“Derler ki; zaman su olup aksa da çoğu şey aynı kalır…”  Erk ACARER.

darulfesadKitap okumayı özellikle de roman okumayı sever misiniz? Peki ya tarihi romanları? Evet diyorsanız, 16.yy.’ın Osmanlı döneminin gerçeklerden beslenerek kurgulandığı bu roman tam size göre derim ben. Ama hayır, roman severim fakat tarihi olduğu için sevmem, sıkıcı olur diye düşünüyorsanız kesinlikle bırakın önyargılarınızı… Çünkü bu romanda sadece geçmişimize ait tarihin ağırlığı yok; günümüze ışık tutan olaylar içeren, dersler veren, sizi düşünmeye yönelten hatta karakterleriyle sizi şaşırtan, cidden bu böyle miymiş dedirtip araştırmaya yöneltebilecek kadar etkileyici, öğretici ve anlaşılacağı üzere oldukça sürükleyici bir romandan oluşuyor bu kitap. Aşk’ın gücüne, gizemine, çaresizliğine, zayıf duruma düşürüşüne, şehvetle nefretle birlikte çeşitli entrikalara da yer veren Darülfesad’ı okurken belki de aşkı bile sorgulayabilirsiniz benim gibi J Nasıl mı? Kitabın yazarı Erk Acarer’le İstanbul’un çok soğuk ve yağmurlu bir gününde buluşarak yaptığımız sıcacık bu keyifli sohbeti okuyarak ne demek istediğimi anlayabilirsiniz:

“Derler ki çamur; aşka da, kılıca da, ölüme de bulaşır…”

Kitabınızın ismi “Darülfesad”; tarihi bir roman ve kelime olarak Osmanlıca bir kelime sanırım… Anlamı nedir?

Erk Acarer: Darül ve fesad, her ikisi de ayrı ayrı Osmanlıca kelimeler. Darül; kapı, yer anlamına geliyor. Fesad’da çamur ve kötülük yeri anlamına gelir. Yani bu kelimeyi çamur kapısı ya da çamura bulanmış yer gibi tercüme edebiliriz. Ama darülfesad, aslında benim bir araya getirdiğim bir kelimedir. Yani iki kelimeden türemiştir ama daha önce de kullanılmıştır darülfesad, başka şeyleri tanımlamak için.

Romanda, Dersaadet denilen mutluluk kapısının zamanla nasıl darülfesad durumuna geldiği; Kanuni Sultan Süleyman, II. Selim ve Ill. Murad dönemlerini yani 3 kuşağı içine alarak, çeşitli olaylarla anlatılıyor. Peki, nerden aklınıza geldi Osmanlı tarihiyle ilgili böyle bir roman yazmak? Var mı bir esin kaynağınız?

Erk Acarer: Kafamda bir kurgu vardır hep, yani neyi yaratacağımı bulurum. Önce beynimde oluştururum yani fotoğrafını çekerim, onun üzerinde bir şeyler yaparım ve o fotoğraf üzerinden roman tamamlanır. Yani benim kafamda bir şeye başlamadan önce her şey bitmiştir aslında. Esin kaynağım benim, hayat. Hayat ne demek? Geçmişle gelecekle yarın boyutuyla bir şey. Dolayısıyla hayatın içersinde olduğunuzda zaten her şeyden esinlenebiliyorsunuz. Bundan önce ben bir film seyretmiştim; yazar konu bulmakta zorlanıyor ve ona biri yardım ediyor ve diyor ki, “bak otobüs dolusu konu geçiyor,bir manga insan yürüyor” diyor.Bunların hepsi başlı başına bir konu,yani hayat başlı başına bir esin kaynağı zaten. “Darülfesad” da bir dönemi anlatıyor ve bugünle birebir örtüşür, bugüne çok benzer.

Ben romanı okurken çoğu yerde takılıp acaba gerçekten Sokollu böyle bilge bir karakter miydi ya da diğer sultanlar hakkında da ayyaş ya da vurdumduymaz olup olmadıklarına dair de aynı şeyi düşündüm… Karakterlerde ne kadar gerçeklik hâkim?

Erk Acarer: Karakterlerde yüzde yüz gerçekçilik hakim. Bana da bu konuda çok saldırıyorlar onu da söyleyeyim, mesela II. Selim’in “Sarı Selim” bir lakabıdır, “Sarhoş Selim” öbür lakabıdır. Onun dışında Sokollu evet bilge biriydi. Sokollu, İslam felsefesinin dışında siyaset bilimini ve birçok şeyi bir araya getirip okumuş ve uygulamış bir adamdı. Onun dışında Ferhad’dır esas karakterlerimizden biri. Ferhad, hakikaten de 16.yy.’da yaşamış ve o “topa koyma cezasını” icat etmiş bir adamdır. Karakterler gerçekti ama hep şunu söyledim; kurgu karakterlerden beslendi.

