kitapkapakHani bazı şarkıları ilk kez duyduğunuzda “bu şarkı hep varmış gibi gelir, ama aslında yenidir, ne eksik, ne fazla tam olması gerektiği gibidir…” İşte Aycan Aşkım Saroğlu’nun ilk öykü kitabı “Tutkunun Kum Saati” de böyle bir kitap. “Tutkunun Kum Saati” ezoterik, erotik, akıcı, keyifli, bilgilendirici, düşündürücü, göz yaşartıcı, yürek hoplatıcı, sürükleyici, ilham verici ve hepsinden öte gizemli üç anlatıdan oluşuyor

Gizemli bir Şaman kaptanın rehberliği ile bir ada ritüelinde, hayat amaçlarını keşfeden otuzlu yaşlarında, üç kadın… Tekinsiz bir Temmuz dolunayında, üç gencin sır ölümünü araştırmak için gittiği ücra bir tatil yerinde, tarihte adından söz edilmeyen bir kavim, Kanada’dan oralara gelmiş, İstanbullu bir Rum restorancı, üç kişilik tutkulu bir aşk hikayesi ve paralel evrene açılan bir kapı bulan huzursuz bir gazeteci… Kendisini terk eden aşkından intikam almak için, Parapsikoloji Enstitüsü’nün Türkiye sorumlusu, Cabbar Selam’a nam-ı diğer “kötülükçü”ye başvurup kendi kaderinin de ağlarını ören bir Akrep kadını…

Gazeteciliği kadar, görüntüsüne de akseden çarpıcı kişiliği ile dünyada varoluşuna sevindiğimiz isimlerden Aycan Aşkım Saroğlu, nihayet birikimlerini ilk kitabıyla paylaşmaya başladı. Ezoterizm, astroloji, Uzakdoğu, öğretileri gibi konularında her daim bilgi ve görgüsüne başvurmaktan keyif aldığımız Aycan, artık güçlü nefesini daha büyük kitlelerle paylaşmaya hazırlanıyor.

Edebiyattan kadim öğretilere göndermelerde bulunan “Tutkunun Kum Saati”nde geçen adlardan söz edersek kitabın evreni ile okuyucu adayını biraz daha tanıştırmış olabiliriz: Edgar Allen Poe, Neil Gaiman, Clarissa Pinkola Estes, “Thomas” İncili, Saktisangama Tantra, Leonard Cohen, Souad Massi, Manu Chao…

Ne var ki “Tutkunun Kum Saati”ni tanımlamaya yeterli değil bu bibliografya. Kitap, kendi içinde müthiş bir sinerji oluşturan üç anlatıdan meydana geliyor. Tasavvuftaki gibi “üç, bir’e dönüyor”. Saroğlu’nun yılların yaşam deneyimlerini, biriktirdiği ezoterik bilgilerini spiritüel bir duyarlıktan damıtarak keskin ve akıcı kaleminden aktardığı “Tutkunun Kum Saati”ni on kavramda biz şöyle tanımlayabiliriz belki; Ezoterik, erotik, akıcı, keyifli, bilgilendirici, düşündürücü, göz yaşartıcı, yürek hoplatıcı, sürükleyici, ilham verici…

“Deniz her şeyin başlangıcıydı ve birçok şeyin de sonu oldu. Başlangıcın ve sonun aynı noktada buluştuğunu ise ancak sonradan anlayacaktık.” gibi cümlelerin ışıldadığı “Tutkunun Kum Saati”ni, mutsuz son ile anlatısını bitirmeye gönlü elvermeyip alternatif mutlu sonu da ekleyiverecek kadar duyarlı ve cesur yaratıcısından dinleyelim bir de…

Sevgili Aycan, kaç yıllık bir projenin eseri bu kitap? 

