İlk kitabı yayınlanacak “genç” bir yazar adayıysanız, heyecandan yerinizde duramıyorsunuzdur. İçinizden sürekli “kitabım yayınlanacak benim, kitabım yayınlanacak benim…” nidaları yükselirken, çevrenizden de, “Oğlum Mehmet, artık bizi tanımazsın”, “Ooo Mehmet’cim kitabın çıkıyor ha, artık listelerde görürüz seni inşallah”, “Mehmet’cim korsanı çıksın alırım, ehehehe” takılmalarını duyup gülümsüyorsunuzdur. Ama sevgili Mehmet, önündeki süreç çok ama çok zor. Biliyorum, kitap fuarlarında önünde kuyruğa girilen yazarları görüp, imreniyorsun belki, fakat büyük ihtimalle senin kitabın çıktığında, imza gününde geleni geçeni izleyip, birkaç arkadaşın, bir iki de tanımadığın insana kitabını imzalayıp avunacaksın. Tabii şartlar bambaşka da gelişebilir, ama bu da senin şartlarının bambaşka gelişmesine bağlıdır. (Yayınevin çok güçlü olacak ve sana büyük destek verecek, medyada sürekli yer alacaksın, reklamın bol olacak vs.) Aksi halde mi? Bak sana üç yazar ağabeyinin hikayesini anlatayım kısaca.
Birinci yazar ağabeyinin adı Sabit Sümer. Kendisi dünya çapında bir romancı. Okuyanları yazdıklarını Jean-Christophe Grange ve Dan Brown’la kıyaslıyorlar. “Akdeniz Hep Oradaydı” gibi muhteşem bir aşk romanının, “Gölge Kardeşliği” ve “Pesinus Rahipleri” adlarında sürükleyici gizem-aksiyon romanlarının yazarı. Kitaplarını her okuduğumda, kendisine telefon açıp saatlerce tebrik ve teşekkür etmişliğim vardır. Kendisinin bir numaralı hayranıyım belki de, ama kendisini çok küçük bir kitle tanıyor maalesef. Bunun nedeni de, onun romanlarının hakkını verecek bir yayıneviyle çalışamamış olması. İlk çalıştığı yayınevi battı, ikincisi ise hayalkırıklığı oldu. Onun romanlarına uygun yayınevleri de, bazıları hiç romanlarını okumadan, kafadan reddettiler. Çünkü Türkiye’de yayınevi kurmak ve işletmek ayrı derttir, bununla birlikte yayınevleri yazar ilişkileri de bambaşka dertli bir süreçtir. Yayınevlerinin ayakta kalabilmeleri, ticareti iyi bilmelerine bağlıdır; idealist ama ticareti bilmeyen yayınevleri genelde fazla yaşamaz. Bununla birlikte ticareti bilen yayınevi de, kitaba ticari gözle bakar. Bu da binbir hayal içindeki yazarın suratına tokat gibi çarpılan bir gerçektir. Veyahut kitabınız çok beğenilir, ama bir ekonomik kriz gelir patlar, yayınevi “kitabınız çok güzel, ama biz küçülmek zorundayız” der ve sizi reddeder. Sonuç, elinde dünya çapında bir eser olsa da kırık hayalleriyle kalan bir yazardır. Ülkemizde bunu yaşamış çok yazar arkadaşımız vardır, bunlardan ben Sabit Sümer’i tanıdım. Kendini arıyorsan, şimdi emlakçılık yapıyor, tüm romanlarını, taslaklarını ve hayallerini bir dolaba kilitlemiş halde ve “Dan Brown Türkiye’ye geldi, da da da dann” haberlerini okuyarak içini çekiyor.

İkinci yazar ağabeyinin adı, Cem Şen. O yayınevi işini çok daha iyi biliyor, çünkü zaten kendisinin bir yayınevi var. Küçük ama başarılı bir yayınevi, tanınmış kitaplar da yayınladı. Kendisinin en son kitabı “Nefes” de fena satmadı. Ama zaten herhangi bir tekniği anlattığın “kendin yap” tarzı kitaplar güzel satarlar. Ama Cem Şen’in bir “Thumos” romanı var ki off ki ne off. Romanı okumuyorsun, film gibi izliyorsun. Hele ki dünyanın en gizemli konularından birisini işliyor, ölümsüz insanları. Cem de öyle güçlü bir anlatıcı ki… Eğer adı Jim Shaun olsa ve İzmir Kadifekale değil de, New York’ta doğmuş olsaydı, şu anda “Thumos”u sinemalarda kapalı gişe izlerdik ve o, Türkiye’ye gelince de millet birbirini ezerdi imza almak için. Şu anda mı durum ne? “Thumos”, belki yakında kelepir kitap statüsüne düşecek. Tabii kitabın, bu durumda olmasında Cem Şen’in TV’lere çıkıp çeşitli promosyonel hareketlere girişmemesinin de etkisi var. Birkaç TV programına katılıp, el baş amuda kalkıp, Ölümsüzler de bunu yapıyor demeyi veya sansasyonel açıklamalar yapmayı reddetti. Bu arada Cem’in 11 yaşındaki oğlu, annesiyle yakında Kanada’ya yerleşecek ve içi acısa bile, “benden daha fazla şansı olur belki” diye onaylıyor babası.

