabaca frekansıdır diyebiliriz. Kabaca diyebiliyoruz çünkü sadece frekansı ile incelenmez notalar. Zamana karşı oluşan harmonikler de önemlidir ve notalar bir sonogram yardımıyla incelenir aslında. Ama burada fazla teknik konulara girmeye gerek yok sanırım.

Şimdi bir başka konu da uzayda ses var mıdır. Varsa nasıl? Bilim adamlarına göre ses; fiziksel olarak gaz, sıvı veya katı ortamlardaki mekanik titreşimler olduğuna göre moleküllerin birbirini itmesi vasıtasıyla yayılırlar. Yani ortamın elastik özelliği, sesin kaynaktan dalgalar halinde uzaklaşmasını sağlar, göle atılan bir taş gibi… Yani bir nesnenin titreşip ses çıkarabilmesi için etrafını saran ortamın yapısı önemlidir ve vakumlanmış ortamda ses yayılmaz. Yani uzaydaki boşlukta da şu durumda ses yayılamaz anlamına gelir bu. Ee dünya malı dünyada kalır gibi dünyadaki seslerde dünyanın dışına çıkamaz mı demektir şimdi bu? Bir de Ay’ da ezan sesi duyduğunu iddia eden astronot vardı, fiziken imkansız görünse de bilim adamları çeşitli açıklamalar yapmaya çalışmıştır bu konuda..

Şimdi tabii ki bu, ses dünya dışında yok anlamına gelmez. Evrenin çeşitli bölgelerinde patlamalar oluşup gaz ve toz bulutları da ortaya çıkıyor. Bu ortamlarda da moleküler yapılar oluşuyor. İşte buralarda da dünyadaki gibi moleküller aracılığıyla ses de iletilebilir. Titreşim vasıtasıyla buralarda ses üretilebileceği gibi Dünya’daki sesler de bu bölgelere taşınırsa oralarda duyulabilir. Tabi öncelikle taşımak gerekir. Bu da ya herhangi bir cihaza yapılmış kayıtla yada ses dalgalarının dönüştürülmesiyle olabilir(zaten yapılıyor da). Yani uzay içinde gezinirken ses duyulamasa bile taşınabilir ve uygun ortamda da evrenin taa öteki ucundan bile dinlenebilir. Ayrıca yıldızlarası toz ve gaz bulutları ve eksenel rüzgarların varlığı da ispatlanmıştır. Yani aslında yıldızlar arası ses iletilebilir demektir bu. Bir de ses hızına değinmek gerekir burada ama konunun içinden çıkılmaz o zaman. O nedenle başka bir yazıda ele almak gerek belki de ses hızını.

Şimdi buraya kadar klasik fizik ile ses ve müziği anlamaya çalıştık. Kuantum ve izafiyet teorileri ile işin içine girdiğimizde ise her şey tamamen değişiyor işte. Kuantum fiziği kabaca her şeyin aslında göründüğü gibi olmadığı, madalyonun bir de görünmeyen yüzünün olduğunu gösterir bize. Yani bir gölge oyunu gibi her şey biz perdeye yansıyanı seyrediyoruz ama Asıl olan ya perdenin arkasında ya da ışık kaynağının önünde duran başka bir cisimdir. Görünen, o cismin kendisinin ve hareketlerinin yansımasıdır. Eğer gölge oyununun mantığını bilmezsek, perdede görünenin asıl olduğunu düşünürüz. Oysa perdedeki yansıma ‘var’ olmakla birlikte, varlığı kendinden ve gerçek bir varlık değildir. Bu misalde olduğu gibi madde de, ‘var’ olmakla birlikte varlığı ve ‘var kalabilmesi’ kendinden değildir.Peki müzik bu durumda nasıl bir gölge oyunudur?

Nöronlarımız, yani beyin hücrelerimiz gelen atmaları (impulsları) frekanslarına ayırarak algılar. Yani frekans çözümleyicisi olarak çalışan nöronlar, birer mini hologram gibidirler. Her bir hücrenin etkinliği, kendi içinde bir dalga boyu oluşturur.