Anladım ama kurgu olan karakterler de var öyle değil mi? Hatice, Yusuf gibi…

Erk Acarer: Tabi, var. Yani bir gerçekten yola çıktı, gerçeklik kurgularla beslendi.

erkacarerKanuni’nin ölümü dirlik bozulmasın diye bir süre saklanıyor ve ölü vücudu birtakım işlemler sonucu canlı gibi gösteriliyor. Ben bunun da başta kurgu olduğunu düşünmüştüm. Ama siz kitabınızın sonunda bunda gerçeklik payı olduğunu belirtmişsiniz.

Erk Acarer: Gerçek olan şu; İslam kültüründe buna tahnit işlemi denir, yani cesedi mumyalama ve beyin çıkartılmaz. Ama kitapta ben beyni çıkarttırıyorum, çünkü ilginç bir durum ortaya çıkıyor. Fakat okurun da kafasını karıştırmamak ya da bu işi bilenleri üzmemek için bunun bir kurgu olduğunu söyledim. Ha beyni çıkartılmadı ama diğer organları çıkartıldı.

Yani karakterlerde ve olaylarda kurgu olsa dahi, tarihteki gerçeklerle hep bir uyum var. Araştırdığınızda o zamanın gerçekleriyle oldukça uyumlu.

Erk Acarer: Ben şöyle diyorum; tarihten beslenen bir kurgudur “Darülfesad”.

Peki, siz bu kurguları oluştururken çok araştırma yaptınız mı?

Erk Acarer: Yapıyorum, bunu özellikle çok merak ederler, çok araştırma yapıyorum ben. Ansiklopediyle yatağa girerim, bazı özel dostlarım vardır ve bazı metinleri Osmanlıca’dan tercüme ettiririm, çok karşılaştırmalı okurum. Yani her türlü fikri okurum; sağcısıyla, solcusuyla, muhafazakâr kısmıyla hepsini okurum, karşılaştırırım. Sonuçta da akla uygun bir süzgeçten geçirip bir şey çıkarırım ortaya.

Aslında bu anlamda “Darülfesad”ın öğretici bir tarihi roman olduğunu da söyleyebiliriz. Sonuçta kronolojik bir sırayla dönemler anlatılıyor, olaylarda belki kurgu var ama yaşanılan olaylardan günümüz için çıkarılabilecek dersler dahi var.

Erk Acarer: Çok güzel bir tespit. Yani bu tespitiniz özellikle çok hoşuma gitti. Evet, çıkarılabilecek dersler konusunda bir didaktik olabilir bu. Ama benim böyle bir tarzım da yok, bundan önceki kitabımda da hiçbir zaman olmadı; ben sadece bildiklerimi paylaşıyorum ve paylaşırken de aslında bir şeyler biliyorum ve öğreniyorum.

Ben de mesela Cerrahpaşa’nın neden Cerrahpaşa ismini aldığını romanınızdan öğrendim ya da Mimar Sinan’ın esas ölüm nedenini… Bilmiyordum açıkçası. Günümüz için, geçmişten çıkarılacak dersler olmakla birlikte bu anlamda da öğretici bir roman olduğunu söyleyebilirim.

Erk Acarer: Bu, okurun inisiyatifine kalmış bir durum. Böyle algılanması da hoşuma gider tabi.

Osmanlı imparatorluğun yükselişten inişe doğru geçişini sadece savaşlara, seferlere, yenilgilere, işte çıkar çatışmalarına ya da yeniçeri ocağında yaşanılanlara bağlı kalarak anlatmamışsınız. Ayrıca aşk, şehvette ağır basıyor kitabınızda… Tarihi romanlar ağır gelebiliyor bazen ama içine aşk girince sanki daha bir renk katıyor, sürükleyici oluyor. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?

Erk Acarer: Hemen size yıllar önce Ayşe Kulin’le yaptığım bir röportajdan alıntı yapayım : “Aşksız roman olmaz”. Yani bu her şey için geçerli, belki film için de geçerli ama kurgusu aşk olmayan bir edebiyat eseri çokta düşünülemez yani. Aşk, çünkü çok gerçek bir şey.

