Punk müziği deyince aklınıza ne geliyor?
Gürültü mü? Komik saçlı adamlar mı? Ölüm, şiddet ve uyumsuzluk mu?
Hayır mı diyeceğimi zannettiniz?
Aslında haklısınız, ama punk müziği sadece bunlardan ibaret değildir.
Biraz daha derindir.

Şu anda belki normal gelecek bir felsefe ve davranış biçimi içerir ama eğer düşünceleri şu anda “normal” geliyorsa, bunun tek nedeni yıllar evvel yapılmış olmalarından kaynaklanıyor.

Çoğu kişinin  sandığının tersine, punk müziği, İngiliz müziği değildir ve Sex Pistols da Punk müziğini başlatan grup değildir.

Aslen Amerika’da ilk olarak başlayan bu müzik, İngiltere’ye taşındığında inanılmaz bir evrim geçirmiş ve şu anda herkesin punk dediğinde aklına gelen görüntünün (Horoz ibiği gibi saçlar, yırtık pırtık elbiseler, daracık kotlar, aksesuar olarak kullandıkları çengelli iğneler ve de anarşiyi savunmaları ) ortaya çıkmasına yardımcı olmuştur.

Punk rock müziği 60’lı yılların sonu, 70’li yılların başına doğru, büyük müzik firmalarına bir tepki olarak doğan bir müzik türüdür.

Punk-rock müziği Büyük müzik firmalarının, tamamen para getireceklerine inandıkları kişileri star yapmaları, belli bir desibel üstüne çıkan grupları stüdyoya bile kabul etmemeleri üstüne, New York gece kulüplerinde, oldukça düşük ücretli grupların çıkmasıyla ve bu grupların zamanla büyük popülarite kazanmasıyla ortaya çıkmıştır. Tekelci piyasadan sıkılan Patti Smith, Velvet Underground ve New York Dolls gibi gruplar; basit liriklerle, kısa süren ve piyasa şarkılarından farklı sözler içeren şarkılarıyla, gece kulüplerine bomba gibi düşmüşler ve gençliği derinden etkilemişlerdir. Iggy Pop’un sık sık bu kulüplere gelip yeni grupları dinlediği bilinir. Fakat Amerika’da her şeyin kısa sürede parlayıp sönmesi yüzünden punk rock ateşi orada kısa sürmüş, ama yine de bu sürede Ramones ve Talking Heads gibi ünlü ve müzik piyasasına damga vuran grupları çıkartmayı başarmıştır.

Punk-Rock müziğinin arkasındaki esas isim(ne kadar bunu isteyerek yapmamış olsa da ) Malcolm McLaren’dir. Kendisi beş para etmez bir menajer olarak New York Dolls’u şöhrete ulaştıramamış ( solcuların desteğini almak için tüm grubu komünist işaretlere boğmasına rağmen ), grubu tamamen uyuşturucuya alıştırmış, sonra da elinde kalan son parayla İngiltere’ye taşınmış ve orada Punk elbiseleri satan “sex” isminde bir dükkan açmıştır. İngiltere’deki punk rock müziğinin patlaması da bu sayede olmuştur.

“Sex” adlı dükkanının önünde takılan dört tane işsiz güçsüz delikanlıya “neden punk grubu kurmuyorsunuz?” fikrini veren Mclaren, bu grubun dükkan sahibine ithafen grubun ismine “Sex Pistols” koyacaklarını ve muhteşem bir başarı yakalayacaklarına ihtimal vermezdi herhalde. Grup ilk başta Johny Rotten (solist), Glenn Matlock (bas gitarist, grupta tek enstrüman çalmayı bilen kişi olmasına rağmen sonradan gruptan atıldı ve yerine Sid Vicious aldı) , Steve Jones (gitar) ve de Paul Cook (davul)’dan oluşuyordu.

Sex Pistols, punk müziğini hiç gelmediği bir yere sürükledi. Sert ve agresif tavırlarla, şarkının içinde açık açık kraliçeye yapılan hakaretlerle ve küfürlerle ve giydikleri yırtık pırtık elbiselerle, Londra’da anne baba baskısıyla büyüyen gençliği kalbinden fethettiler.