aycan12Nereden başlasam ve nasıl anlatsam… Bodrum Bodrum desem içinde gerçekten Bodrum da var… Çok eskiye gidersem, ilkokuldan beri hep yazmak isterim. Ve ilginçtir ki 9 yaşımdayken Bermuda Şeytan Üçgeni üzerine bir hikaye yazmıştım…Demek o zamandan beri varmış bu tür konulara ilgim. Gelgelelim, bu kitabın orijini oniki sene öncesine dayanıyor… 1998 yazıydı. Hayatımda ilk kez, hiç gitmediğim çok farklı bir yere (kesinlikle Bodrum değil) tatile gittim, çok yakın bir arkadaşımla. Çok enteresan ve gizemli bir yerdi, enerji yüklü. İşte o tatilde, şimdi bu kitapta bahsettiğim, gizemli kahramanları andıran baştan aşağı esrarengiz bir yabancı ile tanıştım. Ruhsal öğretilerle ilgilenen, yarı kızılderili, dünyayı dolaşmış, Hindistan’da yıllarca kalmış, gerçekte Akrep, Çin astrolojisinde yılan burcu, bir gezgindi… Sanıyorum o bir şamandı… Tanışmamız da ilginç oldu ya her neyse, bir süre sonra arkadaş olduk ve derin sohbetler etmeye başladık. Onunla, hayat, evren, iyilik, kötülük ve enerji gibi konularda konuşuyorduk. Enerji sözcüğünün şimdi kullandığımız anlamda kullanılışını ilk kez ondan duydum, zira o yıllarda henüz çok az insan enerji kelimesini bu anlamda kullanıyordu. Gördüğüm en siyah ve bilge gözlere sahip, bu şaman birkaç dakikada bütün hayatımı özetledi bir konuşmamızda ve bundan böyle, hayat yolumun farklı yönlere akacağını söyledi. O zamana kadar, daima gizemli şeylere ilgi duymuş, ama bütün bunları hayatımın içinde değil, dışında bir fantazya olarak algılamıştım. Bir tür süs gibi, gerçek hayatla ilişkisi olmayan ama hoşlandığım, fantazi konular gibi. Oysa onun için enerji de ruhsallık da gizem de hayatın içinde bir fantazi değil, bizzat hayatın kendisiydi. Tatil boyunca en yakın arkadaşım ve bu gizemli şamanla mesafeli ama özel bir dostluk kurduk. Zaten onunla belli bir mesafeyi aşmak da imkansızdı. Hayattan, ölümden, ruhtan, iyilik ve kötülükten bahsettik. Yakın değildik ama sanki çok eskiden beri tanışıyorduk ve tanıştığımızı o biliyordu. Ayrı pansiyonlarda kaldığımız için tüm gün vakit geçiriyor, akşama kendi pansiyonlarımıza dönüyorduk. Ancak bir sabah, her zamanki gibi kahvaltı için onun pansiyonuna gittiğimizde onun aniden ortadan kaybolduğunu öğrendik. Oysa daha dün, orada birkaç gün daha kalacağını ve ardından Yunanistan’a gideceğini anlatmıştı bize. Pansiyon sahibi, gizemli yabancının o sabah erkenden, motosikletine atlayıp gittiğini söyledi.

Bir daha görmediniz yani onu?