100istanbulSiz bu romanda zaten hepsini birbiriyle ilintili bir şekilde ele almışsınız. Sonuçta siyasete de aşk karışmış zamanında ya da sizin romanınızda olduğu gibi devlet yaşanılan aşk hikâyelerinden bir şekilde etkilenip nasibini almış. Bunun tarihte de örnekleri mevcut. Sizin romanınızda da tarihin en çok bilinenlerinden Hürrem Sultan’ın, Nurbanu’nun ve Safiye’nin de ismi geçiyor. Kadınlar o zamanlar, erkekler kadar saygın değil hatta çoğu cariye ya yosma ya da köle durumunda bir eş. Ama yine de siyasette bile parmakları var. Ve bu durum da, erkeğin yani sultanın zayıf noktası olarak konu ediliyor kitapta. Aslında bunu kadınların erkekler üzerindeki gücü olarak nitelendirebiliriz. Kadınlar erkeklerin zayıflıklarından yararlanıp çıkar sağlayabilecek kadar zeki aslında. Kim kimi parmağında oynatıyor?  Sizce halen günümüzde de bu böyle devam ediyor mu? Ne dersiniz? : )

Erk Acarer: Bence kesinlikle devam ediyor. Çünkü her şeyde görünmeyen yönetici kadındır. Bana göre böyle.

“Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır” gibi mi?

Erk Acarer: Gibi, evet. Ama aslında her şeyi yöneten kadındır. Ataerkil toplumlarda bile bu iş böyledir; erkeğin kibiri vardır, portresi vardır, öndedir, sözü geçer, ama hiç öyle değil bence. Görünür kısmı budur. Arka planda kadın hep güçlüdür yani. Çünkü kadının belli duyguları daha sivridir. Bana göre kadının komplo tarafları daha sivridir. Kadının plan kurma yetileri daha sivridir. Kadının bazı şeyleri silah olarak kullanması daha sivridir. Kadın gözyaşlarını hep silah olarak kullanır ve hatta hiçbir erkek bunun karşısında duramaz bence. Kadın istediğini alır. Günümüzde de hala böyle,hiç değişen bir şey yok.Erkek çok basittir,basit düşünür,basit adım atar.Kadın,komplikedir. Yani satranç tahtası üzerinde gibi düşünelim her ikisini de; kadın on sekiz hamle sonrasına oynar, erkeğin bir hamle sonrasına ancak kafası yeter. Kadın bence daha zeki. Plan kurma yeteneğinden kaynaklanıyor bu.

Geçmişte bu böyleydi, şimdi de böyle olduğunu düşünüyorsunuz. Peki, bu “ıssız adam” nerden ortaya çıktı o zaman? :))

Erk Acarer: ( Gülüşmeler ) Güzel soru. Bu nerden ortaya çıktı? Eee bu da yine erkeğin iş bilmezliğinden, basitliğinden ve kendisini tanımamasından çıktı. Tabi bir de popüler kültürün imgelerinden çıktı. Issız adamın çok derin bir anlamı yok bence.

Aslında bu adamın ortaya çıkışında da belki kadınların parmağı vardır. Kadının erkeği çok pohpohlaması, erkeğin kendine güven duygusunun böylece fazlalaşması… Elimi sallasam ellisi misali yani tek kişiye bağlanmasa da olur.

Erk Acarer: Bak burada başka bir yere gider olay.

Zaten çok karışık bu işler : )

Erk Acarer: Doğru, bu çok karışık bir konu. Burada çok başka bir yere gider. Ama kadın bence güçlüdür. Kadının gücü de şuradan gelir; aslında biz ataerkil toplumda tam tersini düşünürüz ya, ama öyle değildir.Mesela hepimiz ne deriz? Anne değil mi? Anne figürü vardır hayatımızda, anne çok önemlidir, çok yol göstericidir, annenin sözünden çıkılmaz aslında. Buradan gelir her şeyi yani.

Osmanlılar döneminde yaşanılan çarpık ilişkilere de oldukça yer vermişsiniz. Ancak bununla beraber çok temiz, saf duyguları barındıran aşk hikâyeleri de mevcut (Ali’nin Hatice’ye, Ferhad’ın Elena’ya aşkı gibi). Ama bunlar da yaşanılması yasak olan aşklar olduğu için o dönemin toplumsal kurallarından nasibini alıyor. “Derler ki, haz ve korku birbirine kardeştir” demişsiniz. Çok etkileyici geldi bana bu cümle…

Erk Acarer: Onu ben mi yazmışım? : ))

: ) Yasak olunca sanırım böyle oluyor. Öyle değil mi?