Kazandıkları paraları anında çılgın uyuşturucu ve içki partilerinde tükettiler ve bunu açıktan açığa yaparak, halkın gözünde unutulmayacak ve bundan sonra hep öyle anılacak bir “rock müzisyeni” imajı çizdiler.

Punk müziğinin o 4-5 senede patlamasına şaşmamak gerekir. Çünkü Sex Pistols grubu  yetenekli değildi, enstrüman çalmayı kör-topal becerebiliyorlardı, ama açık açık küfrediyorlardı ve şiddet gösterilerinde bulunuyorlardı ve bu işten deli gibi para kazanıyorlardı. Uyuşturucu veya sevgili bulma problemleri yoktu, her gece farklı bir kızla beraber olabiliyorlardı. Kısacası ergenliğe yeni girmiş her genç erkeğin hayalini yaşıyorlardı….Ve üstelik bunu yaşamak için müzisyen olmaya da gerek yoktu.

Böyle olunca üniversitede okuyan 3-4 öğrenci bir araya gelmeye başlayıp, t-shirtlerini yırtıp , üstüne “No Future (gelecek yok)” yazıp 100 pound’a müzik aletleri aldıktan sonra 2 ay garajda çalışıp sonra da bir kulübe girerek punk-rock fırtınasına katılabiliyorlardı.

Zaten İngiltere’nin meşhur Sniffing Glue (uhu koklamak) adlı yeraltı dergisi bir sayısında, bir elektro gitar fotoğrafının üstünde 3 farklı akoru resmettikten sonra altına “bu birinci akor, bu başka bir akor, bu da üçüncüsü… hadi gidin kendi grubunuzu kurun “ seklinde bir makale yayınlamıştı. Gençler de zaten böylr yapıyorlardı. Ünlü İngiliz yazarlardan Neil Gaiman, Alan Moore ve Warren Ellis’in de zamanında punk grupları olduğu bilinir.

Punk rock, gençliğin topluma olan başkaldırısının sembolü olmuştu. Punk’çılar da “her şeye karşı olun” felsefesini kabul etmişler ve “Her İstediğini Yap” ekolunun başlamasına ön ayak olmuşlardı.

Punk olmak için halkın giyindiği kıyafetlerin tam tersini giymek gerekiyordu. Böyle olunca ütülü açık renk pantolonların yerini dar simsiyah kotlar aldı, düzenli kesilen saçlar ya da hippi gibi uzatılan saçların yerini alakasız kesilen, dikeltilen, mohawk kabilesi ( horoz ibiği) gibi kesilen saçlar aldı. Saçlar daha da dikkat çekmek için turuncuya, pembeye boyatıldı. Kızlarsa tam tersine saçlarını 3 numara kestirdiler . T-shirtler yırtıldı , ceketlerin arkasına anarşi sembolleri kazındı.

Punk’lar aynı felsefeleri gibi bir anti-dans buldular, bunun adı “pogo” idi. Dansı başarmak için yetenekli olmak ya da elastik olmak gerekmiyordu. Kollar yana açılıp zıplandı mı, pogo oluyordu. Herhangi bir kuralı yoktu… sadece bir şartı vardı, o da içinden ne geliyorsa o anda yapmaktı. Havada zıplayıp kafa tokuşturmak da pogoydu, uyuşturucu çekip bir köşede parmağınla havada daireler çizmek de…

Siyasi düşünce olarak her kesimle kavgalıydılar. Kraliçeye de karşıydılar, solculara da, ırkçılara da. Bir punk şarkısının sözlerinde “Faşist kraliçenin ve proleterya diktatörizminin tepesinde biz anarşi yazan siyah bayrağımızı sallandıracağız.” kelimeleri yer alıyordu.

O zamanın punk’larına göre düzenli hayat ölümdü, gerçek yol ise anarşiden ve anarşi ise gereksiz şiddetten geçerdi. Punk’lar o yüzden çok kısa sürede halkın ve polisin gözünde tehlike arz etmeye başladılar.