Gördük… İçimde, daha doğrusu arkadaşımın ve benim içimde bir his, onun Bodrum’a gittiğini söylüyordu. Çünkü bir gece önce, Bodrum ve özellikle de Gümüşlük üzerine konuşmuş, onun Gümüşlük’e ilgisini gözlerinden okumuştuk. Bodrum’a gitmeye karar verdik. Aynı gün plaja giderken tarot bakan genç bir kadına rastladık. Genç kadın, kendiliğinden bana bir açılım yapmak istedi. Tarot niyeti olarak içimden, bu insanla neden karşılaştığımızı öğrenmeyi tuttum. Tarotçu kız açılımında bana, hayatımın değişeceğini, bu insanın bütün hayatımda eskiyi yıkıp yeniyi inşa etmek için geldiğini, bir gün bu insanın memleketine gideceğimi söyledi. Yeni bir yola girecektim. Bu arada Bodrum’a gittik, sokak sokak gezinir ve onu ararken, barlardan birinin önünde arkadaşım aniden durdu ve ‘onun tam buralarda olduğunu hissediyorum’ dedi, arkadaşım ona bakmak için bara girdi, bense kapıda bekliyordum. Bir yandan bütün bunların saçma olduğunu düşünüyor bir yandan da arkadaşımla aynı hisleri paylaşıyordum ki birden onu gördüm… Gizemli gülüşüyle yanımıza yaklaştı. Sanki hepimiz orada buluşacağımızı biliyorduk. Bir süre yürüdükten sonra ‘yemek yiyelim mi?’ diye sordu. Ne desek beğenirsin, ‘biz yemek yedik, istiyorsan yemekten sonra buluşalım…’ Gizemli gözleriyle ‘tamam’ dedi ve ilerledi. İki saat sonra Hadigari’nin önünde buluşmaya söz verdik. Ama içimden bir ses onu bir daha göremeyeceğimi söylüyordu. Gerçekten de öyle oldu. Kayboldu, hiçbir iz bırakmadan… Ondan sonra hakikaten o genç tarotçunun dediği gibi oldu, enerji ile, ruhsallıkla, bütün disiplinlerle daha da çok ilgilendim… Hayatıma bu türden insanlar kitaplar olaylar akın etmeye başladı. Giderek tamamen yolum değişti, yavaş yavaş başka biri ortaya çıkmaya başladı. Tabii bu arada, bu gizemli yabancı ile ilgili bir kitap yazma fikri de içime doğdu… İlham almıştım onun varlığından, kayboluşundan, tarottan ve sonra öğrendiklerimden. Epey uzun yazdım yazdım ama sonra beğenmedim, hepsini yok ettim. Bir kaç sene geçti, 2004’te yeniden yazmaya karar verdim. Bir şeyler karalamaya başladım… İşte bu kitapta o gizemli yabancıdan çok izler var… Gizemli yabancılar ve esrarengiz kayboluşlar hep ilgimi çekti ondan sonra. Gerçekten de o kişi bizim hayatımıza bir şey öğretmek için gelmişti. Görevi beni bir yola sokmaktı ve bunu da başarmıştı.

Muhteşem bir “kader ağı”!. Bodrum ve Gümüşlük kısımları bilhassa ilgimi çekti… Önce bir roman olarak düşünülürken, kaderin cilvesiyle bir novella ve iki öyküden oluşan, sanırım dünyada bu bileşkenin ilk örneği olan bir kitap oldu “Tutkunun Kum Saati” değil mi?

