“Samimiyet gerçeği söylediğimiz inancıdır. Oysa bundan kim emin olabilir?- Dürüstlüğün ise birbiriyle uyuşmayan birçok çeşidi vardır.”
“Hangi tohum büyümez ekilince toprağa?
İnsan tohumundan şüphen mi var yoksa?”
“Anka kuşunun yuttuğu lokmayı
Yutabilir mi serçe?
Bir testiye sığar mı?
Koca denizin suyu”
(İbni Arabi)
“
Kötülüğü gizlemek mi, yoksa ihtiyacı olana yardım etmemek mi daha kötüdür?”
“Kanun sert ise, bizim de kurt mu olmamız gerekir?”
“İnsan denen yaratık, korktuğu için güçlü olmak ister; onun eski bir özelliğidir bu.”
“Her türlü kuraldan daha geniştir hayat. Ahlak sadece bir imgeleme, hayat ise olan biten şeylerdir. İnsan hayatına günahtan çok, günah işlememek için alınan tedbirler zarar getirmiştir.”
“Sönen her günün sonunda, acı vermemesi için geçmişi silmiş, öldürmüş olsaydık; yeni günü artık mevcut olmayanla kıyaslamaz, ona daha kolay tahammül ederdik. Böyle ise hayal ve gerçek birbirine karışıyor, hatıranın da hayatın da temizi kalmıyor.”
“Gerçekler bazen çok tuhaftır. Cüzamlı çocuklar gibi, bu gerçeklerden utandığımız için, kendimizi onların yokluğuna inandırırız. Çoğunlukla biz, düşüncelerimizi güzelleştirir, içimizde sürünen yılanları gizleriz. Gizlemekle gerçekten yok olur mu onlar?”
“Herkes böyle düşünür: Yanlışlık. Oysa yanlışlık yok sadece bilmediğimiz bir şey vardır.”
Dervişliğe, ölüme ve adalet(sizlik)e dair bir başyapıt, bir ağıt olan, Boşnak yazar Meşa Selimoviç’in 1966 tarihli romanı “Derviş ve Ölüm” den bazı alıntılar bunlar.
Meşa Selimoviç, II. Dünya Savaşı’nda Bosna’da savaşa bizzat katılmış ve savaşın insan ruhunda açtığı yaraları ömür boyu içinde taşımıştır. Gerçek hayatta 1944 yılı sonlarında, Tuzla Askerî Bölge Komutanlığında subay olan partizan ağabeyi Şevki Selimoviç’in, III. Kolordu Askerî Mahkemesi kararıyla kurşuna dizilmesi Selimoviç’in devrim ve iktidar ile ilgili sorgulamalarına ve sonunda “Derviş ve Ölüm” ün yazılmasına neden olmuştur.
Roman, ölüm, yaşam, adalet, iktidar, insan ve insanın zaafları, hırsları, ihtiraslarını irdeleyerek anlatır. 1900’lerin başında Balkanlar’da geçen hikâye içeriğiyle, günümüzde, dünyanın herhangi bir yerinde yaşanabilecek kadar “zaman ve mekândan” bağımsızdır.
“Derviş ve Ölüm” tek ve mutlak gerçeğe kendisini adamış, “dünya işleri” ile ilişkisini sınırlandırmış bir insanın hazırlıksız yakalandığı bir anda o “kirli” dünyanın içine düşerek yaşadığı mutasyonun ve mücadelenin hikâyesidir.
İnsan ruhunun derinliklerinde, herhangi bir nedenle çıkmayı bekleyen “kötü ben” in, sonuç ne kadar planlasa da hedefinden sapabileceğinin ve ihtirasların kurbanı olunabileceğinin hikâyesidir.
“Küfüre karşı dilsiz, şiddete karşı elsiz” olan bir dervişin sakin dünyasının yaşamın acımasızlığı ve adaletsizliği ile sarsılmasının ve “Şimdi ben neyim? Ödlek bir kardeş mi, yoksa inançsız bir derviş miyim? İnsanlara olan sevgimi mi yitirdim, yoksa inancım mı zayıfladı? İnsan şeklini mi, inancımı mı yoksa ikisini birden mi yitirdim ben?” diye kendini sorgulayan dervişin acı ve düşündürücü hikâyesidir.
Adaletin de yolundan çıkabileceğinin ve “Neye ve kime göre adalet?” sorusu ile baş başa kalınabileceğinin hikâyesidir.
Ahlaki gerçeklerle yola çıkılsa bile insan olmanın gerektirdiği “zayıflıkların” bambaşka bir son hazırlayabileceğinin hikâyesidir.
İnsanoğlunun dünyadaki binlerce yıllık serüveni, “varoluşuna” cevaplar arama serüvenidir aynı zamanda. İnsanoğlu yaşamını ve varlığını anlamlandırmak için, neden var olduğuna dair sorular sormuş ve bilim, felsefe, dinler ile bu soruların cevaplarını vermeye çalışmıştır. Sayısız kitap, yüzlerce felsefi ve bilimsel teori, siyasi ideoloji ve inanılmış onca din bu anlama çabasını ne kadar tatmin edebilmiştir?
Sonu olduğunu bildiğimiz ömürlerimize bir anlam kazandırma gayreti ile sorduğumuz bu sorular “dünyevi” meselelerimizden içimize, özümüze dönmemizi ve inandığımız her ne varsa onları sorgulamamızı sağlar. Bu sorgulamalar bizi inandıklarımıza daha da yakınlaştırabileceği gibi, kimi zaman uzaklaştırabilir de.
“Derviş ve Ölüm” bu sorgulamaları yapan bir Mevlevi dervişinin hikâyesidir. Kahramanımız Ahmet Nurettin küçük bir Osmanlı kasabasında yaşayan bir Mevlevi dervişidir. Kasabadaki gerçek hayatın dışında, geçmişinde yaşadığı bir aşk acısının da etkisiyle her şeyin boş olduğuna karar vererek sığındığı tekkesindedir. Mutlak dinî doğrular üzerine kurulu dünyası, günün birinde kardeşinin “nedensizce” tutuklanması ve ardından da öldürülmesiyle alt üst olur. Kardeşini kurtaracağını düşünürken kaybetmesi dervişin hiç beklemediği, başına geleceğini hiç düşünmediği bir durumdur. Bu olay ile iktidar ve yasalarla karşı karşıya kalan derviş aşağılanır, eziyet görür, tutuklanır. Tekkesine aldığı genç yetim Yusuf’un ihanetine uğradığını öğrendiğinde ise bir kırılma daha yaşar. Bildiği, inandığı her şeyi sorgulamaya başlar. Artık olaylar başlamadan önceki dervişten çok farklı bir yerdedir. Yusuf’u da kullanarak, kardeşini öldürten kadıya karşı zekice bir komplo düzenler ve kardeşinin ölüm fermanını vermiş olan kadının öldürülmesini sağlayarak yerine kendisi geçer. İktidar onun ellerindedir artık. Ancak dervişin ruhani dünyası ile iktidarın gerekleri birbirine taban tabana zıttır. En yakın arkadaşı Hasan’ı tutuklatması gerektiğinde benliğinden geriye ne kaldığına dair zorlu bir sınava daha girer. Dervişin ölümle ilgili hesaplaşması kendi içindeki dervişliğin ölümüyle sonuçlanır.