Erk Acarer: Tabi öyledir. Aslında bu adrenalin duygusuyla belki açıklanabilir. Söylerler ya sana “ bunu yapma!” diye. Ama bu, yapma dediği anda daha tatlı daha keyifli hale gelir. Çok geçmişe gidelim; yasak elma durumu da öyle değil midir? “ Yeme onu !” karşılığı “yerim ulan ben onu”, öyle dersen yerim yani ben onu. Çünkü merak ederim her şeyden önce, yani bu merakın altında da acayip şeyler vardır. Acaba ne olacak duygusu vardır, sonra bakalım nasıl yiyeceğiz bunu duygusu vardır. Ve bunlar, o merakı ve hazzı arttırıcı şeylerdir diye düşünüyorum.

Ben, romandaki karakterlerden de oldukça etkilendim. Mesela Ali karakteri… Kara sevda; en ahlaklı, en mert, korkusuz, iradesi güçlü olan bir adamı yani yeniçeri olan Ali’yi bile yoldan çıkartabiliyor. Romanı okurken Ali gibi sağlam bir karakterin bir görüşte aşık olup onun uğruna; verdiği sözleri, kader arkadaşı olan Yusuf’u bile geride bırakıp amacını, mücadelesini değiştirmesi beni çok şaşırttı açıkçası. Güçlü bir asker, oldu mecnun : ) Aslında aşk uğruna mücadele vermekte bir güç göstergesi değil midir?

Erk Acarer: Tabi ki öyle. Buradan bakınca mesela, söylediğin gibi görünüyor. Ama bir tarafıyla “Darülfesad” da ben şunu da kurguladım; insan insandır kardeşim, yani zayıflıklarıyla, işte o hazzın peşinde koşmasıyla… Yani öyle sert bir karakter yaratmaya meyilliyiz ya toplum olarak, insan olarak,ama bizim kahramanlarımızın da hata yapma riskleri ve insan olmanın getirdiği evrensel hata payları vardır.İnsan hata yapabilir,kahramanda olsa yapabilir.Mekanik değil yani bu.Ben onu gösterdim “Darülfesad” da.Mesela Sokollu’da çok güçlüdür,iradelidir,bilmem nedir ama paraya da düşkündür bir yanıyla.Muhteşem bir karakter yaratmak adına böyle Herkül heykeli gibi bir şey yapamayız.İnsan dediğin zayıflıklardan da beslenir.Dolayısıyla bunların olması kaçınılmaz.

Ali : “sevda dedikleri ağır sevda dedikleri söz geçmez bir yükmüş…”

Romandaki diğer bir etkilendiğim karakter de Yusuf; onun yaşadıkları, hikâyesi de oldukça ilginç. Hatta beni en çok şaşırtan, belki de en beklenmedik değişimi yaşayan o oldu.

Erk Acarer: Yusuf beni de şaşırttı.

Peki, bir yazar olarak siz kendi kitabınızı bir okuyucu gözüyle yani objektif olarak değerlendirebiliyor musunuz yani benim gibi sizi de etkileyen karakter ve olaylar var mı romanınızda?

Erk Acarer: Tabi olmaz olur mu? Şunu hep söyledim ben; yazarlık ya da sanatla uğraşmak ama yazarlık diyelim konumuz olduğu için, aslında gönüllü bir delilik halidir. Çünkü yazar olmak, zararsız bir çift kişiliği bünyede taşımaktır. Şimdi düşünebiliyor musun, ben 1600’leri yazıyorum. Normal bir kafa mıyım senle? Yani senle aynı kafada değilim ya da bir başkasıyla… Bir senede bitirdim bu romanı. Bir dönem Ferhad gibi hissedip bir şeyler yaptım, sokaklarda yürürken kılıç çektim. Ne biliyim Ali’nin başına bir şey gelse nasıl hisseder diye düşündüm. O kimliğe tabi ki büründüm, hepte bürünürüm ayrıca.Ama Allah’tan çıkabiliyorum J

:))) Aslında bir okur olarakta, ne kadar kurgu da olsa eğer okuduğunuz kitap sizi etkilemişse o zaman olayları sahiciymiş gibi beyninize yerleştirebiliyorsunuz. Nitekim filmlerde de öyle oluyor. Ama bunu sadece yazılarla başarabilmek muhakkak ki çok daha zor. Sonuçta okuduğumuz her kitap hayal gücümüzü harekete geçirmeye yetmiyor. Bir yazar olarak siz de okurlarınızda bunu yaşatmak istersiniz sanırım öyle değil mi? Bende yaşattınız : )

