Bir kitapçıya giriyorsunuz. Gözünüze ilk çarpan şey, çok satanlar listesi oluyor. 1 numaradaki kitap ise şu: “Yatmadan Önce Yüz Fırça Darbesi”. Melissa Panarello isimli 17 yaşındaki İtalyan bir kızın güncesi niteliğinde ve kitapta anlatılan her şey neredeyse Melissa’nın uçlarda dolaşan seks hayatıyla ilgili.

 

Şubat ayında piyasaya çıkan kitap, 4.95 YTL’den satılıyor. İtalya’da 1 milyon adet satılan kitap, İspanya, Fransa, Almanya, ABD, Kanada, Rusya, Yunanistan ve İngiltere’nin de aralarında bulunduğu 26 ülkede en çok satılan kitap oldu. Eserin film hakları Francesca Neri tarafından yazardan satın alındı, film çekilmeye başlandı bile.

 

Kitabın içeriği hakkında biraz ayrıntı vermek gerekirse, kitap Melissa’nın 16 yaşındayken ilk cinsel deneyimini yaşaması ile başlıyor. Sado-Mazo ilişkilerden eşcinsel deneyimlere, kendisinde yaşça büyük partnerlerden grup sekse kadar her türlü deneyimini bu kitapta anlatıyor Melissa. Tabi yaşadıklarının gerçek mi yoksa kurgu mu olduğunu bilmiyoruz. Kendisi bunların birebir yaşanmış deneyimler olduğunu söylese de, popülizm uğruna yazıya dökülmüş fanteziler olması da muhtemel. Ancak gerçek ya da fantezi olması fark etmez, bu kitap İtalya’da bir milyon, Türkiye de ise 250 bin sattı ve bu Türkiye için gerçekten büyük bir rakamdı. Geleneksel olarak lanse edilen toplumumuzda böyle bir kitabın rağbet görüp, bir de Best Seller listesinin en tepesine oturması ise gerçekten şaşırtıcı. En ilginç olanı ise, geçtiğimiz tarihlerde Türkiye’de gelip Okan Bayülgen’in Zaga adlı programına katılan Melissa’nın bir yazar olarak lanse edilmesi. Bu durumda çok satan seks günlüğü de bir sanatsal yapıt oluveriyor.

 

Peki “Yatmadan Önce Yüz Fırça Darbesi” bir sanat eseri mi gerçekten? Bir ürünün “sanat” değeri taşıması için ne gerekir? Buradan hareketle, sanatın ne olduğu ve hangi esere sanat eseri diyebileceğimiz sorusuna geliyoruz. Ayrıca erotizmi kullanıp insanların zaaflarını sömürüp tonla para ve ün kazanmak, bir de üstüne, bu ürüne yüzsüzce sanat eseri, ürünün yaratıcısına da (veya teşhirciye) “sanatçı” veya “yazar” demek ne kadar doğru? Sanat bu kadar kolay mı yapılıyor? Birkaç araklama teşbih, iki üç uzun cümle ve bolca bacak arası kullanılarak yazılan bir günlüğümsü, nasıl sanat eseri olabiliyor? Akşama doğru Taksim Meydanı’na atalım kendimizi. Yoldan geçen bir genç kızı oturtalım masanın başına. İhtiyacı olan tek şey biraz umursamazlık. Yoksa, kağıda yazabileceği şeylerin Melissa’nın yazmış olduklarından pek bir farkı olmayacaktır. Günümüzde İstanbul gibi dünyanın diğer metropolleriyle yarışan ve ahlak değerli onlarla neredeyse aynı seviyeye gelmiş olan bir şehrin “çağdaş” gençleri de elbet Melissa kadar ilginç seks hikayelerine de sahip olabilir.

 

İşin ilginç yanı da Melissa’ya ülkemize geldiğinde gösterilen saygı, önem ve ilgidir. İlgiyi bilmem ama, acaba Türkiye’de Melissa’nın yaşadığı hayatı yaşayan bir ikinci kız, aynı saygı ve önemi görür müydü basın ve diğer “sanat” camiasından? Zaten şu durumda sorulması gereken bir soru, Melissa’nın bir sanatçı olup olamayacağı ve kitabının bir sanat eseri kabul edilip edilemeyeceğidir. Ancak bu soru bizi, bir “ilk” soruya; sanatın “ne”, sanatçının ise “kim” olduğu tartışmasına götürür. Yani önce sanat ve sanatçı kavramlarını tanımlamalıyız ki ele aldığımız şeylere bazı nitelikleri yükleyebilelim.

