Mira Şeniz Erten, bilgisayar mühendisliği ve felsefe eğitimi gördü. Felsefeyi bitirmedi ama e-ticaret ve işletme masterı yaptı. Uzun yıllar farklı gazete ve dergilerde röportajları yayınlandı. Şimdi ise ‘Göster Yüzünü Ey Aşk’ adlı iki yıllık bir çalışmanın ürünü olan bir aşk kitabıyla karşımızda. Kitap bana öyle bir zamanda hediye geldi ki! Aklımı kurcalayan kimi sorularıma cevaplar farklı uzmanlardan gelmiş oldu. Çünkü bu kitapta aile diziminden tantra sekse uzanan çok geniş bir yelpazede aşk üzerine sorularınıza yanıt bulabiliyorsunuz. Tam da 14 Şubat Sevgililer Günü için bu röportajın güzel okunacağını düşündüm. Çünkü ben kitabı keyifle ve büyük bir merakla okudum. Sizde belki yazarıyla yaptığımız söyleyişi aynı heyecanla okursunuz diye sorularımı yönelttim. Ve birlikte “Göster Yüzünü Ey Aşk” dedik…
“Göster Yüzünü Ey Aşk” içerisinde kahramanın hikayesi ile birlikte konusunda dünyaca tanınan 12 ayrı kişiyle aşk üzerine yapılmış röportajlar yer alıyor. Bu bir romandan ziyade eğlenceli bir aşk projesi olmuş sanki. Bu kurguyu yapmak nereden aklınıza geldi?
Ne güzel anlattınız, çok teşekkür ederim. Her şeyin başlangıcı, yıllar önce Silikon Vadisi’nde gördüğüm, akademisyenlerin aşk üzerine araştırmalarından oluşan bir kitaptı aslında… Bana çok karışık, anlaşılmaz gelmişti ve o zamanlar yazıyla hiç ilişkim olmamasına rağmen, ben bir gün bir kitap yazacağım, uzmanlar aşkı çok basit bir şekilde anlatacaklar, demiştim.
Sonra?
Sonra okuduğum o kitabın üstüne gelen bir film, tanıştığım birbirinden ilginç insanlar, seyahatler, ustalar, mühendisliği bırakıp yazmaya başlamam… Şimdi geriye dönüp baktığımda birbiriyle alakasız birçok şeyin bu kitabı ortaya çıkarmamda ne kadar da bağlantılı olduğunu görüyorum.
Kitabın daha önce hiç yapılmamış bir kurgusu var, bir roman ve 12 röportajdan oluşuyor.
Çok önemli, kilit bir noktaya parmak bastınız! Kitabın alametifarikası da bu zaten! Kurguyu bu şekilde özellikle yaptım, çünkü anlatılanlar karşı tarafa gerçekten geçsin istedim. Eğer sadece röportaj olarak kalsaydı kitap, birçok bilgi kuru gürültü olarak kalacaktı.
Neden?
Çünkü bilim dili kesinlik isteyen bir şey, ama bu ruhu ikna etmeye yetmez. Hayat 2+2 =4 değil. Hayat bir matematik problemi de değil. Ama siz hem bilgiyi hem de bunun bir örneği verirseniz, okur bir kahramanla birlikte yaşarsa anlatılanı, işte o zaman kendi deneyimiyle bağlantı kurabilir. Nitekim Yazgım’ın (kitabın kahramanı) başına gelenlerin benzerlerini yaşayan o kadar çok insan var ki…
Irvin Yalom, Helen Fisher, Svagito gibi çok önemli isimlerle röportajlar yapmışsınız.
Evet. Bir de aslında 12 değil, 40’a yakın uzmanla röportaj yaptım, kitaba 12’sini seçtim. Alanlarındaki en iyi isimlere ulaşmaya çalıştım hep. Dünyaca önemli isimler. Ayrıca, karşımdaki kişi bir psikiyatristse, onun çalışmalarına da katıldım. Defalarca 50-60 kişilik gruplarla dağ başlarında 8-10 gün kapandığımı biliyorum. Gecenin ikisinde ücra bir yerdeki bir çadırda, tören yapan şamana bakarken “Allah sana akıl versin, rahat yatağında olmak varken…” diye gözlerimi oğuşturduğumu… Mesela Aile Dizilimi’ni en az üç yüz kişi üstünde izlemişimdir.