Erk Acarer: Tabi, bunları duymak inanılmaz büyük bir mutluluk ama bunun için gerçekten çok çalışıyorum. Şimdi yine 1600’lerde geçen bir roman yazıyorum ve ben gecenin bir saati, insanoğlu nasıl korkar, o korkuyu nasıl hisseder diye mezarlıklarda dolanıyordum. Yani bunu böyle yaptığım için de okuyucu etkileniyorsa ne mutlu bana. Ama önce kendim yaşamalıyım ve kendim etkilenmeliyim. Gecenin bir vakti bir yerdeyim, günün bir saati anlamsız bir yerde seyahatteyim mesela.

Bu aslında en güzeli ancak günümüz koşullarında bu kadar çabaya değdiğini düşünüyor musunuz?

Erk Acarer: Değiyor. Çok güzel şeyler alıyorum okurlardan. Benim okurlarım çok özel, hakikatten onu söyleyeyim. Okurlarım çok seviyorlar beni ve çok değer veriyorlar.Ben, en son imza günümde bunu gördüm. Çok yağmurlu bir gündü ve bir çocuk şunu söyledi bana: “Bugün sadece sizin için geldim”. Sizce değmez mi?

Evet, kesinlikle değer. Ama bu işin daha çok manevi olarak değen kısmı sanki.

Erk Acarer: Şöyle söyleyeyim; bir şeyler yazmaya başlıyorsanız ve biraz tutulmaya başlıyorsanız başka şeyler de olmaya başlıyor hayatınızda. Yani o tercih edilen olma durumu var ya size baka kapılarda açar. Açacaktır da, dolayısıyla burada manevi tatminin yanı sıra maddi bir tatmin de gelecektir. Eee gelmektedir de yani…

İstanbul’un eski adlarından biri Dersaadet ve anlamı mutluluk kapısı. Şimdi dışarı çıkıp insanlara sorsak İstanbul sizde mutluluk kapısı mı diye, bence %90’ı bu soruya ilk tepki olarak hayır cevabını verir. Günümüze baktığımızda İstanbul için de darülfesad olma durumu söz konusu olabilir mi sizce? Sizin %100 İstanbul isimli bir kitabınız var, tarihini iyi bildiğiniz için soruyorum size bu soruyu.

Erk Acarer: Eee darülfesad’dır zaten şu anda.3,5 yaşında bir kızım var benim. Dünkü okuduğum gazetedeki manşet yani üst başlık; İstanbul’da bilmem kaç tane çocuk kayıp şeklinde. İşin içine organ mafyası ve bezeri şeyler giriyor.Şimdi buranın mutluluk kapısı olduğunu söylemek mümkün mü? Ama genelleme yapalım, sadece İstanbul için geçerli değil, hem çağımız hem ülkemiz için geçerli bu durum. Burada biz sıcak kahvelerimizi içebiliyoruz, ama orda işçiler direniş yapıyorlar.Şimdi buranın mutluluk kapısı olduğundan söz edebilir miyiz? Edemeyiz. Ama şunu hemen söyleyeyim; ben umutlu bir insanım, hem ülkem adına hem dünya adına. Sadece bazen bir şeyler dibe vuruyor ve yine yukarı çıkıyor.Plastik top gibi düşünün,dibe vurur ve tekrar yukarı çıkar,hep böyle olmuştur.

“Darülfesad” kitabınızda geçen Osmanlılar zamanında yaşanılan olaylardan biri de Hatice’nin babası tarafından 2.eş olarak imama satılması ki,bu durum günümüzde doğuda başlık parası şeklinde ne yazık ki hâlen devam ediyor. Günümüz tarihiyle ilgili de bir roman yazmayı düşünür müsünüz?

Erk Acarer: Aslında şöyle diyebiliriz, geçmişi alıp günümüze gönderme yapıyorum. Yani benim geçmişi anlattığım şeyle bugünkü şey örtüşüyor, hiçbir farkı yok.Ama o anlamda soruyorsanız tabi bir mesajdır aslında.Her şey bir mesaj yani.Bunlar olduğu için bunlar kötü gitti.Eee bunları artık yapmamak lazım.Günümüz tarihiyle ilgili yazmayı düşünmem.Artık galiba biraz böyle oluyor; yazarın bir tarzı olmaya başlıyor,benim tarzım da artık bu.Ama tabi çok yazmak isteyipte yazamadığım şeyler de oluyor.Mesela babamla ilgili bir hikaye yazmak çok isterim.Benim babam üç sene önce göçüp gitti bu dünyadan ama bu dünyada tanıdığım en şahsına münhasır insandı,çok ilginç bir adamdı yani.Onunla ilgili mümkünse bir film yapmak isterim.

