Uzun zamandır röportaj yapıyorum; soruları önden görmek isteyenlerle karşılaştım, yüz yüze sohbeti tercih edenleri gördüm, sorulardan ekleme çıkarma yapanları gördüm ama lütfen soru hazırlama diyene ilk kez rastladım. Neden böyle bir talebin oldu? Bunu istemekteki hedefin tam olarak ne?
Her şey akışta güzel değil mi? O anda ne doğuyorsa. Benim süreçlerim hep böyle oldu, o anda neyse o’dur. Bir hedef soruyorsan, birbirimizin ruhuna dokunan bir muhabbet olsun yeterli. Zaten biz birbirimize dokunduğumuzda, bu muhabbeti okuyan her cana da dokunmuş oluruz.

Bu akışta olma kavramını biraz açalım mı? Bazen benim kafam çok karışıyor, akışta olunca her işe aktarmamız gereken disiplin ya da çabayı esirgiyoruz gibi hissediyorum. Akışta olmak tam olarak senin kafanda ne demek? Ben içtenlikten kopmamak olarak değerlendirip disiplinden de vazgeçemeyenlerdenim. Yoksa akışta değil miyim?
Samimiyet demek. Anın ruhunu yakalamak demek. Özden öze iletişim demek. Rüzgâr varsa yelken açmak, yoksa küreklere sarılmak demek. Asla yan gelip yatmak değil. Bilakis o an neyin, nasıl yapılması gerektiğini içten gelen bir itkiyle bilip, yapmak demek. Şimdi seninle bu muhabbeti yapıyoruz. Amacı neydi, yeni çıkan kitabım üzerine konuşmak. Ama şu anda bu vesile. Bu anın ruhunda dile gelmesi gereken akışta kalmanın dillenmesi, ifadesi. Belki bu muhabbetimizde kitaptan bile bahsetmeyeceğiz. Ama dillenmesi gereken neyse o dile gelecek ve ruhlara dokunacak. İşte akışta olmak bu hâle razı olmaktır. Eftalya ile Hasan’ın muhabbetinden şu anda ne doğacaksa, buna razı olmaktır ve ben buna razıyım.

İnsanın kendini keşfetmesinin reel anlamda kişide ne gibi farklılıklara yol açtığını düşünüyorsun? Kendini keşfetmiş bir kişi neyi çözmüş oluyor? Nasıl bir süreç o?

İçinde sürekli bir boşluk hâli, bir türlü ulaşamama, bir türlü tatmin olamama hâli var mı? Önüne konulmuş tüm hedeflere ulaşmana rağmen, kendi kendine “eee bu kadar mıydı?” diye soruyor musun? Her şeyim var ama niye mutsuzum diye kendine sorup, bir türlü çözüme ulaşamıyor musun? İşte arzuladığın tek şey bu: Kendini keşfetmek. Yani kendine kavuşmak. Kendinle kucaklaşmak. İçindeki o Öz’e erişmek. O Öz’ü iliklerinde, DNA’nda hissetmek. Bunun tadına bir kere vardın mı? Bir yudum da olsa o hakikatten yudumladın mı? İşte o zaman reel olarak algıladığın her şey anlamsız hâle geliyor. Hep arzuladığının ne olduğunu hatırlıyorsun. Tüm realiten dönüşüyor. Her şey ama her şey bambaşka oluyor. Evet, yine dünyadasın. Yine yaşıyorsun. Yine emek veriyorsun. Ama bambaşka bir bilinçle. Ve o bilinçle her günün ayrı bir festivale dönüşüyor. Her günün ayrı bir şükürle doluyor. Şükretmenin gerçek manasına varabiliyorsun. Dilinde olanın, yalnızca bildiğinin, deneyime dönüşmesine şahit oluyorsun. Bu muazzam bir deneyim.

Daha ziyade kadınların ilgi alanına giren spiritüel konulara bir erkek olarak seni çeken şey nasıl bir itki Hasan?

Kadın ve erkek fiziksel forma ait özellikler. Dişil ve eril ruha ait. Hangi formda olursak olalım, ister kadın, ister erkek; enerjinin dişil ve eril yönlerinden oluşuyoruz hepimiz. Kadın formunda olabilirsiniz ama eril enerjiniz daha aktiftir, dişi değilsinizdir. Ya da tam tersi erkek formundasınızdır ama enerjiniz çok dişildir. Bunların hepsi mümkündür. Ben erkek formundayım, ama ruhumun bir cinsiyeti yok. Fakat elbette beni ruhsal konulara çeken dişil enerjidir. Daha doğrusu ruhsal konularda derinleşme arzusu dişilden gelir. Eril ise enerjiye yön verendir. Ruhsal yolculukta her ikisi de dengeli işlemelidir ki derinlere daldıkça yönümüzü bulabilelim. Beni de en başından beri bu alana davet eden ruhumdu zaten. Keşif arzumdu. Varoluşumu keşfetmekti.