Evet öyle oldu. Aslında burada iki kişiyi daha anmam gerekiyor. Bunlardan biri, sevgili Sibel Kilimci diğeri de Murat Gülsoy. Aynı yıl 2004’te, ben o zamanlar Aktüel dergisinde çalışıyordum, işimde büyük bir problem çıktı. İşten ayrılacak duruma gelmiştim ve ciddi travmatik bir süreç geçiriyordum. O zaman, Cosmopolitan dergisinde editör olarak, çalışan sevgili Sibel Kilimci, dergi için ‘Gergin Öyküler’ temasında bir öykü seçkisi hazırlayacağını, benim de bu seçkiye bir öykü yazıp yazmak istemediğimi sordu. Aslında sevgili Sibel biraz da o günlerdeki üzüntümü hafifletmek istiyordu. ‘Tamam’ dedim, oysa o güne kadar hep çalışmış, yazmış ama hiçbir şeyi tam olarak bitirememiştim. O travmatik dönemecimin de etkisiyle, oturdum, ‘Uyuyan Güzel’ adlı bir öykü kaleme aldım. Genç, başarılı ve ünlü bir film yönetmeniyle nişanlı balerin Çağlayan’nın hikayesiydi bu. Doktorlar, aniden komaya giren kardeşinin hastalığına bir çare bulamayınca, Çağlayan sorularına yanıt almak için kardeşinin durumunu öğrenmek için, çareyi bir arkadaşının tavsiyesi üzerine, sosyetenin ürkütücü falcısı Madam K’ya gitmekte arar. Madam K, ilginç bir kadındır, genç kadına ‘yazgı oburluğu sevmez, sadece ihtiyacın olan soruyu sor’ diye uyarır ama Çağlayan, sadece kardeşinin durumunu sormakla yetinemez, başka sorular da sorar ve ama duydukları hiç hoşuna gitmeyecektir… Her neyse, o kitap seçkisinde, bu öykü yayınlandı. Ben de işten atıldım ve Bodrum’a tatile gittim. Bir ay sonra döndüğümde, bir baktım ki öyküm bir radyonun gece yarısı kuşağında ‘kabus öyküleri’ bölümünde yayınlanmış. Bu olay bana büyük bir gaz verdi diyelim ve baktım ki bu türde, yani mistik gerilim türünde çok rahat ediyorum. Gizem ve gerilim ikisi de sevdiğim şeyler. Türe, kararımı verdikten sonra, hem Tango Charlie üzerine çalıştım hem de Murat Gülsoy’un öykü atölyesine gitmeye karar verdim. Amacım bir şey bitirememe sorunumu yenmekti. Murat Gülsoy’un atölyesi içimdeki potansiyeli daha da harekete geçirdi ve arka arkaya yedi öykü yazdım. Öykülerin hepsi tematikti, hepsi gizem, kötülük, bedel, kader üzerineydi. Gece rüyalarımda öykü konuları gelmeye başlamıştı. Bilmediğim yanlarımı keşfediyordum. Sonunda ilk kitabımı yedi tematik öyküden oluşturmaya karar verdim. Tam iki buçuk yıl önce, yedi öykümü bitirdim. Bu arada deli gibi gazetede çalışıyorum, haftada dört yazı teslim ettiğim oluyor, röportajlar yaptığım hummalı bir dönemdeyim. Bir de köşe yazıyorum. O kadar yoruluyordum ki anlatamam, beynim süngere dönmüştü. Sol gözüm bile zayıfladı. Öyküleri bitirdim ama ondan sonra tam bir zorlu bir süreç başladı. Aslında kabus da diyebilirim, hakikaten o süreçte çok üzüldüm.

Yayınlanma sürecini mi kast ediyorsun?