Amacınız neydi?
Başından beri bütün kalbimle hizmet etmek istedim. Hepimizin derdi aşk, gel gör ki en az bildiğimiz şey aşk, öyle değil mi? Bildiklerimizin çoğu, nesilden nesile düz bir çizgide aktarılarak geliyor. Yanlışı doğrusundan fazla. İstedim ki artık çıkalım o çizgiden, soyunalım aşkın üstünü örten zihin yapımı hikayelerden.
Romanda aşk acısı çeken Yazgım’ın hikayesini okuyoruz. Yazgım, pek çoğumuzun yaşadığı süreçlerden, sorgulamalardan geçiyor. Aşk ilişkisi konu olunca pek çok hikayenin birbirinin aynısı olduğunu görüyoruz değil mi?
Bu şekilde yorumlamanıza çok sevindim. Çünkü ben tam da bunu yapmak istiyordum: Kendinizi Yazgım’a yakın hissetmenizi. Evet işte bu benim de başıma geldi, bu da, bu da; ben de böyle hissettim, sevdim, sevildim, ağladım, güldüm, demenizi…
Bu süreçte kahraman çeşitli spritüel deneyimler de yaşıyor. Bazı semboller beliriyor karşısında. Bunları anlamlandıramıyor derken kendini bir kursta buluveriyor ve her şey orada hocanın söylediği bir cümle ile aydınlanıyor. Kitap çok akıcı, bir çırpıda okuyucuyu içine alıyor. Tüm bunları kurgularken nasıl bir yapı kurmak istediniz?
Roman 12 bölümden oluşuyor. Her bölümün arkasında da bir röportaj var. Röportaj, o bölümdeki olayların açıklamasını yapıyor. Sahne öyküde, röportaj ise bize aşk hakkındaki illüzyonlarımızın ötesini, sahnede görüneni değil, perdenin arkasındaki esas dinamiği gösteriyor. Yani aşk hakkında kaçırdıklarımızı. Şimdi… Röportaj öyküyü bu şekilde tamamlıyor, ama öykü de,o röportajı tamamlıyor aslında. Her bölümdeki öykü ve röportaj gece-gündüz, ying-yang gibi.
Ve gittikçe de derinleşiyor…
Aynen öyle! Bütün kurgu önce büyük resimden başlıyor, milyonlarca yıl önceki atalarımızdan, kime, niye aşık olduğumuzdan, eviliklerin nereden gelip nereye gittiğinden, birini kendimize aşık edip edemeyeceğimizden… Sonra yaşadığımız aşkları anlayabilmek için elimize haritalar veriyor. Arkasından bir alt çembere iniyor, bugünkü dünyada, bu sistemde aşkta neden başarılı olamadığımızı ele alıyoruz. Derken bir bakıyorsun kalbimizin en dibine, çocukluğumuza inmişiz. Orayı iyice anlayınca merdiveni tekrar yukarı çıkıyoruz, karşımdaki kişiye baktığımda neyi kaçırıyorum… Aşk hakkındaki temel yanılgılarımız, cinselliğin neden bittiği, sülalenin aşkı nasıl etkilediği, derken mecazi aşktan ilahi aşka uzanıyor ve hayatı bir nevi sanat eseri olarak yaşamamıza sebep olabilecek Bengi Dönüş’le tamamlanıyor.
Kitabı yazarken ve sonrasında baktığınızda size aşkla ilgili en çok neler öğretti bu kitap?
Öyle çok şey öğretti ki… Mesela bir erkekte aradığım şeyler çok değişti, artık arzu ve istek noktasını çok net ayırt ediyorum. Alışveriş merkezlerine neredeyse hiç gitmez oldum. Kendimi modern dünyadaki bir birey olarak değil, köklerimle, bir ağaç gibi görüyorum. Her ilişkimde projeksiyon denen şeyin yaşamın nasıl aslında tamamı olduğunu çok net görüyorum, iyice uyanmaya çalışıyorum. Yaşamın sonucu değil kaynağı olduğumu çok net görüyorum, içselleştirmeye çalışıyorum. Varoluş bize eksik kalan çemberleri tamamlamamıza yardım edecek fırsatlar, dersler sunuyor sürekli. Ben de olayları ya bunun farkındalığıyla çemberi kapatıp büyüyerek yaşayıp bir sonraki spirale çıkacağım ya da aynı ders tekrar tekrar farklı aynalarla karşıma gelecek.