Umarım istemekle kalmaz ve yaparsınız.

Erk Acarer: Günün birinde yapacağım kafamda, ama yapmak isterim demek daha önemlidir.

İlk kitabınız “Matruşka’dan Tayyare” , gerçek öykülerden oluşan bir kitap. 2.kitabınız “%100 İstanbul”, şehrin tarihinden seçtiğiniz yüz gerçek hikâyeyi anlatıyor… Ve 3.olarak “Darülfesad”, Osmanlı dönemindeki tarihi bir takım gerçeklere dayanarak kurgulanmış bir roman. Yani kitaplarınızda hep gerçeklerden yola çıkmışsınız. Aldığınız eğitimden dolayı mı tarihsel gerçeklere daha yatkınsınız ya da ilgi alanınız bu olduğu için mi şimdiye kadar ki kitaplarınız bu tarz?

Erk Acarer: Öbür türlüsü biraz bana şey gibi geliyor; olmayan bir şeyi anlatmak, uydurmak gibi geliyor ve çok kolay bir yöntem gibi geliyor. Ben şimdi sayfalarca yazıyım burada, günümüzde geçen ya da bilmem nerde geçen bir kurgu yaparım size ve 2 ayda bitiririm. Ama ben onu hissetmiyorum ve sevmiyorum. İçime sinmiyor. O basit bir yöntemdir.

Yakınçağ tarihi mi yoksa Osmanlı tarihi mi desem? Hangisi daha çok ilginizi çekiyor?

Erk Acarer: Her ikisi de çeker.

Osmanlıca kelimeleri günlük yaşantınızda da kullanır mısınız peki? Tarihle ilgilenen kişilerde bu çok görülür o yüzden sordum.

Erk Acarer: Ben pek kullanmam. Ara sıra şöyle kullanırım; arkadaşlarımı şaşırtmak için kullanmak gibi. Ukalalık modu gibi değil de sempatik bir tondur ve şaşırtıcı oluyor.

Örnek aldığınız bir yazar var mı? Ya da beğendiğiniz yazarlar kimlerdir desem?

Erk Acarer: Var tabi; Yaşar Kemal,Orhan Kemal,Victor Hugo.Bunların çok özel yeri vardır bende.Nazım Hikmet,Orhan Veli vs.. bunlar da vardır tabi ama diğerlerinin acayip yerleri vardır bende. Bir de İhsan Oktay Anar’ı da çok severim, çok özel bir adamdır.

Tarihi roman yazarlarından var mı beğendikleriniz?

Erk Acarer: Tarihi romanlarda Ann Chamberlin’i severim.

Onunla ilgili çok eleştiri var. Amerikalı olduğu için bizim tarihimizle ilgili roman yazması çok eleştiriliyor.

Erk Acarer: Niye yazamasın? Hayatta bu işler bazılarının tekelindedir. Gidersin arşivi karıştırırsın, okursan her şeyi bilirsin hayatta. İlla bir şeyi öğrenmek için onun nesnel formasyonunu almana gerek yok.Zülfü Livaneli’nin çok güzel bir lafı var: “Hayatta dört sene verdiğim her şeyi aynı üniversitede olduğu gibi öğrenebiliyorum” diyor.Çok doğrudur bu.Şu saatten itibaren hayatta en bilmediğim şey; matematiğe adıyım kendimi,mutlaka çok fazla şey bileceğimdir .Emek,sevmek ve çaba harcamak…Yazabilir yani…

Peki, siz yazı yazmaya nasıl karar verdiniz? Yazmak sonuçta hobiden ziyade sizin mesleğiniz öyle değil mi? Fhm (for him magazine) dergisinin de yazı işleri müdürüsünüz.

Erk Acarer: Ben hep yazı yazarken buldum kendimi. Öyle bir kararım hiç olmadı ki… Bana hep kızarlardı evde mesela babam kızardı, yeter artık derdi. Çevremdeki çoğu insanlar da buna benzer şeyler söylemiştir. Yeter artık, yazıyorsun da ne oluyor derlerdi.

Yani yazar olmanıza hiç şaşırmadılar…

Evet, yazar olmama şaşırmadılar. Annem mesela hiç şaşırmıyor, çokta ilginç gelmiyor ona. Şöyle olur ya; annenle alışverişe gidersin, kitaplarını görür senin, normalde çok gurur duyması gerekir ki aslında duyuyordur içten içe ama öyle çok şaşırmıyor J

Peki, kitap mı dergi mi diye sorsam?

