Bu sayının konusu “Müzik” olarak ilan edildiğinde, elimde olmadan güldüm ve “Benim müzik hakkında yazacak birşeyim varsa, güneş batıdan doğabilir her an” dedim, anlaşılan büyük konuşmuşum. Zihnimi yoklayınca gördüm ki, aslında benim de bu konuda söyleyeceklerim var. Tek sorun, bunun benim açımdan müzik denen harika hobi ile değil, bir çeşit fobi ile bağlantılı olması. Ama sizler okur olarak“Bizim için sorun teşkil etmez, madem yazdın okuyalım bari” diyorsanız bilemem tabii…

İtiraf ediyorum: Ailemdeki tüm müzisyenlere, güzel sesli insanlara, müzikten anlayanlara rağmen ben, atalarımdan bu  yeteneği eser miktarda bile almamış görünmekteyim. En azından 2 ay öncesine kadar haklı nedenlerim de vardı böyle düşünmek için. Duyduğum sesler arasındaki farkı anlamaz, çıkarttığım sesler arasındaki farkı duymazdım. Klasik olacak ama, bana göre kapı gıcırtısı ile keman sesi arasında pek bir ayrım yoktu.

Ayrıca mimliydim. İlkokul birinci sınıfta, gönderildiği mandolin kursundan camdan atlayarak kaçan tek öğrenci bendim! Zavallı hoca solağım diye tellerin yerini değiştirmekten, beni gruptan ayrı ve özel ilgiyle çalıştırmaya kadar pek çok yöntem denemiş ama sonunda umutsuz vaka olduğumu o da kabullenmiş gibiydi. Babamın hevesle bana aldığı melodika ve bir gün bana vermeyi hayal ettiği trompeti de, elime bir veya hadi olsun iki kere ya değdi ya değmedi. Ne istek, ne de yetenek göstermiş olmalıyım ki babam da umudu kesti bu konuda. Orta okulda, koskoca okul tarihinde zorunlu olmasına rağmen, müzik dersinden muaf tutulan tek öğrenci bendim. Tabii babamın müzik hocasına, seneye resim bölümünü seçeceğim konusunda teminat vermesi şartıyla…

 

Aklı erdikten sonra da oğluma hiç ninni filan söylemedim, ağzımdan çıkan sesin neye benzediği ve bunun çocuğun ruhsal sağlığı üzerinde ne gibi bir olumsuz etki yaratabileceği bana göre tam bir muammaydı çünkü. Dost meclislerinde bir iki şarkı mırıldanmışlığım vardır evet, ancak en sarhoş halimde bile, ortamda alkol almayan ve dolayısı ile ayık kafa ile sesimi duyacak bir kişi bile varsa yapmam bunu. Şarkı sözlerini iyi kötü bilirim, makamlarını, notalarını hayır.

Müzik geçmişim kötü anılarla, bilgisizlik ve ilgisizlikle doludur sözün kısası.

Yıl 2005… Işık Köprüsü eğitimi almış, çiçeği burnunda öğrencilerden biriydim. Bir yıldan beri hortlamış boğaz çakrası merkezli sorunlarım olan ses kısıklığı, burun ve kulak tıkanıklğı, boğaz ağrıları ve öksürük ile başım beladaydı.

İkinci ışık köprüsünden bir gün önce ise bu sorunların en dişlisi, hiç gereği yokken başıma musallat oldu: Vücudumun taş üretimine geçerek  tükürük bezi kanalımı tıkamasıyla, kıvranmaya başladım. Başıma gelinceye kadar, bu sorun sadece böbreklerde yaşanır sanırdım, ne gaflet!

Aranızda yaşamış olan var mı bilmiyorum ama, tek kelimeyle bu kabus gibi birşeydir. Kanal tıkandığı için tükürük kanaldan çıkamaz, “Tü tü tü maşallah!” demenin hakkını veremez, daha da önemlisi yemek yiyemezsiniz. Yeseniz bile ağzınızda çeviremezsiniz lokmaları, çünkü onları ilk sindirecek sistem, yani tükürük salgısı devre dışıdır. Aslında tükürük salgılanmaya devam etmekte, ancak yolu tıkandığı için dışarı çıkamamaktadır. Sonuç: Boğazınızda kanalın başlangıç noktasından itibaren önce fındık, sonra kayısı büyüklüğünde bir şiş oluşacak şekilde tükürüğün depolanmasıdır. Kas gevşeticiler, gargara, doktorunuzun kanal köküne yaptığı müdahaleler vs, maalesef ki sorununuzu akşamdan sabaha gibi kısa bir sürede çözümlemez.