aycanmedya3Tabii. Bunu kesinlikle genç yazarlar, ilk kitabını yazan insanlar için söylüyorum… Size kesinlikle “Gül bahçesi vaad edilmiyor”… Kitabı yayınlatma süreci tam bir azap, bir işkence oldu. Öykülerime güveniyordum, tarzlarının farklı olduğunu, okurun ilgisini çekececeğini düşünüyordum. Gel gör ki, yayıncılar pek fazla öykü basmak istemiyorlar. Bir başka neden de tanınmamış bir yazar olmam. Tam ‘duvara karşı’ bir durum. Bu kadar yıllık gazeteciyim, az çok bu sektörün içindeyim, basında belli bir tanınmışlığım var, buna rağmen tüm kapılar kapalı. Birçok yayınevine gönderdim, okumadılar, beklettiler ve çoğundan olumsuz yanıt aldım… Yalnızca çok önemli iki yayınevinin editörleri, her ikisi de kitabı çok beğendiklerini söylediler, hatta bir tanesiyle kapağı dahi konuştuk. Fakat 2009’un ortalarına gelmiştik bile bu arada, kriz zamanı, o da son anda olmadı. Artık ciddi anlamda bir moral bozukluğu içindeydim. Çöktüm, vazgeçmek üzereyim. İşin ilginç yanı, kitabı herkes beğeniyor, ilginç buluyordu ama basmaya gelince tık yoktu. Tam o sıralarda ‘Kayıp Gül’ adlı best seller kitabın yazarı Serdar Özkan’la bir röportaj yapmıştım, ona derdimi anlattım. Benzeri bir olay onun da başına gelmişti. Özkan’ın bana söyledikleri ciddi bir moral oldu ve bir kez daha ayağa kalkmamı sağladı. Serdar Özkan dedi ki bana: “ Eğer bu kadar çok red edildiyseniz, bu kitabınızın çok iyi olduğu anlamına geliyor.” Gerçekten sarılıp öpecektim Serdar Özkan’ı. Yine sevgili arkadaşım Gülenay Börekçi de aynı tarihlerde, bana Stephen King’in ilk kitabını yayınlatana kadar 18 yayınevinden red cevabı aldığını söyledi. Bunlar tabi bir hayli moral verdi bana… Bir de tam o sırada, hayatıma, menajerim, arkadaşım, aynı zamanda kitap ve medya dünyasını avucunda tutan sevgili Sayım Çınar yetişti. Sayım sayesinde kitabım Goa Yayınları’na gitti, bence tam olması gereken yere.
Nihayet, Goa Yayınları’nda tam öykülerim basılacaktı ki, mart ayında editörüm Güneş Penso aradı ve kitabın bir hayli kısa kaldığını, bu şekilde basılmasının zor olduğunu söyledi. Haydi bir engel daha çıktı mı sana, en az 50-60 sayfa daha uzun olması gerekiyormuş bir kitap olabilmesi için. O zaman yazıp bitirdiğim ama üstünden geçmek için oyalandıkça oyalandığım Tango Charlie adlı çalışmam geldi aklıma. Kısmet buymuş deyip, Tango Charlie’yi kısaltıp yollamaya karar verdim. Böylelike Tango Charlie novella oldu. Fakat bu sefer de bütün öyküler uzun geldiği için bazı öykülerden feragat etmemi istediler, ben de en güvendiğim iki öykümü seçtim, onlar da ‘Kötülükçü’ ile ‘Ignasio Vladimir Anastasov’du. Diğer öyküleri çıkardım. Ve sana bir sır söyleyeyim mi, aslında bir kitap hazırlığına giriştiğimden beri, Allah’a hep şöyle yalvarmış ve şöyle bir niyet koymuştum. “Allah’ım kitabım en hayırlı ve en güzel şekilde basıldığı için şükürler olsun.” O yüzden hiçbir şey benim planladığım gibi değil, olması gerektiği gibi oldu.
Yani demem odur ki genç yazarlar vazgeçmeyin, kapıları çalın, biri açılmazsa bir başkasını deneyin… Sonunda açılması gereken açılacaktır ama oraya varmak için yine de başka kapılardan geçmeniz gerekir.

Bir de sen, astroloji ile ilgilendiğin için hep kitabının tarihlerine dikkat ettin değil mi?

Pelin’cim, asıl orası tam komedi. Ben her aşamada astrolojik göstergelere göre davranmaya çalıştım… Aman ay büyürken olsun, herhangi bir gezegen geri gitmesin falan. Sonuçta, kitap benim planladığım gibi olmayıp, kendi seyrinde gidince, Merkür geri giderken doğdu, ki bu yayıncılık alanında pek de hoş bir durum değil. Yani o kadar kastım ama her şey sen istediğinde ve istediğin zaman değil, olması gereken zamanda, olması gerektiği gibi oluyor. Bu durumda kitabım Merkür geri giderken çıktı. Ama zaten ben de Merkür retrosunda doğmuşum… Bir teselli olarak da Disneyland’ın ve Microsoft’un da retro Merkür’de kurulduğunu söyleyebilirim…

İlk röportajını da retro Merkür’de vermek nasip oldu bakJ Kitabın ismini nasıl verdin? Kum saati imgesinin sendeki karşılığı nedir?