 

Sanat, bir duygunun, tasarının, ya da güzelliğin anlatımında kullanılan yöntemlerin tamamı, veya, bu anlatım sonucunda ortaya çıkan üstün yaratıcılık olarak tanımlanır. Etimolojik yaklaşımda ise sanat; insanların nesnel gerçekliği, estetiksel biçimde yeniden yaratması ve bunu yapabilme yeteneğidir. Kısaca sanat, insanla, nesnel gerçekçilik arasındaki estetik ilişkidir.

 

“Gerçek bir sanat yapıtı, yalnızca bir sanatçının ruhunda doğabilir. O yapıt, sanatçının yaşadığı hayatın meyvesi gibidir. Fakat taklit (öykünmeci) sanat, salt tüketicileri bulunsun diye, devamlı zanaatkarlar ve el sanatıyla uğraşan kişiler tarafından üretilir. Gerçek sanat, kocasına sevgi duyan bir kadın gibi, süse gereksinim duymaz. Fakat taklit sanat, ucuz bir kadın gibi daima süslenmek zorundadır. Gerçek sanat yapıtının çıkış nedeni, sanatçının onda biriken bir duyguyu ifade etmek için içsel bir gereksinim duymasıdır. Taklit (öykünmeci) sanatın nedeni, bir sokak kadınınınki gibi kazanç elde etmektir. Gerçek sanatın sonucu, yeni bir duygunun yaşamla ilişkiye sokulmasıdır. Etik değerlere saygılı bir sanatın oluşabilmesi, sanatçının içsel etik değerler zenginliğinin boyutuyla doğrudan orantılıdır.”(1)

 

Ben şöyle düşünüyorum: Sanat kendisi için de yapılır yani amacı sanatın ta kendisidir; ancak bu onun estetik bir değer taşıdığı, insanın içsel özelliklerini yansıttığı, ve bir yaratım şekli olduğu anlamına gelir. Yani ahlaklı olmak, yarar sağlamak, toplumu yönlendirmek, belli bir fikri empoze etmek, “güzel” “doğru” veya “iyi” olmak değildir sanatın amacı. Bazen bir amaç bile taşımaz sanat. Kendi egosunu tatmin eder; potansiyeline ulaşma çabası içinde, ruhun tuvaldeki, sahnedeki, satırdaki yansımalarını keşfeder, haz duyar. Fakat ne olursa olsun, sanat samimidir. İçinde samimiyet olmayan bir yaratım, sanat sayılamaz ki! İçtenlik, ruhun salt yansımasıdır, çirkinliği de anlatsa, anlamsız, acımasız, ahlaksız da olsa, sadece bir kurgudan da ibaret olsa, sevgi doludur içten sanat. Sımsıcaktır.

 

Melissa içten mi kitabında? Hangi dürtüyle yazdı o satırları? Kendisini ifade mi etmek istedi,  öylece mi çıkıverdi ve döküldü kağıda her şey; yoksa popülerlik ve kazanç için kesin bir yol olarak mı gördü erotik hikayelerini basıp çoğaltmayı? Ayrıca, daha önce de belirttiğim gibi, kızın ne kadar gerçekçi olduğunu da bilemeyiz. Uydurma olabilir yazılan her şey. Fakat bir yanlış anlaşılmayı da önlemek gerek: Benim üzerinde durduğum nokta, yazınsal eserlerde anlatılan her şeyin gerçek olma zorunluluğu inancım falan değil. Tam tersine, kurgusal hikaye ve romanlar, samimiyete ve yazının yaratıcısının ruhuna dokunmanın en güvenilir yollarından biridir bence. Ancak, Melissa’nın kitabı söz konusu olduğunda, durum tamamen değişiyor çünkü Melissa’nın kitabının bu kadar çok ilgi görmesinin sebebi, anlattığı şeylerin gerçek olması veya öyle olduğunun söylenmiş olması. Tüm bu erotik deneyimler, okuyucunun bastırılmış dürtülerini alevlendiriyor. Genç bir kız. Güzel, akıllı, “lolita”, hem de sınır tanımıyor! Erkekler için hazır pişmiş fantezi paketi. Hem de son günlerde moda olduğu şekilde, 5 YTL gibi bir fiyattan satılıyor. Hem de kültür hazinesi, İtalyan bir hanım kızımızı anlatıyor gayet edebi bir dille. Ah, ah; Türk kızları ne duruyorlarsa!…