Sence aklımızın içindeki sorular kaynağını nereden alıyor?

Varoluşumuzdan… İlahi sistem böyle işliyor. Sen soru soruyorsun ve o seni yanıtlıyor. Sorulara gelen yanıtlar seni genişletiyor. Böylece deneyim alanı genişliyor, büyüyor ve evriliyor. Sen soruyu sorduğunda hareket başlıyor. Fakat burada bir sır var. Soruyu sorduğumuzda yanıtı vermeye kalkarız hemen. Buna alışmışız ve hatta bu bizim kibrimiz. Yanıtları en iyi kendimizin bildiğini zannediyoruz, sonsuz bir âlemde. Esasında tüm yanıtlar var içimizde, bunun bilgisi var bizde. Fakat çuvalladığımız bir yer var ki o da bize enjekte edilmiş, ezberletilmiş, birilerinin çıkarlarına hizmet eden yanıtları fazlasıyla sahipleniyor ve o yanıtlara otomatik olarak sarılıyoruz olmamız. Halbuki içimizdeki yanıtlar böyle değil… O yanıtlar ruhtan çağlar ve sorduğumuz soruya ruhumuz yanıt verdiğinde içimizde bir tatmin hissi belirir. Kalbimiz rahatlar. Savunmak durumunda bile kalmayız o yanıtı, çünkü o öyle bir sakinlikte, dinginlikte, nötrlüktedir ki ona saldıran da olmaz. En fazla karşındakinin yanıtı farklıdır, ona uymuyordur bu yanıt. Fakat ruhun kokusunu aldığı için bu bana uymadı der ve yanınızdan ayrılır. O kadar…

Hazır sen değinmişken bunu da sorayım, benim klasik sorumdur, kibir nediri bir de senden dinleyeyim. Sence kibir ne?

İlahi olanda olan büyüklüğü kendi kişisel benliğine hapsetmek. Zannedersin ki büyüklük yalnızca sana ait. Sana özel. Hatta sen olduğun için bu âlem var, sen yoksan yok. Dört yaşındaki bir çocuğun annesine yaptığı huysuzluk gibidir bu hâl. Çocuğun tüm dünyası annesidir ve o annenin canına okur. Fakat bilinç olgunlaştıkça fark eder ki büyüklük o bütünde, muhteşemlik o bütünde, güzellik o bütünde. Ve sen o bütünün parçasısın. Sen olmasan da bu âlemler var olacak, bu gezegenler dönecek. Bu güneş doğacak, bu sular akacak… Ama seninle bir başka güzel. Varlığın ayrı güzel, yokluğun ayrı… O zaman varken varlığımın tadını çıkarayım, yokken yokluğumun…

İnsanın hakiki doğasının altında sen ne görüyorsun?
Yaradan’ı görüyorum. Sonsuzluğu, eşsizliği, özgünlüğü, birliği ve bütünlüğü görüyorum. Aşkı görüyorum…

Peki teslimiyet bilincinden sen ne anlıyorsun? Nasıl bir şey sence teslim olmak?
Kendini daha büyük, daha yüce, daha ulu, daha kutlu olana açmak… Altında bir kano var ve tutturmuşsun illa ben nehrin tersine yüzeceğim diye. Eğer inci kefali değilsen, bunu yapmana gerek yok. Mis gibi ak nehirle, elinde küreğin var, gerektiğinde yönünü ver. Çok hareketli yerlerde dengeni sağla. Ama bırak nehir seni götürsün. Sen nehrin efendisi değilsin, nehrin içinde akışkan bir parçasın. Bu hakikati kabul edip, bu hakikatle uyum içinde hareket ettiğinde, o zaman yolculuk bambaşka oluyor. Fakat bizler severiz direnmeyi. Büyüdüğümüzü belki de böyle gösterebileceğimizi zannediyoruz. Ve de illa ben yapacağım, illaki… O zaman sistem der ki buyur yap, biz seni izleyelim. O kadar sever seni… Sonra bir yer gelir ki, bakarsın bir türlü ileri gidemiyorsun. Her şey tersine dönmüş. Artık adım atacak hâlin kalmamış. İşte o zaman bırakırsın mecburen… Anlarsın ki kendini fazlasıyla yormuşsun. Halbuki teslimiyetle birlikte birliktelik enerjisi de gelir. Yollar açılır. Olması gereken neyse o olur, olmaması gereken de olmaz.