Sanki aşkı arayan bir yazar var karşımda. Yani aşkla ilgili hayal kırıklıkları ve yine de tüm bunlara rağmen öğrenmekten vazgeçmeyen, sorgulayan, sorular soran, farklı disiplinlerdeki insanların görüşlerine başvuran bir arayıcı o sanki… Böyle mi gerçekten?
Geçen gün bir arkadaşım, kocaman bir soru işareti gibisin, dedi, sürekli sorguluyorsun. Haklısınız! Sanırım benim en önemli özelliklerimden biri bu: Sorgulamak. Bakın bir örnek vereyim,QWE klavyeyi kullanıyoruz ya mesela. Daktilo ilk icat edildiğinde, makine o kadar bebek fazında ki, ancak çok yavaş yazmak mümkünmüş. Ne yapsınlar, biz insanları yavaşlatalım, demişler, en çok bir arada olan harfleri en ters biçimde olacak şekilde tasarlamışlar. Oysa biz bugün, o günkü tasarımı, o harf yerleşimini, en doğrusu sanıyoruz.
“Birini kendimize aşık edebilir miyiz?, Çocukluğumuz aşkı nasıl etkiler?, Seks neden biter?, Aşk hakkında temel yargılar neler?” gibi sorulara da yanıt bulabiliyorsunuz kitapta. Sizi en çok şaşırtan şey neydi röportajlar sırasında duyduklarınız arasında?
Çok şey var aslında. Mesela aşkın dört buçuk milyon yıldır var olması. Bilinen en eski insan zamanında, aşık olma ve eşleşmenin başlamış olması. Bazen, o zamanki aşkla bugünkü aşklar arasındaki farklılıkları hayal edip gülerken buluyorum kendimi.
Kitap yazma sürece ve sonrasında aşka inancınız ne durumda? Bunu çok merak ediyorum.
Aşka inanmamak diye bir şey mümkün olabilir mi? Bütün kainat aşk üstüne kurulu! Aşkın olmadığını düşündüğümüz zamanlar, suyun olmadığını söyleyen balıklar gibiyiz bence, hemen ayılmalıyız. Kendi çölümüz, gözlerimizi bağlayan.
Kitapta, Doç. Dr. Helen Fisher, antropologların 175 toplumda romantik aşkın kanıtlarını bulduklarından bahsediyor ve aşkın var olmadığı tek bir toplum bile olmadığını, özellikle hayvanların da insanlar gibi aşık olabildiğine ilişkin araştırmaların bulunduğunu, aynı anda birden fazla kişiyi sevebileceğimizi, romantik aşkın bir bağımlılık türü olduğunu, aşık olduğumuzda dalgalanan depomin hoşlandığımız kişiyi sürekli aklımıza getirdiğini, kara sevda denilen şeyin 12 ile 18 ay sürdüğünü ve 25 yıllık ilişkide birbirlerine aşık olduklarını söyleyen çiftin MR’a girdiklerinde aşk ile ilgili beyin bölgelerinin etkin olabildiğini söylüyor. Bunlar çok enteresan bilgiler… Röportajların tümünü yayınlayabildiniz mi yoksa yer veremediğiniz başka ilginç ayrıntılar var mı?
Elbette var, ama o zaman bu binlerce sayfalık bir kitap olurdu. Seçim yapmaya mecburdum.
Yine aynı röportaja gelecek olursak Doç. Dr. Helen Fisher, birini kendimize nasıl aşık edebileceğimizden bahsediyor. Yani aslında aşk denilen şeyin de bir oyun olduğu fikri gerçek değil mi? Uygulamanız gereken kuralları olan bir oyun. Siz ne düşünüyorsunuz?