Tutkunun Kum Saati ismi tamamen Sayım Çınar’a aittir. Kitaba güzel bir isim arıyordum, hem kitabın ruhunu anlatan hem kolay akılda kalan, çabuk benimsenebilecek bir isim olmalıydı. Ama bir türlü bulamadım, Sayım kitabı okumuştu. Kitabın tutkuyu işlediğini, zaman kavramının da farklı bir şekilde kitapta yer tuttuğunu, hayatın geçicliğine, kaderin döngülerine, tutkunun hesaplaşmasına vurgu yaptığımı, bunu da en iyi kum saatinin anlatabileceğini söyledi. Haklıydı, duyar duymaz ‘budur’ dedim. Ruhunu anlamış ve ismi cuk diye oturtmuştu.

Bizce de ifadesi güçlü bir isim bu…Yazma tarzın nasıldır? Haftalarca bir cümlenin üstünde duranlardan mısın yoksa ani bir ilhamla su gibi dökülenlerden mi? Bir de yazarken nasıl bir yöntem izlersin, notlar alarak ve araştırarak mı yoksa çalakalem mi?

Notlar alıyorum ama öyle düzenli değil. Bazen birinin anlattığı bir hikayedeki bir insanın ilginç bir huyunu, bazen bir kitapta okuduğum bir cümleyi, bazen ilginç bir insanın adını, bazen de kendi kendine gelen bir fikri ve düşünceyi… Ama bunlar öyle ince ince alınmış notlar değil. Öyle olmasını isterdim ama o kadar düzenli biri değilim. Haftalarca bir cümle üzerinde durmak hiç bana göre değil. İkizler yükselen bir Yay burcu olarak yazarken dökülürüm ama sonra Plutonik ve Satürnyen taraflarım ağır basar ve ince ince işlerim, yine su grubu burçlardan aldığım etkilerle duygulara önem veririm… En sonunda da yine ayrıntılardan sıkılan bir Yay olarak bunalırım. Yani bu anlamda imla hataları olabilir, bitmiş bitmiştir benim için. Benim için kurgu çok önemli. En çok kurgu üzerinde çalıştım ve bu nedenle daha edebi olabilecekken yeterince edebi olmadım, yoksa çok daha edebi yazmak isterdim. Ama benim için senaryo gibi yazmak bu yüzden de kurgusu çok önemli. Esas olarak hikaye dinlemeyi sevenlerdenim, dolayısıyla kendi yazdığım şeyin de bir hikaye olması gerekiyordu, o zaman hikaye anlatmak benim için cümlelerden daha önemliydi. Ama bir sonraki kitabımda inşallah cümleler üzerinde de daha çok çalışmak istiyorum.

Astroloji ve karmik yasalar gibi konulara ilgili ve bu konularda bilgi sahibi olduğunu biliyorum. Sence “yazmak” senin karmanda nasıl bir yerde duruyor?
Zor bir soru, ama çok hoşuma gitti. Beni şaşırttın bu soruyla, bunu hiç düşünmemiştim. Şimdi düşünüyorum o yüzden. Gazetecilikle ilgili karmik bağımı çözmüştüm ama çocukluğumdan beri hep istediğim şey olmasına rağmen, bir kitap yazabilme hayalini kurmaya bile aslında kendime tam izin vermediğimi görüyorum şu vakit. O kadar imkansız görmüşüm bir anlamda her şeyi, ne zamanki olabileceğine inandım, o zaman oldu zaten.