Beş duyu ile algılanan bütün uyarı ve impulslar, elektrik akımı ve elektriksel dalgalar olarak beyne gelirler. Beş duyu organlarımızca dışarıdan alınan bilgiler, bizim var zannettiğimiz alemleri oluşturur. Gözün retinasına düşen frekanslar enerjilerine göre çeşitli renkler, şekiller, aydınlık ve karanlık algılarını beynimizde oluşturur. Yine bir frekans çözümleyicisi gibi çalışan deri dışarıdan aldığı frekansı, frekansın sahip olduğu enerjiye göre beyinde sert yada yumuşak diye imgeleştirmektedir. Keza aynı şekilde çalışan kulak da almış olduğu frekansı, frekansın mevcut enerjisine göre algıladığımız seslere çevirmektedir. Yani beyin sonsuz frekanslardan oluşan bir yapıya sahip olup dışarıdan gelen frekanslarla beş duyuya dayalı bir madde alemi oluşturmaktadır. Eğer algılamanın önündeki beş duyu kaldırılabilirse, o zaman kendimizi sırf frekanslardan oluşan sonsuz bir alemde bulabiliriz. Bu da gayet ilginç bir sonuç; evet iyi yada kötü diye nitelendirdiğimiz her şey, sadece belirli enerjilere karşılık gelen frekanslar ve biz bu frekansları seyre dalmamız gereken yerde, onlarla savaşıp duruyoruz.

Nesneler veya bilgiler dünyası, bizlerin algılamaları ile farklılaşmakta, biçim bulup canlanmaktadır. Yani evrende bir bütünlük, bir ana plan ve süreklilik söz konusudur. Bizler ancak o çok katlı ana planın dalga boylarıyla rezonansa girdiğimiz oranda, o frekansın bilgilerini cisimleştiriyor, buluyor ve kendimize mal edebiliyoruz. Böylelikle de evrenin bazı “sırları” nı çözebiliyoruz.

Aslında bizim algı ve anlaşış düzeyimize göre bir çok paradoks gizlidir evrende. Mesela atom altı parçacıkların bölünebilir olup olmadığını anlamak için parçacık teorisi geliştirilmiş ve uygulanmış, ortaya çıkan sonuç ise bize göre tam bir düğüm olmuştur. İki parçacık, çok yüksek hızlarla çarpıştırılarak parçalanmışlar ama ufalmamışlar, en az kendi boyutları kadar birçok yeni paraçağa dönüşmüşlerdir. Böylece atomaltı parçacıkların aynı anda hem parçalanabilir ve hem de parçalanamaz oldukları sonucu ortaya çıkar. Yani paradoks… Atomun yapı taşlarında elektronlarda da aynı sır vardır yani hem dalga hem de tanecik özelliği vardır aynı zamanda. Evet, elektronu kapalı bir televizyon ekranına yöneltirsek küçük ışık noktası elde ederiz. Bu onun parçacık özelliğindendir. Aynı zamanda enerji bulutu şeklinde uzayda dağılan bir dalga gibi de davranır. Yani bize göre paradoksdur yine… Mesela foton dalga mıdır, parçacık mıdır? Foton ne parçacık, ne de dalgadır. Ortada bir dualite (ikilik) vardır, âdetâ ruh ve beden ilişkisi gibi. Bu iki özelliği aynı anda taşır. Peki müzikteki dualite nasıl o zaman?

Şimdi sesin uzayda-boşlukta iletilemediği görüşünü incelersek, yine bambaşka sonuçlar çıkacak ortaya. Yeni fizikte boşluğun yeni adı : Kuantum Alanı…

Modern fizikte baş gösteren gelişmeler, madde ve parçacık anlayışını değiştirdiği gibi ‘boşluk’ kavramını da değiştirdi. ‘Boşluk’ âdeta canlandı ve evrenin “yaşama ortamı, hayat enerjisi” gibi tanımlamalar aldı.

Kuantum alanı, biçimsiz ve şekilsizdir. Bütün biçimlerin tarlasıdır. Bir bakıma evrenin hamurudur. Parçacık dediğimiz sert ve katı madde bu alanın bölgesel yoğunlaşmasından ibarettir. Kuantum alanı, varlıkların faaliyet alanı ve ilişki ağları ortamı olarak vazife görüyordu. Okyanus içindeki adaların altta karalar vasıtasıyla birbirine bağlantı sağlaması gibi tüm varlıklar aslında bu alan vasıtasıyla birbirine bağlanmıştı. Kuantum alanı kavramına göre uzay kararlı bir dalga bütünü ve birliği olup, bu etkileşmeler “dalgalar” şeklinde gerçekleşmektedir. Duyularımızla algılayabildiğimiz kadarki dünyada boşluk, “içinde hiçbir şey olmayan yer” demektir. Oysa içinde yaşadığımız evren, başlangıcı olan bir şey olduğundan, onun içindeki “her yer” sonradan “var” olan tek bir yerdir. Dolayısıyla “içinde hiçbir şey olmayan” bir yerin bu evrende olması mümkün değildi. Özetle İşte, kuantum bilimi, evreni yekpare bir bütün olarak tanımlar ve evrende mutlak mânâda bir ‘boşluk’ olmadığını söyler.