Bu kısımlar, bir şeyleri başlatmak için faydalı olabilir. Bununla birlikte, kitapta da derinleştikçe, gerçek aşkın bir strateji oyunu olmadığını, aksine ancak kırılganlığı göze aldığında var olduğunu görüyoruz.
Prof. Dr. Robert Sternberg ise röportajında “Zaman içerisinde karşımızdakini daha yakından tanıdığımızı düşünsek de gerçek öyle olmayabilir. Aslında o sırada yaptığımız kafamızda bir öykü yaratmaktır. Birini tanıdıkça kendi düşünce ve duygularımızı, geçmişin yükünü ona yansıtmaya başlarız. Dolayısıyla zamanla bu öykünün gerçekle ilişkisi azalırken hayalimizle ilişkisi artar. Çünkü gerçekte insanları yalnızca kendi algılarımız sayesinde tanırız… Hatta geçmişi de bir kenara bırakalım, karşısındaki karşısında bile değildir! Ona ait algın, onun hakkındaki imgendir!” diyor. Yani aslında karşımızdaki bir araç ve gerçeklik dışında kendi gerçekliğimizi yaratıp ona aşık oluyoruz öyle mi?
Romanda en çok hoşuma giden şeylerden biri de, Yazgım’ın çektiği Tarot kartlarını yazmaktı. Çok iyi bir okursunuz, mutlaka hatırlarsınız, ilk karşısına çıkan kartlar, Aşk, Kayıp ve Gerçek’ti. Gerçek kartı sizin sorunuzun cevabı aslında ve en sonunda ne diyordu bu kart? “Hani o çok gerçek sandığın ve anlatadurduğun yaşamın var ya/O aslında buzlu camın ardından seyrettiğin bir filmdir.” Bilmem, anlatabildim mi?
Günümüz ilişkileri neden yürümüyor sorusuna da aslında çoğumuzun geçmişten gelen önyargıları, anne baba ile ilişkisindeki eksiklikler ve sevgiyi, ilgiyi karşımızdan alma bağımlılığına ihtiyaç duyması olarak tanımlayabilir miyiz?
Bu saydıklarınız neredeyse hepimizin yaşadığı, çok önemli sebepler, evet! Bununla birlikte bunlardan herkes için geçerli tek bir formül çıkarmak istemem. Çünkü gerçek çok boyutlu bir şey. Bütün bu bilgilerle biz bir dağın çıkıyoruz, ama dağın tamamı ne kadar, bulunduğumuz nokta zirveye göre dağın neresinde… Bunun cevabının herkes için farklı olduğunu çünkü herkesin dağının kendi yüreğinde saklı olduğunu düşünüyorum.
Irvin Yalom, aşık olduğumuzda takıntılı hale gelmenin karşı tarafla değil hayattaki diğer her şeyle bağlantısı olduğunu söylüyor. Aşk bize takıntılı hissettirmiyor, hayata karşı takıntılıyız, aşıkken bu üst seviyelere çıkıyoruz yani öyle mi?
Takıntının beyinle ilgili yönü Doç.Dr. Helen Fiher’in röportajında var. Varoluşsal yönü ise, Irvin Yalom’un. Sizinde dediğiniz gibi, takıntı, bizim düşünmekten kaçındığımız, varoluşsal sorunlarımızın üstünü örtüyor aslında.
Yani kendi hayatımızdaki dengeyi bulduktan, kendi kendimize mutlu hissettikten sonra gerçek aşk ilişkisi yaşayabileceğimiz sonucu bir kez daha karşımıza çıkıyor…
Bütün bu araştırmalar sonucunda benim çok net anladığım şey şu: Aşk ilişkisinde temel ilişki, bizim karşı tarafla kurduğumuz ilişki değil. Aşk ilişkisinde temel ilişki, bizim kendimizle kurduğumuz ilişki. Karşı taraf ise her zaman bizim yansımamız. Dolayısıyla içimizdeki boşlukları bizden başka doldurabilecek kimse yok. Oysa ne yazık ki bizler, aşkı bularak kendimizden kaçmak üzere şartlandırılmışız.