Erk Acarer: Tabiî ki kitap. Kitap çok özel bir şey, kitapta yönetmensiniz, her şeyi istediğiniz gibi yazabilirsiniz.

Sırada gerçekleştirmeyi düşündüğünüz bir projeniz var mı?

Erk Acarer: Var, yine tarihi bir roman.1600’lü yıllarda geçiyor. İbrahim döneminde ve bir celladın daha doğrusu Osmanlı sarayının baş celladının etrafında dönen bir hikaye. Mayıs ayında çıkmış olacak kitap. Yine gerçeklerden yola çıkacak ama biraz daha kurgusu bol olacak.

“Darülfesad”ı ben büyük bir keyifle okudum. Zaten oldukça sürükleyici. Özellikle içeriğindeki “derler ki…” şeklinde başlayan cümlelerden oluşan başlıklar çok hoşuma gitti.

Erk Acarer: Onu bende çok sevdim.

Olayları anlatan en anlamlı ana cümleleri başlık olarak seçmişsiniz ki günümüzde de kullanabilecek kadar anlam içeren cümleler bunlar. Hatta facebook’ta ileti olarak yazmayı bile düşündüm ben : )

Erk Acarer: Çok sevindim öyle düşündüğünüze. Çok teşekkür ederim.

Karakterler ve hikayeleri de oldukça etkileyici. Bir kısmından çok ayrıntı vermeden bahsettik, umarım merak uyandırmıştır J Kısacası ben çok beğendim ve herkese tavsiye edicem okumalarını, hatta etmeye başladım bile. Ancak dikkatimi çeken romanla ilgili bazı okur eleştirileri var; Osmanlı döneminin şaşası bu romanda yıkılmış şeklindeki yorumlara ne diyorsunuz?

Erk Acarer: Böyle bir misyon olduğu için, bundan da çok mutlu oldum ben. Neden mutlu oldum? Şimdi biz bir yere varabilmek için bir şeyi anlamak durumundayız. Bir şeyi anlarken de bu biraz hırçın olabiliyor. Yani evet kardeşim, bu vardı bizim hayatımızda, niye karşı çıkıyorsunuz? Osmanlı sarayında oğlancılık vardı. Osmanlının yükseliş döneminden sonra acizlik vardı,evlilik arıyorsanız bolca vardı.Kadın egemenliği arıyorsanız bolca vardı.Çıldırmışları arıyorsanız sokaklarda kol geziyordu hepsi.Bunların hepsi vardı ama bundan gocunmayalım.Neden gocunmayalım? Çünkü aynı dönemde dünyanın pek çok sarayında da aynı şeyler yaşandı. Bizde oğlancılık vardı,onlarda ensest vardı.Daha kötü değil mi? Ama bunları ortaya koyabilmek gerekiyor artık.Evinizde bir yerde bir çekmeceniz vardır.O çekmecede ödenmemiş bir elektrik faturası,eski sevgiliye ait bir fotoğraf olduğunu bilirsiniz ve uzak durursunuz.Yani bu kapanmamış bir hesaptır aslında.Ama kapat kardeşim onu.Al o çekmeceyi düzenle,ondan sonra bak bakalım ilerde nasıl olacak? Bu iş “Darülfesad”da biraz böyleydi. Haa bunun ötesinde şu da vardı,şunu da yazdık yani; benim hayatta en saygı duyduğum insanlardan bir tanesi Mimar Sinan’dır.Günün birinde mutlaka Mimar Sinan’la ilgili bir şey yapacağım.Dünyanın hiçbir yerinde bu kadar alçak gönüllü,bu kadar işini bilirlik,bu kadar şeyi bir araya getirip ortaya acayip felsefe koyup inanılmaz şeyler başarmak hiçbir yerde yoktur.Ama bunun ötesinde basiretsiz sultanlar da vardı,napalım yani…Bizde öyle hani “vatan millet sakarya”, hamaset edebiyatı falan ,bunlar çok önemlidir ya…hep, aman atalarımız bilmem ne denir,yok öyle bir şey.Kapat artık bunları,kapat yani.Bunları kapat,önümüze bakalım,ondan sonra sorgulamamızı tamamlayalım,ortaya koyalım. Bana çok kızıyorlar. Ben bu kadar eleştiri alacağımı tahmin etmemiştim. Ama hoşuma da gitmiyor değil.