Evet sahip olduğumuz algı sistemine göre dünyamızı kuruyoruz. Newton fiziği, maddenin katı ve sert olduğu gerçeğinden yola çıkıyordu. Bu ilk bakışta da son bakışta da doğru gözüküyor elbette. Dokunduğumuz herşey, duvarlar, ağaçlar, eşyalar.. Herşey maddenin katı ve sert halini gösteriyordu. Oysa göz değil de bir elekton mikroskopuyla baktığımızda orada gördüğümüz şey, %99 boşluk %1 ışıktan ibarettir. Kuantum fiziği, atomaltı dünyaya inerek, oradaki gerçek durumu, içinde yaşadığımız kâinatı oluşturan zerrelerin dünyasının bildiğimiz dünyadan çok farklı olduğunu keşfetmiştir. Yani şimdi insan dahil tüm varolanın büyük bir kısmı boşluktur sonucu ortaya çıkıyor. Peki evrende boşluk yoktur demiyormuydu hani kuantum bilimi. Şöyle ki mutlak boşluk diye bir şey yok diyor aslında kuantum bilimi.

Atomaltı sistemde 100 den fazla çeşit parçacık keşfedilmiş durumda. 1970 de Atomun yapısındaki proton ve nötronun yapısındaki boşluklarda onları bir arada tutan kuark denilen zerrecillerin bulunduğu keşfedildi. Çekirdek içindeki protonları oluşturan kuarkları birbirine bağlayan güce ‘güçlü çekirdek kuvveti’ deniliyordu. Bu kuvvet kuarkları birbirine nasıl yapıştırıyordu? Sonuçta; kuvvetin ‘görünmez’ bir güç değil, aksine küçüçük tanecik ve zerreciklerden oluşmuş bir ‘özellik’ olduğu garip gerçeğiyle karşılaşıldı. Kuarkları birbirine bağlayan parçacıklar ‘gluon’lardı. Gluon yapıştırıcı demektir, zamk anlamına gelir. Gluonlar, kuarkları birbirine öylesine yapıştırıyor ve kenetliyordu ki, bildiğimiz en güçlü kuvvet olan nükleer kuvvet doğuyordu. Başka bir deyişle, güçlü çekirdek kuvvetinin özü ve esası gluon denen parçacıklardı. Elektromanynetik kuvveti ‘taşıyan’ parçacıklar da bulundu. Onlara ‘foton’ denildi. Zaten foton öteden beri biliniyordu da; protonla, elektron arasındaki çekim kuvvetinin fotonlarla gerçekleştiği bilinmiyordu. Fotonlar aynı zamanda ışığı oluşturan en küçük enerji paketleriydi. Geriye radyoaktif bozulmayı kontrol altında tutan zayıf çekirdek kuvveti kalmıştı. Bu kuvvetleri taşıyan tanecikler de olmalıydı. Bu parçacıklara bozon adı verildi.

Böylece kâinattaki üç temel kuvvetin aslında parçacıklarla taşındığı ortaya çıktı. Tabiattaki en zayıf kuvveti, hepimizin bildiği yerçekimi kuvvetini taşıyan parçacıklar bir türlü keşfedilemedi. Bunların ismine graviton denildi. Yani mekânda gördüğünüz madde sabit değildir, zaman içinde, devamlı faaliyet ve hareket içinde değişmektedir.

Bu ne demektir? Bizim düşündüğümüz anlamda hiçbirşeyi olmayan boşluk (mutlak boşluk) diye bir şey yok demektir. O zaman bu atom altı iletişimler gibi kainatın bir ucundaki ses de öbür ucuna iletilebiliyor demektir.
Şimdi bir de müzikteki ritm ölçülendirmesini yaptığımız, ‘zaman’ kavramına da değinmek gerekir. İzafiyet Teoremi bizim idrak alanımızı aşan ‘zaman’ denen bir dördüncü boyutun varlığından söz eder ve zaman ile uzayın, aslında birbirinden ayrılamayacağını ve bazan de birbirlerine dönüştüklerini anlatır. Bu konuda ilk tartışma Einstein ile başlamıştı. Sonraki yıllarda Kuantum teorisi ile İzafiyet teorisi bir araya getirildi. Bu birleştirme sonucu atom-altı parçacıklar kuvvet alanları ile açıklanmaya başlandı. ‘Boşluk’ dediğimiz cisimlerin çevresi de çok önemli bir dinamik değer olarak karşımıza çıktı. Boşluk, maddeyi meydana getiren parçacıklarla ayrışamaz bir kozmik ağın bağlantılarıydı. Evet uzay ve zaman birbirine dönüşüyorsa o zaman ses nasıl bir dönüşüm geçiriyor? Bu konuda pek bir bulgu yok elde. Ancak insanı, sesin oluştuğu anda kainatın her ucundan duyulabileceği fikrine götürüyor bu.