Svagito R. Liebermeister ise “Çocuğu kürtaj ettiğinizde ilişkiyi kürtaj etmiş olursunuz” diyor mesela. Bu da çok ilginç bir tez. “Çünkü çocuk iki kişi arasındaki aşkın ifadesidir. Çocuk gelirse ve kadın çocuğu reddederse adamı da reddediyor. Eğer kişiler kürtajdan sonra bir arada kalıyorlarsa aynı yakınlığı hiçbir zaman bulamazlar” diyor. Reddetmek belki burada önemli bir ayrıntı değil mi? Reddetmeden kabullenmek gerekiyor…
Kürtaj konusu gerçekten çok ilginç, ama Svagito biliyorsunuz, dünya çapında tanınan bir aile dizimci. Meselenin merkezine küt diye girer. Kürtaj için, muhtemel sonuçlarından birisi ilişkinin bitmesidir, diyor, çünkü çocuğu kürtaj ettiğinde ilişkiyi de kürtaj etmiş olursun. Ve ilişki kurtulsun istiyorsan yapman gerekenleri de anlatıyor.
Doğru erkek diye bir şeye takılmışız mesela. Doğru erkeği bulamadığımızı söylüyoruz.Onun için ne diyor?
Doğru erkeği aramak, kendine daha “iyi” baba olacak kişiyi aramaktır, diyor. Zaten Svagito’yu dinledikten sonra benim anne ve babama bakışım tamamen değişti, okurun da öyle olacaktır eminim. Çünkü yaşamın sana nasıl aktığını, meselelerin temelini görüyorsun. Anne ve babayla tamamlanmanın, huzura gelmenin önemini görüyorsun. Olayın ”kabul” den çok ötede bir yerde olduğunu.
Bir de aşkın yaşı olur mu diyenler için de yaşlı biriyle genç birinin ihtiyaçları farklı olduğundan dengeli bir ilişki olamayacağını, genel olarak karşı taraftan bir şeyler almak üzerine kurulu bir iyileşme çabasından öteye gidemeyeceğinden bahsediyor Svagito R. Liebermeister… Yani buradan aşkın yaşının da olduğunu görüyoruz değil mi?
Kesinlikle! Svagito, her vakaya bireysel bakmak gerektiğini, ama on yaş farktan itibaren tarafların ebeveynleriyle çözülmemiş meseleleri olabileceğinden bahsediyor. Bu tip durumlarda, her iki taraf da, karşı tarafta sevgiliyi değil, aynı cinteki ebeveyni görüyorlar. Açıkçası ben bugünkü dünyada, bir türlü karşılıklı mübadeleye dayanan bu tür ilişkilerin doğru okunmasına seviniyorum.
Bu kitabın bir devamı olacak mı?
Kitap iki senemi aldı. İki sene, sabah yedi buçuk, sekiz; gece iki, üç. Amerika’dan Hindistan’a birçok farklı ülke, birçok farklı insan… Röportaj yapmak için işinde en iyi, dünyaca önemli insanları bul, röportaja ikna et, randevu al, kitaplarını oku, soruları hazırla, git, görüş… Varsa atölyelerine katıl, farklı ülkeleden bine yakın insanın derdini dinle… Röportajı yap, bandı çöz… Ya okey bu, şimdi bir sonraki kişi ya da olmadı, baştan! Bitkin bir halde nihayet 12’yi oluşturduğunda ise olmadı, de, dahası olmalı, bu bilgiler heba olmamalı, insanlara akmalı! E o zaman? Bir de olay örgüsü, roman cereyan etmeli, işin pratiğini gösteren de! İyi, ama bu 12 röportajı 100 milyon farklı şekilde dizebilirsin o romanda! O zaman hangi kombinasyon en anlamlısı? Çözüm ne? Hangisi önce, hangisi sonra gelirse en anlamlısı olur? Kimi zaman bir ay hiç evden çıkmadan, o masadan kalkmadan pencereden dünyayı seyrederek aylarca çalış… Dolayısıyla bir devamı olacak mı? Ne yalan söyliyeyim, bilmiyorum…
Başka projeleriniz var mı?
Şu an kafamda bir roman oluşturuyorum. Parçalar yerleşiyor, yıkılıyor, tekrar birleşiyor. Bir de çok güzel fikir geldi aklıma. Onu geliştiriyorum kafamın içinde.
(Foto: http://handanihan.blogspot.com)