Sırf erkekleri çekmiyor tabi ki bu kitap. Herkes meraklı, herkes ilgili bu genç kızın seks hayatıyla. Bir günlükte neden arkadaş veya aile ilişkilerinin bahsinin bile geçmediği, olayların sadece seks üzerinde dönmesinde bir sorun olup olmadığı akıllara gelmiyor. Bu lolitanın gerçek seks öyküleri bizi çok ilgilendiriyor çünkü. Belediyelerin parklarda öpüşen, birbirlerine sarılan gençlerin davranışlarına, çevreye rahatsızlık verdiği ve toplumumuzun ahlaki yapısına hiç mi hiç uymadığı gerekçesiyle müdahale ettiği bu ülkede; bu kararları verenler de, yasaklananlar da, yasaklayan aileler de, Melissa’yı duyduklarında okumak için her şeyi yapacaklardır. Sonra Okan Bayülgen soruyor kıza, “Acaba geleneklerine bu kadar bağlı olan ülkemizde, ‘Yatmadan Önce Yüz Fırça Darbesi’ neden bu kadar tuttu?” Kızcağız ne bilsin! Biz kendimize soralım.

 

Bir soru daha geliyor sonra aklıma. Ben neden bu kadar katı, bu kadar eleştirel yaklaşıyorum bu duruma? Toplumsal bir hassaslık ya da sanata yapıldığını düşündüğüm bir haksızlık yüzünden mi? Belki de Melissa’nın cesaretine sahip olamadığım düşüncesi beni kızdıran. Gerçek olsun ya da olmasın, bu hikayeleri yazıp, gerçek diye satmak bile yürek ister. Yoksa cahil cesareti mi desek! Bir yaratımın sanat değeri taşıyıp taşımadığı, genelde onun takipçileri tarafından anlaşılır ve zaman ister. Hem sanatta erotizm olmamalıdır demek de koskoca bir hatadır. Picasso, sanat ile erotizmin birbirinden farklı şeyler olmadığını söylemiştir. Cinsellik, biz ne kadar saklamaya çalışsak da, bu kadar hayatın içindeyken –ve hatta Freud’a göre hayatın tam da merkezinde ve temelindeyken- yaşamı yeni baştan doğuran sanatı erotizmden mahrum etmek ne büyük saçmalık olur!
 

Günümüzde, taze taze sanat-porno tartışmaları da yaşanırken, Fransa’ya uzanıyoruz. Fransız kadın yönetmen Catherine Breillat’nın son filmi ‘Romance’, porno ve sanat tartışmalarını gündeme getirirken, yönetmen büyük tepki alan filminin ardından, eleştirilere şu cevabı veriyor: “Sanatta yasak olmaz.” Gerçekten de, sanat, çoğu ahlak değerinin üzerindedir, hatta onlara yön vericidir. Büyük İlkçağ filozofu Platon (Eflatun), sanatın insanları iyiye, doğruya, güzele yönlendirmek amacı gütmesi gerektiğini savunmuş, insanları iyi ahlaklı olmaya sevk etmeyen bir yapıtın sanat eseri sayılamayacağını savunmuştur. Fakat bu sanatı olduğu yerden farklı bir yere taşımak, onu küçültmek, dans pistini daraltmak olmaz mı?

 

Melissa’ya geri dönersek… Sanat’a yaklaşabilmesi için çok çalışması gerek benim fikrimce. Üzerinde çalışması gereken şey ise, yazım teknikleri, söz sanatları değil de, daha geniş bir vizyon ve esas öz olan samimiyet. Erotizmi bir araç olarak kullanmaya da akıllıca devam edecektir bundan sonraki kitaplarında. Hoş; kitap, çoğu bölümde erotizmin estetiğine, kıvraklığına ve gizemine sahip değil bile. O zaman seks kavramını kullanıp insanların bastırılmış cinselliklerini sömürmeye devam edecektir diyelim. Depresyon ticareti yapan yerli yabancı arabesk (ya da arabesk görünümlü ancak rock/pop/metal vs. maskeli) şarkıcı ve topluluklar, yazarlar ve çizerler gibi, Melissa ve onun gibi bir sürü sanatçı değil ama “üretici”, bu yoldan gitmeye gönüllü. Akıllılar ve bu yüzden takdiri de hak ediyorlar. Onlara kazanç sağlayacak noktayı iyi belirleyip hedefe kilitleniyorlar. Sonuç olarak herkes kendi yarattığı değerler örgüsü içerisinde kendi ahlaki ölçütleri doğrultusunda hareket etmekte serbest, hatta Nietzche gibi ahlakı küçümseyebilir, ezebilir, yok edebilir. Üretimi okumak, dinlemek, görmek istemeyenler de bunları satın almamakta özgürler. Evet, maalesef “satın almamakta”, çünkü sanat da çoktan banknotlara dönüştü. Birkaç hayalcinin ruhlarında sömürmeyen, yaratan, fütursuz ve doğurgan, sönük ışığı uzaktaki bir deniz feneri gibi, hayal meyal yanıyor.

Zeynep Oğuz