“DerKi” diye aktüel ve spiritüel konuları ele aldığın bir internet siten var, oradaki yazılarının birisinde “kutsal izdivaç” diye bir ilişki formundan bahsetmişsin. Bundan biraz da burada laf açalım mı? Nedir kutsal izdivaç?

Eril ve dişilden bahsettik ya az önce… Erilin ve dişilin, kendi ilahilikleri içinde birbirleriyle kavuşumlarıdır. Öncelikle kendi içinde bütünlenişindir. Ruhunun tamamlanışıdır. İkinin bir olmasıdır. Ve bu birlik içinde artık dışarıda olana dair arayışın biter. İlla dışarıda bir bedenden talep etmezsin gelip seni bütünlemesini. İhtiyacın kalmaz. Kendinle o derece mutlusundur. O noktada bir bakarsın ki sen sana bakıyorsun başka bir bedende. İkiden bir olan, birden iki olmuştur artık. İki bedende tek bir ruhun deneyimini yaşarsın. Öyle bir bütünsel ilişkidir. Nereden başlayıp nerede bittiğin belli değildir onunlayken. Ama sen kadın, o erkek değildir. Formların, tanımların, bilinenlerin ötesindedir bu ilişki. Sen o varsa da varsındır, yoksa da… Eksiklik, yoksunluk değildir ilişkinin motivasyonu. Varlığını kutlamaktır iki bedende. İşte “Kutsal İzdivaç” budur.

Raflarda yerini alan dördüncü kitabın Sonsuzluğun Ustası’nda Hasan kendi Öz’üne doğru bir yolculuk hâlindeyken hep başka Hasanlarla karşılaşıyor. Hikâyeni anlatırken böyle bir yol seçmekle okuyucularına neyi zerk etmek istedin?

Valla bir şey zerk etmek istemedim. Kitabı yazarken ben hâlden hâle girdim. O hâlleri de o anda yazıya döktüm. Her yazdığım bölüm ayrı bir dönüşüm yolculuğuydu benim için. Esasında müthiş bir yolculuktu. Tamamıyla akışta, spontane, planlanmamış, kurgulanmamış, o anda doğan bir yolculuktu bu. Okuyanlarda nasıl tesir bırakacak, ben de şahit olacağım buna. Ama bende nasıl dönüşümler yarattığını biliyorum. Yazım sürecimde kitabı okuyan tek bir arkadaşım vardı. Onun hayatında nelerin değiştiğini kendisi ifade etti. Ne zamandır içinde olan tohum birden filizlenmiş. Şimdi farklı konularda atölyeler yapmaya başladı. Bakalım başka ne gibi tohumların filizlenmesinde tetikleyici olacak bu kitap…

Kitapta Hasan geçmiş ile gelecek arasında fır dönüyor, bu anlatım senin kafanda zamanın parçalı bir olgu olmadığını düşündürdü bana. Senin zaman kavramına bakış açını dinleyebilir miyiz? Ne ki bu zaman?

Zamlanmış an’dır. Sen anda yaşamadıkça, zihninin bir yanı geçmişe takıldıkça, diğer yönü gelecek için endişelendikçe, an kaçar. An kaçınca, ruh kaçar. Ruh kaçınca, ruhu yakalamak için ana ihtiyacın vardır. Anlar satın almaya kalkarsın. Ama bu sefer de bedeli yüksek olur. Zam-an olur. İşin şakası bir yana, ruh için zaman değil, vakit var. Zaman dünyevi işlerde gayet faydalı bir ölçü birimi. Uçak ne zaman uçacak, seninle saat kaçta buluşuruz gibi konular için harika bir organizasyon sistemi. Ama gel gör ki sen ruhunu bu organizasyona sıkıştırmaya kalkınca sıkıntı çıkıyor. Çünkü ilahi sistemde böyle bir lineer akış yok. Sonsuzluktan bahsediyoruz. “Her şey sonsuz bir andır” demiş Einstein. Sonsuz bir anda ne geçmiş vardır, ne gelecek. Her şey bir anda yaşanır. Sen o anın içinde hareket edersin. Kitapta da bu var. Bir zaman yok, ama vakit var. Ruhun vakti. O anın içinde eşleşip, deneyimlenmesi gereken her neyse o var. Sürekli de bir akış hâli…