Yükselen İkizler burcuyum ya, ikizlerin yönetici gezegeni Merkür’dür. Merkür ileteşim gezegenidir ve görevi iletişim, yani mesajcılıktır. Farklı dünyalar arasında mesajları iletir durur. Ben de gazeteci olarak görevimin, önceki karmamda topladığım kadim bilgileri şimdi gazete diline, yani günlük dile çevirmek olduğunu, bunları iletmek olduğunu düşünmüştüm. Yani bir sürü ruhsal öğretiyle hem haşır neşir olup hem bunları insanlarla paylaşmak için aracı olma görevindeydim. Yani bilgiyi toplayan ve iletendim… Belki şimdi bir üst aşamaya geçmeme izin verildi, bilgiyi topladıktan sonra yorumlalama ve o şekilde iletmeme. Belki kullandığım dil, seçtiğim tür insanlara yakın gelecek ve belki bir takım bilgilere merak bu yumuşak, biraz masalsı türden uyanacak (tır)… Bilemiyorum, Allah’tan hayırlısını diliyorum.

Kadın dünyası üzerine cesur ve sarsıcı saptamaların kadar erkek dünyasını çözümlemede de etkileyici bir başarın var. “Kötülükçü”de kadın kahramanına “Hiç arzulamadığı biri tarafından bile böyle sınırsız, koşulsuz sevilmek güven verir her kadına” dedirtirken “Tango Charlie” öyküsünde gazeteci Harun Tez’in hem medya ortamında olma, hem de bu ülkede hatta bu dünyada erkek olma hallerinin muhteşem bir çözümlemesini görüyoruz. Dişil ve eril yanların mı çok dengede yoksa kadın ve erkekler üzerinde çok iyi bir gözlemci misin?

aycan35Bu da şaşırtmacalı bir soru… Burayı çalışmamıştım… Aslında çok kadınsı yanlarım olduğu kadar çok erkeksi yanlarım da var. Mesela futbol severim, politikaya ilgi duyarım, hiç hoşlanmıyorum bu huyumdan ama rekabetçiyimdir…Fanatik ve kavgacı yanlarım vardır. Harun Tez karakteri, yıllardır erkek arkadaşlarla çalışmanın, maçlar sayesinde onların erkek muhabetlerine ortak olma lüksünün, erkek yazar okumanın ve biraz da hayal gücümün ürünü. Bir kadın olarak kendimi, Clarissa Pinkola Estes’in ‘Kurtlarla Koşan Kadınlar’ında anlatılan vahşi kadın arketipine yakın görüyorum… Yani bağımsız, sanatla uğraşan, ruhunu beslemek için efsanelere, fallara, sanata, hikayelere sığınan, kadınlığıyla gurur duyan ama kendini ezdirmeyen, derin inmeyi seven, doğadan kopmamış, nehrin altındaki nehre ulaşmak isteyen kadın tipi… Kadınlar sık sık güven tazelemek için Kötülükçü’de İffet’in yaptığını yaparlar, hiç sevmeseler bile onları koşulsuz seven birini yanlarında tutarlar, bunu bazen erkekler de yapar. Bu insanlar onların koltuk değneğidir, koltuk değneklerinin duygularını pek önemsemezler. Bazen koltuk değneği görevini yapanlar bunu bilirler ama bu durumdan şikayetçi olmazlar, hoşnutturlar, hatta bu onlara yeter. Ama bazen çok mutsuz olabilirler. Bir koltuk değneği aramak, her kadının az çok sıkıştığında başvurduğu bence hiç de masum olmayan, zalim bir oyundur. John Osborne ‘bir insana selam vermek bile sorumluluk işidir’ der. Ona katılıyorum, her yaptığımızdan sorumluyuz. Uyandırdığımız duygulardan da. Bir miktar oyun elbette her zaman hayatın içinde vardır, bir miktar adaletsizlik de yapılabilir belki, bu çok da vahim bir kusur da sayılmaz, ne zamanki aslında sizin oyununuz karşınızdakinin hayati bir durumu haline gelir o zaman durmalısınız. Çünkü oyunla zalimlik arasında bir çizgi vardır. Tenesse Williams, Arzu Tramvayı’da unutulmaz karakteri Blanche’a şu mıhlayıcı cümleyi söyletir: ‘Belki kötülük yaptım ama kimseye bile bile zalimlik yapmadım.’ İş bile bile zalimlik yapmaya gelince değişiyor. Bu acı bir şey, bedeli de var, her zaman bedel bu hikayedeki gibi bir boyutta olmayabilir ama var ve kesinlikle ödeniyor. Herkes de olduğu gibi benim içimde de kötü, zalim, hain yanlar var ama seçimlerimde bunlardan arınmaya çalışıyorum. Başarıyor muyum, umarım başarıyorumdur, Allah bilir.

