Bir şarkı; her kuşakta birden çok, binden çok, onbinden çok hayatı değiştirmeyi başarmıştır. 1960’lar ve 1970’ler boyunca Led Zeplin’in, Pink Floyd’un, Beatles’ın böyle bir kaç parçası yıllar içinde pek çok büyüğümüzü değişik triplere sokmuş, bu şarkılar aynı zamanda bizi yetiştiren ebeveynlerimizin bizi neden böyle yetiştirdiğine dair temel ipuçlarını da göstermiştir.
80’ler boyunca pek bir sesi duyulmayan bu tip şarkılar, 90’lara gelindiğinde ABD’nin depresif kenti Seattle’dan bir abimizin hem reel hem de metaforik anlamda çığlığa kaçan sesiyle yeniden gündeme gelmiştir. İster egemen medyanın pompalamasıyla ister daha romantik bir sebeple olsun bizim de üyesi olduğumuz bu kuşağın hayatını değişmiştir, Nirvana. Ergenliğin-gençliğin verdiği gaza, Kurt’un de söyledikleri eklenince hepimiz daha depresif daha bir acı çeken çocuklar haline gelmiştik.
O günler geçti. 90’lar boyunca Nirvana dinleyen kitle büyüdü, kocaman adamlar oldu, paralar kazanmaya başladı, işler kurdu, batırdı zengin oldu, evlendi, boşandı, çoluk çocuğa karıştı, öldü, dirildi, yedi, içti… Yani başlarından epey bir iş geçti ömürlerinin en tatlı kısımlarını geride bıraktı, kendinden önceki tüm kuşaklar gibi doksanlar kuşağı da yerini çoktan başkalarına devretti. Hatta yerini devrettiği milenyum kuşağı bile 20’lerinin ortasına doğru yol almaya başladı, artık onlarda olgunluğun sığ sularında yüzüyor sayılırlar.
Ama Nirvana 27 yaşındaki haliyle çatır çatır orada durmaya devam etti. Bilinen sebeplerden onlar büyümedi, gelişmedi 2000’lere girerken kendilerinin açtığı yoldan ilerleyen ya da kendilerinden önce varolan arkadaşlarının yaşadığı dejenere değişimlere muhattap olmadı. Nirvana belki de tam da solistinin istediği biçimde doksanları en saf haliyle ve sonsuza kadar bünyesinde korumayı başardı. Nirvana, İşte bu yüzden sanırım benim için ve benim kuşağımda bana benzeyen gençler için su katılmamış bir ifadeyle 90’ları ve gençliği temsil ediyor.
Onları yaşlanmaması, değişimin soysuzlaştırmasına uğramaması kendibüyümeyişimizi ya da hep genç kalmak isteyişimizi de çağrıştırıyor. Yani Kurt’un James Hetfield ya da Eddie Vedder gibi saçlarını kestirmemesi; Chris Cornell gibi paranın peşine düşmemesi, hala ve hep 20’lerinde gibi bakması, şarkı söylemesi bizim de göz göre göre kaybettiğimiz gençliğimizi simgeliyor. Bunun üzerinde çok fazla durmaya gerek yok, yani ölen star daha bir star oluyor, daha bir ölümsüz oluyor, iyi oluyor bizim için aslında; yazacak, konuşacak, duygulanacak bir konu çıkıyor.
Ama Nirvana, sadece hep doksanlarda kalmasının, solistinin başka bir yol seçmesinin dışında; müziğinin, sözlerinin barındırdığı anlamlar ya da tam da o günlere ait bir olmasının yani nostaljsinin ötesinde biçimsel olarak da bize müzikten daha fazlasını veriyor. Nirvana ancak yüksek sanat eserlerinin barındırdığı bir esnekliği, çağlara göre farklı anlamlara gelme özelliğini içinde taşıyor.
Peki nedir Nirvana’yı bugün hala artık epeyce “büyümüş” bizler için değerli kılan? Toplamda sadece bizim gençliğimizi değil bir gençlik kavramını simgelemesini sağlayan özelliği nedir?
Bu soruların cevabı Nirvana’nın biçimsel ya da dışsal özelliklerinde saklı yatıyor galiba: Neredeyse iki, üç akordan oluşan şarkıları bize ilk gençliğin berraklığını, boşvermişliğini, beceriksizliğini hatırlatıyor. Büyük ihtimalle zorunluluktan kaynaklı biçimsel minimalizmleri gençliğin yine zorunluluktan kaynaklı boşluğunu hatırlatıyor. Bir karşılaştırma yapmamız gerekirse Pearl Jam kadar sofistike bir müzik yapmadıkları için Nirvana, daha genç kalıyor. Zira karmaşık olan doğası gereği çabuk eskiyor, çabuk ölüyor.
Nirvana’nın çok çabuk yok olması, yalnızca dört tane albüm çıkarabilmesi, tamamlanamamışlığı, yarım kalması yine gençliğimizin hep eksik kalmışlığını hatırlatıyor bize. Hep özlem duyduğumuz asla geri gelmeyecek biri gibi anılarımızda bekliyor ve aradan 10 yıl geçince Nirvana, bize müziğin çok ötesinde varoluşsal bir problemin (hayatın bir yokoluş, bir yarım kalış süreci olması) içevurumugibi yansıyor.
Kurt’un sesinin stilize ama aynı zamanda detone olması bize o günlerde “cool” gelirken, bugün Eddie Vedder’dan ya da Chris Cornell’den farklı olarak tanıdık birinin şarkı söylemesi gibi belki de duş alırken kendi şarkı söyleyişimiz gibi geliyor. O günlerde çirkinliğin cazibesi bağlamında sevdiğimiz bu ses, bugün samimiyet olarak hissediliyor ki yaş ilerledikçe samimiyetin değerini anlayan insan için az bir şey olmuyor bu his.
Nirvana’yı 90’larda dinlemek bir gençlik modası, müziğin ve sözlerin getirdiği marjinaliteye öykünme olarak görülebilir (Elbette yalnızca müzik olarak da görülülebilir ama biz gerçek dinyeleyici kitlesinden söz ediyoruz) fakat yetişkin biri olarak 2006’da Nirvana dinlemek gençliğe duyulan özlemin çok ötesinde hayata dair bir probleme karşı bulduğumuz cevap oluyor. Biz değişiyoruz, daha iyi kokuyoruz ama Nirvana başka sebeplerle olsa da hala hayatımızın merkezinde bir yerde arz-ı endam ediyor.