Geniş açıdan bakmayı, araştırma yapmayı bilmiyoruz sanırım.

Erk Acarer: Aynen öyle. Bir yandan da bizde bazı şeyler üzerinde çok tutturuluyor. Mesela, belge diye.Belgelerde kullanıyorum ben, ama bir tarafıyla belge şöyle bir şey; bugün,100 sene sonrası tarih olacak değil mi? Tarih olacak.Bugünün gazetelerine bakalım.Mesela cumhuriyet var,milliyet,yeni şafak,zaman gazetesi vs. var. Şimdi bize bugünü 100 sene sonra onlar belirtecekler. Ama hangisi doğru olacak acaba? Hepsinin kendi bir dili,belli bir felsefesi ve siyasi görüşü var.Dolayısıyla belgenin de ben harmanlanması gerektiğini düşünüyorum.Çünkü,saray tarihçisinin yazdığı şey beni çok enterese etmiyor ya da olaya tek onun yazdığı şeyle saplanıp kalmak istemiyorum.Değerlendirmek lazım her şeyi.Ha şunu da iddia edemem,ben tarihçi falan değilim ya da ben İstanbul yazarı falan değilim,ben bir yazarım.Sadece bunlardan besleniyorum.Günün birinde hiç bilmediğim bir şeye,matematiğe merak salarsam matematikle ilgili de bir şey yazarım, yazar olduğum için.

Ama dil ve tarih-coğrafya fakültesi sosyal antropoloji bölümü mezunusunuz. Çokta alakasız değilsiniz tarihle.

Erk Acarer: Değilim tabi. Onların saldırdığı kadar bilmiyor da değilim bu işi, ben yıllardır okuyorum bunları. Ama tarihçi değilim, bir İstanbul yazarı değilim, ben bir yazarım, edebiyatçıyım yani.

Peki, siz henüz kitabınızı almamış okumamış olan okurlarımıza romanınız hakkında bir şeyler söylemek ister misiniz? Ya da derKi okurlarıyla paylaşmak istediğiniz son bir şey varsa öğrenebilir miyiz?

Erk Acarer: Her şeyi konuştuk aslında. Ama şunu yapmak gerekiyor galiba; eğer beni okumaya niyetli okuyucu varsa önce şöyle gönlünü, aklını, her şeyini bir boşaltmalı. Yani ben saplantılarla okunacak bir yazar değilim. Ben insanlara duymak istediklerini söyleyecek birisi değilim. Ben gerçeği söylerim gibi de değil, ben bir yazarım ve yazmak istediğim şeyi yazıyorum. Hayattan besleniyorum ben. Son sözüm budur.

Kitabınızdan okurken aldığım keyif gibi sizinle sohbetten de çok büyük keyif aldım, çok teşekkür ederim.

Erk Acarer: Ben teşekkür ederim…

Sizinle yeni kitaplarınızla tekrar buluşmayı ümit ediyorum, başarılar…

Darülfesad’dan hoşunuza gidecek anlamlı bir alıntı:

Kanuni Sultan Süleyman ölmüş,tahta II.Selim geçmişti…

Geçmişi özlüyordu Ferhad.

Sokollu içindekileri biliyor gibi uyarmıştı onu:

“Gelen gideni aratır Ferhad.Tahta çıkan her hükümdar; Sultan Mehmet Han,Yavuz ya da Kanuni olacak diye bir kaide yok.Dönem kapanır,dönem açılır.Kimi dönem bir sanat,zafer ve refahtır.Kimisi yenilgi,sefalet ve beceriksizlik…”

Sokollu’nun ne dediğini anlamıştı genç adam.Buruk bir tebessümle gülmüştü.

“Biraz babasına benzeseydi” demişti belli belirsiz. “Allah uzun ömür versin yine de!”

Sokollu kızmıştı Ferhad’a;

“Haşa Allahü teala değiliz biz.İnsan yaratıp istediği gibi şekil vermek bir tek onun harcı.Beş parmağın beşi de birbirine benzemez hem.Aynı tarladan alınan mahsul de daima birbirinden farklı olmuştur.Bunların hesabını tutmak bize kalmadı.Al-i Osmani ulu bir ağaç,meyveye bakma sen.Asıl mesele ağacın kurumadan sonsuza dek yaşamasıdır.Bize düşen ağacı korumak!”

Ferhad, Sokollu’yu hürmetle dinledikten sonra kendisinin bile şaşırdığı bir soru sormuştu:

“Paşa Baba ya ağaca kurt düşer de içten içe çürürse…”

Simla Taş