Vaktiyle ancak belli kesimlerle paylaşılan kimi kadim bilgilere öykülerinde adıyla sanıyla, adresiyle yer verdiğini görüyoruz. Bunları buradan açık etmeyerek keşif keyfini okuyucuya bırakalım da sence bu bilgilerin paylaşılma vakti mi geldi? Yoksa bu senin paylaşmayı seven bir yanından mı kaynaklanıyor?

Bence geldi. Yeni bir çağ başladı artık. Bunu herkes görüyor… İnsanın insanlaşma sürecine yeni bir ivme geldi. Tekamül hızlanıyor, bireyden kitleye yayılıyor hızlı evrim. Aşk boyut değiştiriyor. 90’ların dünyası bile çok eski artık. Yeni çocuklar yeni dünyalar inşa edecek, umarım da öyle olur, buna inanıyorum, en azından daha kitlesel boyutta insanların farkındalıklar yaşadığını görüyorum. Herkes ışığın bir yerinden aydınlanıyor. Kimi spritüellikle, kimi astrolojiyle, kimi reikiyle, kimi dinle, kimi tasavvufla, kimi sadece kalbiyle başka bir şeyle. Kendi adıma ben, daha tasavvufi yollara doğru yelken açmaya niyetliyim ama henüz başındayım her şeyin… Öte yandan ben bu kitabı sadece bilgi vermek için değil, eğlenceli, fantastik bir dünya kurmak için de yazdım. Belki çok bilindik öğeleri olan ama kendimin de bir şeyler kattığı yeni bir dünya kurguladım. Çok da eğlenceliydi, olmayan bir kavim uydurmak, onlara Darendau, Marjik, Meysunas gibi isimler bulmak. Kötülükçü öyküm ise felsefi bir amaç taşıyordu. Yaptığın şeyin sorumluluğunu al gibi bir amacı vardı. Ama her şeyden önce insan duygularıyla oynamanın bir bedeli olduğunu anlatmak istedim. Aslında suç denilen şey orada başlıyor çünkü. Duygularda. Duygulardan bilinçaltına indiğinde, bir gün yukarıya kimbilir hangi cehennemi sürecin bir cezalandırması olarak çıkıyor. Evet bir bedeli olmalı, aslında düşüncenin de yaşanan ve yaşatılan duygunun da. Oysa bu kanunlarda yazmaz, ama insan ruhu böyle incinir, ilk böyle zedelenir. Bunu anlatmak istedim. Kozmik Denizler Kaptanında anlatılan şamanik öykü de bizzat deneyimlediğim bir şeydi… Orada da aslında içe doğru bir yolculuk, bir hesaplaşma, bir yüzleşme vardı.

En az kitabın kendisi kadar keyifli dolu dolu bir söyleşiydi Aycan’cığım… Peki “Tutkunun Kum Saati”ni nasıl çalışmalar izleyecek?

Kafamda adı ve aşağı yukarı konusu belli bir roman daha var şimdilik… Ama ne karakterleri ne de olayları belli. Bu kez daha ince bir çalışma yapmayı umuyorum, o yüzden ne zaman başlar ne zaman bitiririm bilmiyorum, ama yazmayı umuyorum. Hayat ne gösterirse hayırlısını göstersin…