Müzik ses ve sessizliğin birleşimi olduğuna göre bunu madde ve boşluk ilişkisine benzetebiliriz. Nasıl atomaltı parçacıkların arasındaki boşlukları ortadan kaldırırsak, oluşturduğu devasa cismin yüzbin defa küçülerek minicik ve bambaşka bir şey olacağı gibi, bir müzik eserindeki notalar arasındaki boşlukları(sessizliği) yok edersek ortaya saçmasapan bir gürültü çıkacaktır. 3 dakikalık bir şarkı 1 dakikaya hatta çok daha kısa bir süreye iner ama o artık şarkı değil bambaşka bir şeydir artık. Yani boşlukları sıkıştırılmış konserve müzik olamaz. Olsa olsa metronom değeri olabildiğince hızlandırılır ama yine şarkı kimliğini kaybeder. Bu ne demektir? Yani zaman ve boşluk müzik için çok önemli bir kriter demektir.

Şimdi atom altı parçacıklar dalgadır ve bunların belirli bir hız ve düzende hareketiyle bizim algı düzeyimize madde tanımı oluşur demiştik. Peki ses maddeleştirilebilir mi? Müziği nasıl maddeye dönüştürebiliriz. Bunu bilmiyorum. Ama belki de çoktan dönüşmüştür ve biz bu dönüşümü adlandıramamış olabiliriz.

Peki kainattaki bu sonsuz sayıdaki parçacık hareket edip duruyorsa bu hareketlerin düzeni ve uyumu nasıl sağlanıyor. Parçacıkların aralarında geliştirmiş oldukları bir tür haberleşme (telepati gibi) metodu ile iletişim sistemi mi var. Peki böyle bir haberleşme yoksa kâinatın 15 milyar yıldır mükemmel bir uyum içinde, âdeta bütün parçacıkların birbirlerinden ve yaptıklarından haberi varmış gibi hareket etmeleri nasıl oluyor? Nasıl bir bilinç bu? Peki bir müzik bestesinin de bilinci olabilir mi o zaman sorusu da çıkıyor ortaya.

Bu kadar fiziksel analizden sonra, müziğin işitmeye gerek olmadan beynimizde de oluştuğunu göz önüne almamız gerekir.. Yani illa ki işitmek gerekli değil müzik için. Düşünerek de müzik yapılabilir notaya dökülür,yazılır, çalınır. Sadece beynimizden söylediğimiz müziklerle hüzünlenip sevinebiliriz de. Sesler belki de düşünce yoluyla da aktarılabilir. Peki atomaltı düzeydeki müzik nasıl bir şeydir? Uygun cihazlar icat etsek dinleyebilir miyiz?

Belki de evrenin bambaşka bir ucunda bambaşka canlıların besinidir müzik kimbilir. Biz de ruhun gıdası diyoruz ya. Farklı bir boyut ve düzeyde de gerçek besin haline gelmiş olabilir işte.
Her neyse, şimdi konuya dönersek, insan olmasa müzik olur mu demiştik. Müzik düzenli sesler birlikteliği olduğuna göre ve evrenin de hem mikro hem de makro kozmozunda insanın aklının hayalinin alamayacağı şekilde inanılmaz bir düzeni var olduğuna göre, insan olmasa da müzik tabii ki olur derim ben. İnsan sadece kendi duyma ve algılama kapasitesi ölçüsünde müziği keşfedip, kendisi de yapmayı becermiştir. Doğada ve evrende müzik halihazırda zaten mevcuttur. Bu durumda insan yapımı müzik ve doğal müzik diye en temel olarak ikiye ayırabiliriz müziği.

Doğal müzik, insan olsa da olmasa da vardır. İnsan yapımı müzik ise sadece insan tarafından yapılabilir yani insan olmazsa olmaz…

Bu kadar kafa şişirdikten sonra, gönül frekansınıza her zaman güzel müziklerin takılması dileğiyle yazımı noktalıyorum.

Peri Aksakoğlu

Yazarımızın biyografisi elimizde mevcut değildir.