Tükürük kanalının taş üretebileceği tıbbi gerçeği ile ilk defa 1995 yılında, sakız çiğnerken birden gözlerimde şimşek çaktıran bir acının ardından, şaşkın bakışlarım arasında çenemin altının yumurta büyüklüğünde şişmesi ile tanışmıştım. Derhal doktora gidiş ve 8 gün süren ızdıraplı süreçten sonra, bu komik rahatsızlık  ile 9 yıl süresince bir daha hiç yolumuz kesişmedi.

Ama son iki yıl içinde 3 kere aynı problemi yaşayınca, işin rengi değişti. 9 yıl unutmak için ideal bir süre, ama 6 ayda bir bu acıyı yaşamaya başlayınca, unutmaya fırsatınız olmuyor. Bir yandan, size kulağa hoş gelmeyen operasyonlar öneren doktorunuzla köşe kapmaca oynarken, bir yandan da  sonraki krizden önce bu iş nasıl çözülür diye inlemeye başlıyorsunuz.

Ellerim şişmiş boğazımda, doktorun “Haftabaşı testlerini yaptır sonra da küçük bir operasyonla bu işi halledelim” sözleri kulağımda ve canım burnumda bir halde, ertesi gün ışık köprüsü uygulamasına girdim. Uygulama sırasında görülen vizyonlar ve yaşananlar neticesi; boğazımın ağrısı, uygulamayı yapanların telef olması uğruna da olsa hafiflemiş, ertesi sabah uyandığımda ise daha ilaçlara başlamamışken, tamamen beni terketmişti.

Pek sevinmiştim, ne kadar kolay olmuştu herşey! Oysa çözümün ve çözülmenin bu kadar çabuk ve  basit olmasından kuşkulanmalıydım, ne gaf!

Konuya yabancı olanlar için kısa bir açıklama yapmak gerekirse, Işık Köprüsü özünde bir mental çalışmadır ve çalışmayı takiben, öyle ya da böyle bir çözülme ve dönüşüm yaratır. Bu dönüşüm, sanki içimizdeki mekanizmanın görünmez bir dişlisini onarır ve yine görünmez bir çarkı harekete geçirir. Bunun sonucu duygusal, zihinsel, ruhsal veya fiziksel olarak birşeyler şifalanır. Henüz şifanın gerçekleşme aşamasındaki mekanizmayı çözemediğim için, Işık Köprüsünün içeriği konusunda bilgilendirmeyi uzmanlarına bırakarak, deneyimimin uçuk içeriğini de kendi içimde saklı tutarak, sonuçlarını anlatmakla yetineceğim sadece.

İşte ben, fiziksel derdime deva olan şifanın bu çalışmanın sonucu olduğunu düşünmek gafletinde bulunmuştum. Oysa henüz şifanın giriş kısmındaymışım, gelişme ve sonuç kısımlarına da daha çok varmış meğer… Bu bölgedeki blokaj, Işık Köprüsündeki müdahale ile harekete geçen bir fay hattı gibi, önce küçük bir öncü gönderdi, ardından da büyük sarsıntılarla, uzun zamandır içinde biriktirdiği enerjiye çıkış noktaları yaratarak kendini rahatlatmaya çalışıyor.  Hatta korkarım artçılar da yolda.

Boğaz çakramdaki öncü enerji boşalımını takip eden sarsıntı ise, Reiki hocamın evinde oturup sohbet ederken vurdu beni. Oysa gün çok güzel başlamıştı, ne vardı sanki o Wagner’in Tannhauser operasından Rahipler Korosunu çalmaya başlayacak? Evet! Hala tüylerim diken diken oluyor, o gün evde bulunan ve dostum sandığım insanlar tarafından işkenceye tabi tutuldum! Tamam belki biraz abarttım, bir müzik parçasını zorla dinletmek işkence kapsamına girmiyor olabilir ama, bir anda nefes almakta zorluk çektiğımi, kulaklarımın zonkladığını, sırtımdan aşağı soğuk terler dökmeye başladığımı, bedenimin kasıldığını söylememde en ufak bir abartı yok.

O gün hepsinin keyifle dinlediği bu müziğin, benim için işkence anlamına geldiğini fark etmeleri uzun sürmedi. Şaşkın halde bana bakarlarken, ben onlardan daha şaşkındım aslında… CD’deki sonraki ve önceki parçalar öyle bir etki yapmamışken, neden bu müziğe böylesi güçlü bir tepki verdiğimi düşünmeye bile zaman harcamadan apar topar kendimi dışarı attım. Takip eden günlerde de hepsinin eğlence konusu oldum haliyle. Çok damarlarına bastığımda beni kilise korusu dinletmekle tehdit etmeye kadar vardırdılar işi, o kadarını söyleyeyim.