Çöp tenekelerini deviriyorlar, çöpleri yere atıyorlar, kırmızı ışıkta geçiyorlar, yere tükürüyorlar, yaşlılara küfür edip otobüste onlara yer vermiyorlardı.

(Dip not: İrlandalı bir punk arkadaşım Türkiye’ye gelince şok olmuştu ve bana bakarak “Siz nasıl anarşi yapıyorsunuz burada…Burada herkes anarşist” demişti. )

Aileler iyice paniklemeye başlamışlardı. Nedeni ise akşam bir punk konserine giden oğlunun, sabaha ağzı burnu kan içinde gelmesi gayet normal bir olay haline gelmiş olmasıydı.Polisler içinse Hyde Park’a gidip punk’ları toplayıp cezaevine götürmek olağan bir olay olmuştu.

Üstelik genelde götürdükleri kendi çocuklarıydı…

Sonra…

Sonra her şeyde olduğu gibi, eğlencenin sonu geldi.

Önce Sid Vicious üzerinde uyuşturucu bulundurmaktan ve uyuşturucu etkisi altındayken kız arkadaşını bıçaklamaktan içeri girdi, dışarı çıktıktan sonra da kız arkadaşıyla beraber eroin kullanarak, aşırı dozdan öldü ve bu en son darbeyle iyice sönmeye başlayan punk ateşi, tamamen yerini küllere bıraktı. .En popüler grup Sex Pistols, en medyatik aktörünü böylece kaybetmiş oldu. Johnny Rotten de grupta huzursuzluk yaratmaya başlamıştı. Grup önce menajer McLaren’le , sonra da Johnny Rotten ile yollarını ayırdı. Ve punk müziği kayboldu gitti.

Punk gençliği ise 80’lerin başındaki en büyük sorunla baş başa kaldı. İşsizlik. Çoğu okulu kırmıştı , diplomaları yoktu ve patronların karşısına deri ceket ve mohikan kafayla çıktıklarında ya aşağılanıyorlar ya da ciddiye alınmıyorlardı. Anarşist fikirleri yüzünden ne solcular ne de sağcılar tarafından seviliyorlardı. Punk’ların ortadan kaybolması her iki grubun da işine geliyordu. Böylece punk’lar mecburen saçlarını kestirip, dışardan okul bitirmeye ve akşamları düzenli eve gelip ders çalışmaya başladılar. Kaşı çıktıkları düzenin, mecburen bir parçası olmuşlardı.

Seyircisi gittikçe azalınca, gece kulüpleri de strateji değiştirerek farklı müzikleri de arşivlerine eklemeye başladılar.

Ve böylece punk yavaşça yok oldu gitti… 80’lerin ortasına doğru, punk müzik artık ortadan kalkmıştı.

Ya da öyle insanlar öyle zannetmişti.

İlk jenerasyon punk gruplarından etkilenen gruplar önce punk yapmaya başlayıp daha sonra müziklerini geliştirip, reggae, jazz ve rock’dan etkilenerek, aynı mesajları vermeye devam ettiler. Bu grupların öncülüğünde ska, hardcore ve indie ve ( ne yazık ki ) grunge müzikleri doğdu ve gelişti.

90’lı yıllardaki grupların çoğu Punk’tan esinlendiklerini kabul etmişlerdir. 2000’li yıllarda ise bazı gruplar sayesinde punk, daha az agresif sözlerle ve daha teknolojik bir sesle renklendirilmiş olarak bir geriye dönüş yaşadı. Günümüzde “saf” punk çok popüler olmamasına rağmen özellikle Japonya’da, Belçika ve Almanya’da hala aktif olarak yapılmakta ve dinlenmekte. Punk kelimesi artık bir müzik akımını değil bir yaşam tarzını temsil etmekte ve pogo hala rock müziği dinleyenlerin vazgeçmedikleri bir dans.

Kısacası punk ölmedi, sadece dinleniyor ve tekrar ortaya çıkacağı zamanı sabırla bekliyor.

Ve o zaman anarşi şu anda müzik diye yutturdukları, büyük plak şirketlerinin bize sunduğu saçmalıkların üstüne kara bayrağını çekecek ve bayrak dalgalanırken haykıracak.

Anarşi… Şimdi….