Üçüncü yazar ağabeyinin adı da Burak Eldem. Bu ismi duymuşsundur büyük ihtimalle. “‘2012: Marduk’la Randevu”nun yazarı. Diyeceksin ki, eee bu kitabı herkes biliyor zaten, çok da sattı. Evet sattı ama nasıl? Medyada bir “2012’de Marduk gelecek, hepimizi sevecek” rüzgarı esti ve yazarı da bir nevi Nostradamus yerine koydular. Bu rüzgarla kitabı almaya koşanlar, kitabı açtıklarında büyük bir sürprizle karşılaştılar, çünkü ilk 300 sayfada Marduk’un adı bile geçmiyordu. Bilakis gayet ağır bir dille yazılmış, popüler kitapların tüm özelliklerinden uzak, ciddi bir araştırma kitabıydı ve birçok alanı da sonunu getirmeden bıraktı kitabı. Medyada konuyu haber yapanların da kitabı okumadığı belliydi çünkü kitapta hiç böyle bir ifade olmamasına rağmen, “2012’de Marduk Dünya’ya çarpacak, kıyamet kopacak” haberleri yapmaya devam edildi. Şu anda da, ülkemizin dünya çapında bir yazarını, “2012’de bir şeyler olmazsa, çalar da Burak Eldem’i de ortada oynatırız” şeklinde ellerinde teflerle bekleyen bir kitle mevcut. Kendisi şu anda, çok önemli kitaplar yazmaya devam ediyor ve artık 2012 konusunda kendisine gelen saçma sorulardan bıkmış vaziyette ve de medyaya çıkmayı kesinlikle reddederek evinde oturuyor, aslında “alternatif tarih” hakkında dünya çapında seminerlere katılması gerekirken…

Sevgili Mehmet’ciğim, bunları sana hevesini kırmak için yazmadım. Ben bu üç ağabeyinin hikayesini, başarısızlık olarak da düşünmüyorum. Sabit Sümer’in hikayesi yayınevinin önemini vurgulamak içindi, Cem Şen de ise yayınevi sıkıntısı yoktu, tanıtım da sorun yaşandı. Belki el baş amuda kalkması illa şart değildi, ama kitap bazı mecralar dışında tanıtılamadı. Burak Eldem’in ise kitabı çok ama yanlış tanındı. Ayrıca sanırım Burak Eldem, biraz “ağır” geldi bu ülkeye. Tabii bu isimlerin, dünya çapında tanınmamalarında dil probleminin de etkisi olmadı değil. Türkçe dünyada yaygın bir dil değil ve bir kitabın Türkçe’den İngilizce’ye çevrilmesi de dert. Hadi çevrildi, kendi ülkende zor tanıtıyorsun, dışarıda nasıl yapacaksın bunu engeline takılıyorsun. Neyse bunlar ileriki aşamalar belki Mehmet’ciğim. Ama önünde, uzun ve büyük ihtimalle hayal kırıklıklarıyla dolu bir yol olduğunu bil. Tek tesellin, az da olsa belli bir kitleye ulaşabileceğini ve onların hayatlarına dokunabileceğini bilmek olacak. Tıpkı Sabit Sümer’in, Cem Şen’in ve Burak Eldem’in, bu satırları yazan insana dokundukları gibi. Bu dünyadan ayrılana kadar Bodrum’da denize karşı “Akdeniz Hep Oradaydı”yı okurken aldığım keyfi, “Thumos”u nefes nefese bitirişimi ve sonra da bana Cem Şen gibi bir dost kazandırmasını ve “2012: Marduk’la Randevu”da okuduğum “alternatif tarih” savlarını unutmayacağım. Belki bu üç ismi, dünya “henüz” tanımıyor, sadece dünya değil Türkiye de pek tanımıyor; ama ne olursa olsun, onlar bu dünyaya eserler bıraktılar ve insanlara ulaştılar. Sen de hayalkırıklıkları yaşayacaksın muhtemelen, “en çok satanlar” listelerine bakıp hep aynı isimleri görecek ve artık o listelere bakamaz hale geleceksin belki. Ama olsun be Mehmet’ciğim, birilerinin hayatına dokunacaksın ya. Bu bile çok önemli…