Aradan bir zaman daha geçti. Bir gün e-postalarım içinde ilgimi çeken bir mesaj gördüm. Kamu yararına bir şeyler yapmayı isteyen, ama kalabalıklara girmeyi sevmeyen ben için, mesajda bahsedilen gönüllü proje  çok uygun bir hizmet edebilme imkanı gibi duruyordu. Başlığından huylanmalıydım aslında: “Sesinizle ışık olmak ister misiniz?” sorusuyla başlayıp, görme engelliler için cd’ye kitap okuyan sesli kitap gönüllüleri grubunu ve projelerini tanıtan bir mesajdı bu.

Can sıkıcı yanı, kayıt sonrasında kendi sesimi dinlemeye da mahkum olmaktı. Çünkü hatalı kısımları düzeltmek, nefes seslerini temizlemek ve kaydın düzgünlüğünü kontrol etmek gerekiyordu. Projeye katılmak bende bir işe yarıyor olmak duygusu yaratmıştı ama kendi sesimden ve ortaya çıkan üründen yana kaygılarım vardı. Emeğime acımaktan çok, iyilik edeyim derken, sesimle işkenceye tabi tutma ihtimalini düşündükçe, görme engelli dostlara acıyordum.

Birden aklıma geldi… Öyle ya, Reiki eğitimlerinden tanıdığım sevgili Melek devamlı bana ve birkaç arkadaşa “Çok yanlış yerden nefes alıyorsunuz, sesinizi doğru kullanmıyorsunuz, size biraz nefes egzersizi yaptırayım” der dururdu. Neciydi acaba bu Melek? Çok seviyordum, birlikte bir sürü şey paylaşmıştık ama, bol bol sohbet ettiğimiz zamanlarda bile, işi hakkında tek bildiğim müzikle ilgili bir şeyler yaptığıydı. Acaba bu projede kayıt esnasında yaşadığım sesi düzgün kullanamama problemimin çözümüne bir katkısı olur muydu? Gerçi sesli kitap gönüllüleri grubunun sorumluları, utana sıkıla gönderdiğim ilk kayıtları dinlediklerinde çok beğenmişlerdi ama ben onları o hale getirene kadar ne temizlik işlemleri yapıyorum da o kayıtlar öyle dinlenebilir hale geliyordu nereden bilsinlerdi! Beş dakikalık kayıt için kırkbeş dakikalık kaydı adam etme süresi makul olabilir miydi, çok da emin değilim yani.

Böylece evren, bu çok kaçtığım blokajıma arkadan dolanıp iki puan almayı kafaya koymuş olmalı ki, kamu yararına dahil olduğum bu projede iyi bir şeyler yaratma kaygımı kullanıp beni tuzağa düşürdü. Blokajın oluşmasında en büyük etkenlerden biri olan mükemmeliyetçilik takıntımı da bana karşı kullandı. Böylece mükemmeliyetçilik, sorunun hem yaratılmasında hem de ortadan kaldırılmasında kullanıldığı için bu denklemde etkisiz eleman oldu.

Eş zamanlılık nehrinde, akıntıya karşı mücadeleyi bırakmam yine de çok kolay olmadı elbette. Seslendirdiğim birinci kitap bitene kadar direnmem devam etti ve bir gün olan oldu. Melek’le konuşurken artık onun müzikle ilgili bir şeyler değil, damardan şan hocalığı yaptığını öğreniverdim. Bu bilgi bir direnç daha yarattı ilk anda, öyle ya benim ne işim vardı şan çalışmakla?, Her ne kadar o sırada bu nefes işinin nasıl düzeltileceği konusunda en ufak bir fikrim olmasa da benim istediğim sadece nefesimi daha düzgün kullanmaktı. Detaylarını çok net hatırlamadığım çok kısa bir süreçte Melek mi beni kandırdı ve kanıma girdi yoksa ben mi yoldan gönüllü çıktım emin değilim ama, tek bildiğim bir gün kendimi Melek’le nefes egzersizleri yaparken bulduğumdur.

Tiyatro ve müzik eğitimi alanların iyi bildiği bu çalışmaların ne içerdiği hakkında bir fikrim olmadığında,n gergin bir şekilde başladı ilk çalışma. Zavallı Melek’im, adı gibi bir melek zerafeti ve derviş sabrıyla önce beni sakinleştirip, gevşetti. Sonra bana diyafram nefesi almayı göstererek ve cesaret vererek, direncimde artık kolay kolay kapatamayacağım gedikler açmayı başardı.