Hayatımız boyunca hepimizin yaşadığı tekrar eden döngüler vardır. Sen kitabında insanın bilincinin onun hakikatine açılmaya hazır olana kadar bu durumun devam edeceğini aktarmışsın, bu söylemi çok sevdim ben. Bu döngülerden kurtulmak için bilinci hakikate hazırlamanın yolu yordamı nedir?
Hakikat oradadır, seni elinden tutup oraya götürecek hakiki bir rehbere ihtiyacın vardır. Benim deneyimimde bu böyle oldu. Yüzlerce kitap okumuş, bir sürü çalışmanın içine girip çıkmıştım. Ama bir noktada artık öteye gidemez hâle gelmiştim. İlerleyemiyordum bir türlü. O noktada bir dua ettim: “Varsa bana rehberlik edebilecek bir kulun, lütfen yolla bana” dedim. Bir yandan da böyle birisinin olmadığına öyle eminim ki, kibre bak. Şükürler olsun ki yürekten edilen dualar duyuluyor, bana harika bir rehber yolladı. Hakkın aşığı, hakikatin aşığı, seni elinden tutup hızlıca yolda ilerleten ve seni asla kendine bağımlı kılmaya çalışmayıp, bilakis sende var olan hakikati hatırlatıp, olgunlaşma sürecinde yanında olan bir üstad. Zaten bu kitap da onunla yaptığım yolculuğun sonrasında ortaya çıktı. Bir önceki kitabım Ben Senin Sonsuzluk Rehberinim’de onunla henüz tanışmamıştım. Ama bu kitabın her yerinde onunla yolculuğumuz var. Üstadım Meryem Fatma Suna’ya selam olsun.

Kitabında bir cümle çok dikkatimi çekti; “Ölmeyeceğimizi bilmek bizim en büyük sıkıntımız, bu yüzden hep aynı düzlemde kalıp hayattan hayata geziyoruz, ölümlü benliğe bağlı ölümsüzlük algımızdan çıkmamız lazım.” Doğru mu anlıyorum; hepimizin sonsuz olduğumuzu aslında bildiğimizi, asıl sorunun bu sonsuz döngüden de çıkmak, artık bedenlenip insan olarak tekrar tekrar bu dünyaya dönmeyi bırakmak, bir üst oluşuma geçmek olduğunu mu anlatmak istedin?
Doğum ve ölüm döngüsüne bir de yeniden doğum döngüsü kattık. Evet, ölümsüzlüğümüzü biliyoruz bir yerlerde ve bu belki de bize bir konfor alanı bile yarattı. Komik değil mi? Fakat daha ötelere ilerleyebilmek için bu ölümsüzlük algısından da çıkmak gerekiyor. Çünkü ölümsüzlüğün içinde de bir ölüm var. Halbuki hiç doğmamış olan hiç ölmez de…

Yeni kitabın Sonsuzluğun Ustası, Ben Senin Sonsuzluk Rehberinim kitabının devamı olarak mı yazıldı, yoksa kendi başına da okunabilir mi?
Bu yolculuk Ben Senin Sonsuzluk Rehberinim ile başladı. Sonsuzluğun Ustası ile devam ediyor. İki kitap daha olacak. Ama her bir kitap kendi başına okunabiliyor. Birisini okumadığın için diğerinden eksik kalmıyorsun. Mesela sen de önce Sonsuzluğun Ustası’nı okudun. İlkini henüz okumadın. Ama merak edersen döner yine okursun. İlk kitap Su elementi üzerineydi. Bu kitapta Ateş yoğun. Sonraki Toprak ve sonuncusu Hava olacak. Yani Sath’ı oluşturuyoruz ki Sath, çatı manasına geliyor.

Yani bu macera devam edecek diyorsun. Peki neden kitabın ismi Sonsuzluğun Ustası oldu? Var mı özel bir anlamı?

Her birimizin içinde bir “Sonsuzluk Ustası” yatar. Ta ki biz onu uyandırana kadar… Şimdi o ustayı hatırlamanın ve onu uyandırmanın vakti.

(İlk Yayın: Pozitif Dergi)

Eftalya Köseoğlu