Çalışma sırasında Melek “Gel bir de kulağına bakalım.” dediğinde “Neyine bakacaksın işte kafamın iki yanında duruyorlar, bakacaksan oradan uzaktan bak” diyecek kadar gıcık bir öğrenciydim ben. Sonrası ise daha vahimdi sevgili hocam içinJ Piyanoyla bir şey çaldı ve “Hadi tekrar et” dedi. “Piyano mu çalacağım ben de?” dedim, “Hayır sesle tekrar et” dedi! Çalıştığımız ortamda herhangi bir üçüncü şahsın olmaması şartım sayesinde “La la la” şeklindeki tekrarlarımdan ikimiz haricinde kimsenin zarar görmeyeceğinin iç huzuruyla dediğini yaptım. Sonra o bir daha, bir daha çaldı ve sonunda şakacıktan kızgın bir ifadeyle Sana inanamıyorum Müjde bir de kulağım yok diyorsun çaldıklarımın hepsini aynen ve hatasız tekrarladın!” dedi.

Buyur buradan yak şimdi, “Eee sabahtan beri aynı şeyi çalıyorsun ben de aynı şekilde tekrarlıyorum, lala la diye diye ben bile ezberledim yani” dedim. Bu absürd diyalog, cevabımı duyan Melek’in ciddileşmesiyle farklı bir boyut kazandı. “Müjde ben deminden beri farklı notalarla çalıyorum bunları ve sen de her çaldığımı doğru notalarla tekrarlıyorsun” dedi.

Farklı notalar, farklı sesler? Dalga geçiyor olmalıydı, çünkü bana göre piyanodan çıkan seslerin hepsi aynıydı, benim ağzımdan çıkan sesler de her tekrarımda aynıydı, kulağımın farklı algıladığı hiçbir şey yoktu açıkçası. Günün dumur cümlesini kuruverdim “Benden iyi mi bileceksin Melek????” Sonra bunun ne kadar saçma olduğunu allahtan fark ettim de daha fazla inat etmedim, ne de olsa kızcağız şan hocasıydı, elbette ki benden iyi bilecekti, ama nasıl olurdu?

Hadi piyanonun sesini aynı duyduğumu iddia edebilmiştim ama aynı sesi duyma eylemi kendi içinde doğru olsaydı, benim çıkardığım seslerin de birebir birbirinin aynısı olması gerekirdi. Gerçi benim kulağıma göre aynılardı ama Melek. arkadaşım rolü altında beni avutur gibi görünmüyor, gayet ciddi bir ifadeyle ben henüz kulak düzeyinde algılamasam da beynimin aradaki farkları yakaladığını iddia ediyordu. Hatta sabrının taştığı tek zaman diliminde “Kulağı ve sesi olduğunu iddia ederek gelen ama ikisine de sahip olmayan pek çok kişi gördüm ama tersini ilk defa görüyorum, sen iyi ve kendinde misin?” bile dedi. Eee, derviş sabrı da bir yere kadar tabii. Tüm bu yaşanan deneyimden, Melek’ten duyduklarımdan, kendimden ise duyamadıklarımdan, kafam karışmıştı. İlk ders böyle bitti ama ben de duygusal olarak bitmiştim o da ayrı.

Takip eden çalışmalarda, kaplumbağa hızıyla da olsa ilerleme kaydettiğimizi ben bile kabul etmek zorunda kaldım, itiraf ediyorum. Kendi sesimi “duymaya” başlamıştım nihayet. Hatta kendi kendime şarkı bile mırıldanmışlığım var bu dönemde. Mırıldandığım şarkıyı kaydedip kendi sesimi dinlemeyi bile başardım.

Çalışmanın sonunda evden kaçıp şarkıcı olmayacağıma dair aileme verdiğim teminatı bir kenara bırakırsak, Melek sayesinde artık müzik fobim yok. Kendi sesimle, nefesimle barışığım. Yeni ve nispeten doğru sesimle sesli kitap gönüllüleri için seçtiğim ikinci kitabımı hevesle okuyorum.

Bu yazıyı okuyup da, görme engelli dostlarımıza  destek vermek için böyle ızdırap çekilmesi gerektiği gibi bir fikre kapılmanızı istemem. Sesli kitap gönüllülerine katılmak, benim müzik fobimden kurtulmak  için oldukça dolambaçlı yollar izleyen bir araç olmuştu, sizin için ise doğrudan sesinizle ışık olma amacına hizmet edebilir, kim bilir?

Bilgi için: www.seslikitapgonulluleri.com adresini ziyaret edebilirsiniz.